İspanya’da, Kastilya’nın masmavi göğünün altında kehribar sarısı taşlardan yapılmış bir şehir parlar.
Avrupa’nın en eski üçüncü üniversitesine sahip olmaktan gururludur; çünkü o "dünyanın dört ışığından biridir..." Ayrıca ilk bakışta gezginleri kendine aşık eder. Özlem Kumrular, Atlas’ın son sayısında bu güzelim kenti tanıtıyor.
Şehirlerle insanlar arasındaki ilişki ilk bakışta aşk değilse, dokuzuncu sınıf bir evlilik olarak çürümeye mahkumdur. Oysa gezgin, Tormes Nehri kıyısında Salamanca’nın siluetini gördüğünde ona ilk bakışta aşık olmamak şansına sahip değildir. Otobüsünüz kıyıya varırken buğulu camları sildiğinizde katedralin alımlı kubbelerini; kiliselerin, manastırların dantel işlemeli şapkalarını; eski üniversitenin bilge çatılarını görür, bu gönül çelen kentle beşik kertmesi olduğunuz hissine kapılırsınız.
Şehre gece ayak basan gezgin, sabah odasının perdelerini açtığında şaşkınlıkla donakalır: Dünyanın hiçbir yerinde gök bu denli mavi ve yoğun değildir. Çoğu zaman tek bir bulutun bile bozmadığı bu derin mavilik, güneşin altında parıldayan tarihi mirası öyle bir sarmalar ki şehirde sadece iki renk yansır: Mavi ve altın rengi.
Salamanca’da yüzyıllardır küçüklü büyüklü her yapı, Villa Mayor Köyü’nde çıkan kehribar sarısı taştan yapılır. Bu yüzden başı ve sonu yok gibidir. Ve sırf bu yüzden seyyah, nereden başlayacağına bir türlü karar veremez o hiç tükenmeyecek gezisine. Lakin üniversite, asırlardır şehrin nirengi noktası onurunu taşıdığı için yolunu oraya çevirecektir.
ÖĞRENCİLERİN TEKELİ
Salamanca, Bologna ve Paris’ten sonra Avrupa’nın en eski üçüncü üniversitesine ev sahipliği yapar. Gezgin, Escuelas Mayores Meydanı’na gelip de kafasını kaldırdığında sekiz yüzyıldır ayakta duran, belki de yeryüzünde hiçbir üniversitenin aşık atmayacağı zenginlik ve zarafetteki yapıyı görür. Cephe madalyonlar, mitolojik varlıklar, çiçek dekorları içinde bir karmaşadan ibaret görünse de aslında kendi içinde bir bütünlüğe sahiptir.
Şehir, 13. yüzyıldan itibaren öğrencilerin tekelinde kalmıştır. Üniversitede her sınıftan öğrenci görmek mümkündür; en zengin ailelerin çocuklarından, çorbalarını manastırlarda içtikleri için "sopista" (çorbacı) adını alan en fakir gruba kadar. Bir zamanlar en fakirler bostanlara saldırır, yollarına çıkan herkesi dolandırır ve dükkanlara girerdi. Aynı zamanda çok iyi kumarbazlardı. Hayli kavgacı olduklarından "şehrin terörü" ya da "şehrin vebası" olarak da anılırlardı. Şehir merkezinde ve kalabalık bölgelerde dilenmekten hızlarını alamayınca, aynı işi yapmak üzere kırsal kesime taşınırlardı. Şarkı söyler, bula (resmi papalık emirnamesi) satar, tavernalarda ve hanlarda kumar oynarlardı. Açlık ise portrenin en değişmeyen rengiydi.
Salamanca, yüzyıllardır olduğu gibi, İspanya’nın ve dünyanın dört bir yanından gelen öğrencilerin istilasına uğrar. Hálá prestijli bir eğitim için ülkenin ilk akla gelen şehri, kıtanın ise ilk tercihlerindendir. İspanyol dili öğrenmek isteyenlerin de şüphesiz ilk adresidir. Ne de olsa yüzyıllardır en güzel İspanyolca burada konuşulur ve öğretilir.
Öğrenciler kentin en sadık müdavimleridir. Yirmi dört saat uyumayan şehir, bu sadık dostları sayesinde her daim renkli bir hayat yaşar. Hele bir de kış gelmişse, dışarının soğuğuna inat büyür dostluklar. Soğuk kapıyı çalınca sinemalar, tiyatrolar, barlar, restoranlar, kafeler insan enflasyonu yaşar. Sokaklardan paltosuna sığınmış insanlar akar. Soğuk, şehrin göbek adıdır. Lakin Salamanca polar gibi sarıp sarmalar insanı. Şehirlerin de en büyük misyonu bu değil midir? İnsanların ruhunu sıcak tutmak.
İlik dondurucu havalar şehri istila ettiğinde, meydandaki kafelere sığınıp dumanı tüten bir kahve içmek, cam kenarında oturup her an kıpır kıpır şehri seyre dalmak gibisi yoktur. Ya da bir fincan sıcak çikolata içine yağda yeni kızarmış çıtır "churro" batırmak... Hele bir de akşam çökmüşse, hayattan biraz çalacak vakti olanlar mutlaka Meson Cervantes’e uğrar; o kalın kadife perdenin kapı görevi yaptığı kemerden aynı 16. yüzyıl hanlarına giren bir seyyah edasıyla geçer, her şeyin Don Quijote’deki gibi olduğu bu mekanda tahta masalarda biraz demlenir.
SOKAK DANSLARI
Eğer kış, şapkasını alarak çekip gitmiş ve bahar aralıktan içeri girmişse, meydan kışlıklarını atıp soyunup dökünmeye, şehir ahalisi de ortaya dökülmeye başlar. İşte o zaman bütün masalar sandalyeler kendini dışarı atar, buz gibi biralar tepsiler içinde gidip gelir. Güneşli günlerle birlikte İspanya’nın en eski üniversite geleneğinin en yakışıklı ve becerikli temsilcileri de meydana dökülür: "La Tuna." Masanızda şarabınızı yudumlarken birden bir kalabalık sarıverir etrafınızı. Bir grup siyah pelerinli genç, mandolinler, gitarlar, defler eşliğinde neşeli bir şarkı söylemeye, masalarda oturanları dansa kaldırmaya başlar. Sonra bir bakarsınız siz de dansın bir parçası oluvermiş, alkışlar arasında şarkıya katılmışsınız.
"La Tuna" İspanya’nın ilk üniversite öğrencilerine kadar giden bir tarihe sahip. İspanya’nın dört bir yanından okumaya gelen cebi boş öğrencilerin hayatlarını kazanmak ve açlık savaşından galip çıkmak için bulduğu en renkli yoldur bu. Ne de olsa ta Ortaçağ’dan beri öğrenciler zekaları ve yaratıcılıklarıyla ceplerini ve midelerini doldurmalarıyla meşhurdur. Her fakültenin kendi Tuna’sı var. Ve her Tuna kendi renklerini taşır üzerinde.
DİNLENECEK VAKİT YOK
Otuz kişiye bir bar düşen bu kentte, geceler gündüzlere, gündüzler gecelere zincirleme bağlanır; eğlence sonsuza dek uzar, şehir dinlenecek vakit bulamaz. Suç oranının sıfır olması da bundandır. Herkes kendi dünyasında mutludur ne de olsa. Kimse kimsenin hayatına göz dikmez. Para ise İspanyolların çok umursamadığı bir değerdir. Bu enlemlerde yaşamak için para kazanılır, para kazanmak için yaşanmaz.
Nereden gelirseniz gelin, nereye giderseniz gidin meydan sizi aynı yerde bekler. Yapımına 1729’da başlanan meydan, İspanya’nın en güzeli olarak anılır. Belediye sarayının da bulunduğu meydan şehirlilere kral V. Felipe’nin hediyesidir. Tahta çıkmak için verdiği savaşta yardımlarını esirgemeyen Salamancalılara bir madalya gibi sunar projeyi.
SAAT KAÇTA
Salamanca’da "nerede buluşalım?" diye sorulmaz. Sadece "saat kaçta?" denir. Çünkü meydandaki saatin altı tüm şehir sakinlerinin buluşma noktasıdır. Turistler ve kısa zamanlığına şehri solumaya gelen dil öğrencileri de bu kurala riayet eder. Saatin altı her zaman mahşer yeridir, şehrin kalbi burada atar. Kim nereye giderse gitsin yolu mutlaka meydandan geçer. Meydan yazın başka bir ruh taşır, kışın başka.
ATLAS’TA BU AY
SON DAMLALAR: Suya baktığımızda çatlamış toprak görüyoruz. Orada, içimizdeki kuraklığın yansımasını buluyoruz. Doğasını kaybeden bir toplumla karşılaşıyoruz. Konya Ovası’ndaki gibi... Oysa yakın zamana kadar Türkiye’nin tahıl ambarı Konya Ovası’nın altı için "deniz" denirdi; o denli zengin su rezervine sahipti. Bugün ovanın gölleri, dereleri, yeraltı su kaynakları tamamen kurudu.
DENİZ MEMELİLERİ: Boyu 15 metreyi bulan ispermeçet balinası 27 Temmuz 2007’de Fethiye Körfezi’ndeydi. Uzmanlara göre Akdeniz’deki sayıları 500 ile 1000 arasında tahmin edilen bu dev memeliler Türkiye kıyılarını yoğun olarak kullanıyor. Konuyla ilgili ilginç fotoğraflar Atlas’ta.
MEVLANA’NIN GÖÇ YOLUNDA: Mevlana, "Susayan suyu arar" der, "su da susayanı." Atlas ekibi Mevlana’nın göç yolunda, bugünkü Suriye topraklarındaydı.
ARAS’IN KUŞLARI: Doğu Anadolu semalarından her yıl milyonlarca kuş geçer; sulak alanlara konar, ağaçlara tüner. Aras Nehri’nin kıyısına kurulan istasyon, bu gizli hazineyi ilk kez tüm ayrıntılarıyla gözler önüne seriyor.