6 Temmuz 2008
Berlin, Doğu’yla kucaklaştığından beri hep değişim içinde. Kent yıllardan beri şantiye görünümünden kurtulamıyor. Bu inşaatların çoğu, Berlin’e modern bir görünüm katarken, bir bölümü de geçmişin izlerini siliyor. Her şeye rağmen Berlin, Avrupa’nın başkenti olmaya en yakın kentlerden biri.
Avrupa’nın başkenti olma yolunda koşar adımlarla ilerleyen Berlin’i anlatmaya nasıl başlamalı acaba? Klaus Mann’ın şu cümlesi ile bu kenti tanımlayabilir miyiz: "Ah yavrularım, Berlin’in gece hayatı dünyanın başka hiçbir yerinde yoktur. Eskiden güzel bir ordumuz vardı, şimdi satılık kadınlarımız var."
Veya Nedim Gürsel’in "Bir Avuç Dünya"da yazdığı benzer tanımlama da başlangıç cümlesini oluşturabilir mi: "Berlin, sayısız gece kulüplerinde, loş barlarda bölünmüş cinselliklerini özgürce yaşayan, yaşayabilen insanların kenti..."
Eğer Berlin’i anlatmaya bu alıntılarla başlarsam, bu kente büyük haksızlık etmiş olurum. Çünkü Berlin denince aklıma önce seks üşüşmez. Geceler de, barlar da, müzik de, alkol de çok sonra gelir aklıma. Eğer geceleri seksin peşine takılmazsanız, zaten tüm bunlarla tanışmazsınız bile. Berlin’e "seks dolu" kent derseniz, Amsterdam’a, Paris’e, Londra’ya, Rio’ya, Moskova’ya, Uzakdoğu’nun birçok kentine haksızlık yapmış olmaz mısınız ayrıca?
Ama "Berlin bir şıpsevdidir" derseniz ona katılabilirim. Çünkü Berlin’de sabır yoktur, her şey sürekli değişir. Hálá da değişmektedir. Benim için en uygunu Cenab Şehabettin’in şu tanımlaması sanırım: "Berlin bir tarih değil, bir şiir de değil, ama bir gazete, süslü, güzel bir gazete. Görüntüsü beyninizi sanki gazetenin sınırı ile hapsediyor. Ne bir anı ile geçmişe çekiyor, ne bir hayal içinde geleceğin ufuklarına götürüyor. Burada hemen hemen anısız ve hayalsiz, yalnızca bir gözlem dairesinin ortasında kalıyorsunuz..."
Berlin’e bu kez, Alman Havayolları Lufthansa ile Alman Turizm Ofisi’nin ortaklaşa düzenlediği bir etkinlik için gittim. Bu kentte duvardan önce de sonra da birkaç kez bulunmuştum aslında. Berlin’in benim için ayrı bir yeri var. Yaşamımın ikinci dış gezisini buraya (birincisini Amsterdam’a) yapmıştım. O zaman Berlin iki ayrı şehirdi ve batısına işgal devletlerinden başka ülkenin uçağı inemiyordu. Onun için THY, Doğu’daki Tegel Havaalanı’na inmiş, oradan Doğu Berlin’in sessiz ve insansız sokaklarından geçtikten sonra kendimi birden Batı’nın kalabalık caddelerinde bulmuştum.
Kreuzberg’deki bir öğrenci yurdunda kalıyordum. Yurt yazın otele dönüştürülüyor, benim gibi "çulsuz" gezginleri ağırlıyordu. Bu yurdu seçmemin nedeni ucuzluğu değildi aslında. O zamanlar ürkek bir gezgindim. Başıma bir şey gelmesinden korkuyordum. Onun için Kreuzberg’e sığınmıştım. Burası dumanlı kahveleri, çay bardaklarında çınlayan kaşık sesleri, tavlada yuvarlanan zarların tıkırtısı, başörtülü kadınları, bıyıklı erkekleri, manavları, bakkalları, kasaplarıyla küçük bir Türkiye idi. Bu semtte kendimi emniyette hissediyordum.
Akşam karanlık olmadan soluğu yurtta alıyordum. Duvar, binanın tam önünden geçiyordu. Kaldığım odanın penceresinden her gece merakla Doğu’yu seyrediyordum. Işıklar soluk, sokaklar ıssız, arabalar gösterişsiz, insanlar ürkek görünüyordu. Birkaç metre ötede yaşamın, sistemin, dünyanın böylesine değişmesi beni müthiş şaşırtıyordu. Onun için odanın penceresinden diğer dünyayı seyretmek hoşuma gidiyordu. Bu yüzden ilk gidişimde Berlin’in geceleriyle tanışamadım.
ŞANTİYE KENTHer gelişimde kenti biraz daha değişmiş buluyordum. Berlin durmadan genişliyor, büyüyor, AB’den gelen paralar sayesinde yenileniyordu. Doğuyla kucaklaşalı onca yıl geçmesine rağmen inşaatlar bitmek bilmiyordu. Dev vinçler Berlin’in her köşesinden boy gösteriyordu. Kent yıllardan beri bir şantiye görünümündeydi. Her seferinde Berlin’i biraz daha sevdiğimi hissediyordum. Hele sabah yürüyüşlerini yaptığım Unter den Linden (Ihlamurlar Altı) Caddesi’ndeki yalnızlığımda, bu sevgi daha da derinleşiyordu nedense. Belki de bu caddenin, Berlin’i anlatan her metinde karşıma çıkması veya ıhlamurların huzur veren kokusu bu sevgiyi körüklüyordu.
1237’de bir Slav balıkçı köyü olan ve "bataklık" anlamına gelen Berlin, artık büyük, güzel, kültürlü, neşeli ve genç bir kent. Ben onu Avrupa’nın Başkenti seçtim. Bir sonraki gidişimde kenti daha da güzelleşmiş bulacağıma inanıyorum.
Berlin’i tanımak için sokak sokak her köşeyi gezmeye gerek yok. Bütün büyük kentlerdeki gibi, merkezden uzaklaştıkça görüntüler monotonlaşıyor. Evler, sokaklar, küçük dükkanlar, işyerleri ve evlerine bir an önce varmak için sabırsız adımlarla yürüyen insanlar... Hiçbir özelliği olmayan, hiçbir şey çağrıştırmayan görüntüler bunlar. Onun için büyük kentlerin çoğunda, merkezde dolaşmayı tercih ediyorum.
GEÇMİŞ SİLİNİYORBerlin’de geçmişi anımsatan pek bir şey kalmamış, çoğu silinmiş, kalanlar da unutulmaya çalışılmış. Yani kent belleğini kaybetmeye başlamış. Bombardımandan bu yana işlemeyen saati ve uçmuş çatısıyla kentin ortasında bir hayalet gibi duran Kaiser Wilhelm Anı Kilisesi, şık mağazaların sıralandığı, her türden insana rastlayacağınız Friedrich Caddesi, rejimin değişmesine neden olan kitle hareketlerinin başlangıç yeri Alexander Meydanı, yaşamın başlayıp bittiği Rathenau Meydanı, Tiergarten Bahçesi, Branderburg Kapısı, geçmişten kalan bütün izlerin silindiği Postdam Meydanı, yorgunluğumu atmak için oturduğum Wiener Cafe, 90 çeşit şampanya sunulan Ritz Carlton Oteli’nin barı, Check Point Charlie, Duvar Müzesi... 170 müze ve koleksiyonun, 270 kütüphanenin, bir o kadar tiyatronun bulunduğu kentte, kendimi arpa ambarına düşmüş aç bir fareye benzetiyordum hep. Nerede neyi göreceğime bir türlü karar veremiyordum. Bu kararsızlığım yüzünden ya hiçbir sergiye veya tiyatroya gidemiyor ya da yanlış gösteriler seçiyordum.
İki gün süren gezinin sonundaki basın toplantısında, Turizm Ofisi yetkililerine şunu sordum: "Beni buraya niçin davet ettiniz?" Önce şaşırdılar, sonra yanıtladılar: "Berlin’i ülkeniz insanına tanıtın diye..." Ben de bu yanıtı bekliyordum zaten: "Tanıtımın size ne faydası olacak? Hükümetiniz vize konusunda öylesine katı ki, Türklerin Almanya’ya gelmesine izin vermiyor. Bu yazıyı okuyup gelmek isteyen de gelemeyecek zaten!" Hak verdiler, vize konusunda yeni çalışmaların yapıldığını söylediler. Her zaman böyle söylüyorlardı ama bir şey değişmiyordu. Yine de size öneririm: Günün birinde
vize alabilirseniz Berlin’i mutlaka görün.
Duvardan kalan son parçalarSon gidişimde duvar artık çizgi olmuştu. Kendisi yoktu ama izi vardı. Bazı yerlerde duvardan parçalar bırakılmıştı. Turistler bu parçaların önünde poz veriyordu. Doğu Alman askeri giysilerine bürünmüş bazı girişimciler de, pasaportlara "orijinal" Doğu Almanya damgası vurup geçmişi paraya çeviriyorlardı.
Türk yazınında Berlin
Berlin’den ilk kez 1764’te Ahmet Resmi Efendi "Sefaretname" adlı eserinde bahsetmişti. Bundan 80 yıl sonra ise Mustafa Sami Efendi "Avrupa Risaleleri’nde" söz eder. Daha sonra Sadullah Paşa, 1879’da Refet Bey’e yazdığı mektuplarda Berlin gözlemlerini anlatır. Berlin, Ahmet Mithat Efendi’nin "Avrupa’da Bir Cevelan" adlı eserinde geniş yer tutar. Bu kente eserlerinde en fazla yer ayıran gezginlerden biri de Ahmet İhsan’dır. Fağfurizade Hüseyin Nesimi’nin "Seyahat"inde de Berlin uzun uzun anlatılır. Şerafeddin Mağmumi de Berlin’le ilgili anılarında, diğer gezginlerle hemen hemen aynı izlenimleri aktarır. Mehmet Enisi’nin 1914 tarihli mektup-seyahat türü bir eser sayılabilecek "Alman Ruhu" adlı kitabında, Berlin bütün yönleriyle ele alınır. Mehmet Akif "Berlin Hatıratları"nda, Berlin’i oluşturan unsurları ayrı ayrı ele alır. Cenap Şehabettin ise "Avrupa Mektupları"nda kentle ilgili çok ayrıntılı bilgiler verir.
Çağdaş yazarlara gelince; Bunların başında "Çıplak Berlin" adlı kitabında kenti roman kahramanı yapan Nedim Gürsel gelir. Diğerlerini de şöyle sıralayabilirim: Enis Batur, Ece Ayhan, Özkan Mert, Demir Özlü, Aras Ören, Firuzan, Oya Baydar, Tomris Uyar, Günay Dal, Uğur Kökten. Tüm bu yazarlar, kendi öznel bakışları ve içinde yaşadıkları dönemin anlayışıyla sorgularlar Berlin’i.
Yazının Devamını Oku 29 Haziran 2008
Şanlıurfa’yı tanımlamak için yüzlerce isim kullanabilirsiniz. Hepsi de bu kente yakışır. Urfa’nın neresine baksanız bir başka özelliğiyle yüzleşirsiniz. Bir yanda söylenceler, hanlar, çarşılar, diğer yanda peygamberler, camiler, medreseler, bir başka tarafta ise lezzetli yemekler. Yani siz neden hoşlanıyorsanız Urfa size o yüzünü gösterir.
Deseler ki, "Urfa’nın adı yok, gelin bir ad koyalım." Cevabınız ne olurdu? Hangi adı uygun görürdünüz? Belki minarelerin çokluğuna bakıp "Buranın adı Camiler Kenti olsun" diyeniniz çıkabilir. Aslında yanlış da değil. Gerçekten de Urfa’da her köşede bir cami var. Kimi asırlar öncesinden kalma, kimi yakın geçmişte yapılma. Buradaki camiler, yapıldığı döneme göre değil de planlarına göre sınıflandırılır: Çok ayaklı camiler, orta kubbenin yana doğru genişlediği camiler, eş değerde çok kubbeli camiler, mihrap önü kubbeli camiler, tek kubbeli kübik camiler, tonozlu camiler, bazilikadan dönüştürülen camiler.
Belki de hanlarının çokluğuna bakıp "Buranın adı Hanlar Kenti olsun" diyeniniz de çıkabilir. Bu da akla yakın. Çünkü Osmanlı döneminden kalma tam 11 büyük han var burada. Bu sayıya mimari özellik sunmayan küçük hanlar dahil değil üstelik. Buradaki hanların hanı, eyvan şeklindeki giriş kapısının üstünde yapılış tarihi olarak 1562 yazan Gümrük Hanı’dır. Çok güzeldir ve anıtsaldır. Kare avlusunun gölgeliklerinde oturup çay içmeye, sohbet etmeye doyum olmaz.
Veya çarşılarını saya saya bitiremeyip "Buranın adı Çarşıkent olsun" diyenler de çıkabilir. Bunu diyenler de aslında haklıdır. Şanlıurfa, İstanbul, Bursa ve Edirne’den sonra kapalı çarşı bakımından Anadolu’nun en önde gelen şehri. Kırk yıllık Urfalı bile buradaki çarşıları bir solukta, şaşırmadan ve eksiksiz sayamaz. İşte birkaçı: Bedesten, Sipahi Pazarı, Pamukçu Pazarı, Kınacı Pazarı, İsotçu Pazarı, Çulcu Pazarı, Keçeci Pazarı, Kasap Pazarı, Eskici Pazarı...
Aranızdan biri çıkıp da, "Buranın adı Peygamberler Şehri olsun" derse, onu fazla ciddiye almazlar. Çünkü Urfa’nın diğer adının zaten "Peygamberler Şehri" olduğunu bilmeyene burada gülüp geçerler. Dünyanın en eski tapınaklarının burada bulunduğunu, Musevi, Hıristiyan ve İslam dinlerinin ortak atası Hz. İbrahim’in burada doğduğunu, Lut Peygamber’in burada yaşadığını, Yakub Peygamber’in Harran’da bulunduğunu, Eyyub Peygamber’in burada öldüğünü, Şuayb Peygamber’in Harran kentinde yaşadığını dünya alem bilir. Onun için Urfa’ya "Peygamberler Şehri" demek de yerinde olur.
BENCE CİĞER DİYARI
Birisi kalkar da "buranın adı Efsaneler Şehri olsun" derse onu da kimse yadırgamaz. Çünkü burada anlatılan efsaneler masal kitaplarında anlatılanlardan da daha ilgi çekicidir. Örneğin, Hz. İbrahim’i atmak için yakılan ateşin göle, odunların balığa dönüştüğünün hikayesi, Hz. İbrahim’in doğduğu mağarada birdenbire akmaya başlayan tatlı su mucizesi, Hz. İsa’nın Urfa’yı kutsadığına dair bir mektup ile yüzüne sürüp gönderdiği, üstünde İsa’nın sureti bulunan şifalı mendilin inanılmaz öyküsü, Harran’ın yağmur yağdığında gül kokmasının gizemi çok bilinen efsanelerin başında gelir. Bir de herkesin bilmediği efsaneler vardır ki onlar ciltlere sığmaz. Onun için Urfa’ya "Efsaneler Şehri" demek hiç de yanlış olmaz.
Eğer bu soruyu bana sorsalardı, ben yukarıda sayılan adların hepsinin Urfa’ya çok yakıştığını söyler sonra da, "Ciğer Diyarı" da olabilir derdim. Çünkü sabah ezanı ile birlikte, sokakları buram buram ciğer kebabı kokan dünya üstünde başka kent yoktur. Urfa’da irili ufaklı yüzlerce "Ciğerci" vardır. Bunlar önlerine küçük tabureleri sıralar. Küçük masalara maydanoz, taze nane, kıyılmış soğan, közlenmiş biber ve baharat dolu tasları yerleştirirler. Ocaklar günün ilk ışıklarıyla yanar. Kebapçı, kuyruk yağı ile birlikte sapladığı ciğer şişlerini ateşin üstüne dizer. Yelpazesini yelleye yelleye ateşi kıvamında tutmaya çalışır. İşte o an gökyüzünü muhteşem bir koku kaplar. Urfalılar bu kokunun peşine düşüp ciğercinin yolunu bulur. Urfa’da ciğer kebapsız kahvaltı düşünülemez.
Herkesin bellediği bir ciğerci vardır. Ama günün birinde Urfa’da kahvaltıda ciğer yemeye niyetlenirseniz size iki mekan öneririm. Bunlardan biri Şehitlik Mahallesi’ndeki Sevgi Ciğer Salonu (0414- 314 03 29). Mehmet Usta, kentte bu işi en iyi bilenlerden biri. Ateşin kıvamını, ciğerin ocakta kalma süresini öyle iyi ayarlar ki, ciğerler pamuk gibi olur. Bir diğer ünlü ciğerci de, Gümrük Han’a giden yolun üstünde bir köşeye mangalını yerleştirmiş Meşhur Ciğerci Aziz Usta. İşi babasından öğrenen Aziz Usta’yı herkes bilir ve över. Aziz Usta, 6.00-9.00 arasında kahvaltı için ciğer kebabı yapar, 11.00-15.00 arasında da öğle servisi için yeni şişler saplar.
HALİL İBRAHİM SOFRASI
Ciğer kebabı ile sözü yemeğe getirmişken, Urfa mutfağının hem çok lezzetli hem de çok çeşitli olduğunu belirtmek gerekir. Urfalılar bu yemeklerini sofrada eşleriyle, dostlarıyla bir arada yemekten hoşlanır. Bu misafir sevme özelliğinin, hiçbir öğün misafirsiz sofraya oturmayan Hz. İbrahim’den miras kaldığı söylenir. Nimetleri çok bol olan, herkese açık bereketli sofra anlamına gelen, "Halil İbrahim Sofrası" deyimi de Urfa’dan çıkıp tüm Türkiye’ye mal olmuştur.
Urfa’nın yemeklerinin adları bile ağzınızın suyunu akıtabilir: Çağla aşı, soğan tavası, isot çömleği, sac kavurması, erik tavası, semsek, soğan tavası, ağzı açık, ağzı yumuk, masluka, lebeni, duvaklı pilav, firikli pilav, ciğerli bulgur pilavı, lıklıkı köfte, köfteli erik, tiritli köfte, yağlı köfte, çiğ köfte, kıyma kebabı, kemeli kebap, tike kebabı, tepsi kebabı, lahmacun, balcanlı kebap, ciğer kebabı...
Tabii hepsi bu kadar değil, listeden cımbızlananlar bunlar. Bunları sayması kolay da bulup da yemesi zor. Çünkü bu lezzetli yemekleri yapan lokanta sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Benim önerilerimi sorarsanız: Müftülük Sitesi’ndeki Bayram Kebap Salonu (0414- 313 05 33), kentin damağına düşkün kişilerinin işaret ettiği bir mekan. Lüks değil de lezzet arayanların bu ismi bir kenara yazmasında fayda var. Emniyet Caddesi’ndeki Ev Sofrası’nda (0414-313 85 00) birçok yöre yemeğini bulmak mümkün. Buranın sadece dört küçük mermer masası var. Kalabalık bir grupla giderseniz, bir süre beklemek zorunda kalırsınız. Bir de gitmeden önce telefon edip yemeğinizi ısmarlarsanız servisi hızlandırmış olursunuz.
Urfa deyince insanın aklına hemen lahmacun üşüşür. Atatürk Bulvarı’ndaki Gülhan Restoran (0414-313 33 18) lahmacunun en lezzetli yapıldığı yerlerden birisi. Burası, hem zengin mönüsü hem de temizliğiyle dikkat çeken lezzet duraklarının başında gelir.
Urfa’nın acısı kadar tatlısı da dillere destan. Ciğerci dükkanlarının vitrinlerinde sergilenen, nar gibi kızarmış tepsi kadayıfı insan baştan çıkartır. Tabii ünlü şıllığı, peynirli katmer tatlısını, fıstıklı baklavayı da asla unutmamak lazımdır. Urfa’da damağınızı çatlatacak türden peynirli tepsi kadayıfı veya katmer tatlısı yemek istiyorsanız, soluğu PTT karşısındaki Baklavacı Badıllı Dedeoğlu’nda (0414- 215 37 37) almanız gerekir. Orada yiyeceğiniz tatlıların tadını uzun süre unutmayacağınızdan emin olabilirsiniz. Urfa’ya ad ararken nereden nereye geldik!.. Siz hálá ad arayışına devam ediyorsanız, Urfa’nın ünlü taklacı güvercinlerini ve sıcağını da unutmamanızı öneririm.
Urfa’da isotsuz yaşanmaz
Caddelerde, sokaklarda, çarşılarda dolaşırken her köşe başında karşınıza bir baharatçı çıkar. Bu baharatçıların önünde, arkasında, sağında, solunda çuvallar sıralanmıştır. Bu çuvallarda koyu kırmızı, açık kırmızı, mor, bayrak kırmızısı renklerde isotlar sergilenir. İsot Urfa’nın her şeyidir. Her ev kendi isotunu üretir. Burada bu özel biber kullanılmadan yemek pişirilemez. Herkes kendi isotuyla övünür. Onsuz yaşamın bir anlamı yoktur. Ülseri iyileştirir, cinsel gücü artırır, antibiyotik etkisi yapar, en önemlisi de yiyenleri bülbül sesli kılar. Onun için Urfalılar’ın sesi yanıktır, en güzel türküler onların hançerelerinden dökülür. Tüm bu sevgiye bakıp "Buranın adı İsot Diyarı olsun" derseniz kimse size itiraz edemez.
Çiğköftenin öyküsü
Hz. İbrahim döneminde yaşayan bir Urfalı avcı, avladığı ceylanı eve getirerek hanımından yemek yapmasını ister. Hanımı evde odun bulunmadığını söyler. Çevrede toplanacak bir tek dal dahi kalmamıştır. Zira Nemrut, Hz. İbrahim’i ateşe atmak için yakacak ne varsa toplattırmıştır. Avcı, hanımından bir çare bulmasını ister. Bunun üzerine kadın, ceylanın budundan bir miktar yağsız et çıkararak bir taş üzerinde başka bir taşla ezmeye başlar. Sonra ezilmiş eti bulgur, biber, tuzla karıştırarak yoğurur. Yeşil soğan, maydanoz ekler. Böylece Urfa’nın o leziz ve tadına doyum olmaz çiğköftesi ortaya çıkar gelir. Hz. İbrahim’in ateşe atıldığı günden bir hatıra da bu yemek kalır.
Yazının Devamını Oku 22 Haziran 2008
Mardin, şiir söyleyen taş evlerin arasındaki çirkin evlere rağmen hálá güzelliğini koruyor. Gerçekten bir masal diyarını anımsatan bu kentin geçmişi, tarihi eserleri, dar sokakları kadar lezzetli yemekleri de insanın aklını başından alır. Bu hafta sizi Mardin’de keyifli bir yolculuğa çıkaracağım.
Mardin’i masal anlatır gibi anlatmak lazım. Çünkü bir yanında safran kokulu manastır Deyrülzafaran, diğer yanında zarif minaresiyle Ulu Cami, önünde ise ay ışığında denize dönüşen Mezopotamya Ovası, Mardin’i bir masal kentine çevirir. Bu masal kentinde taşlar şiir söyler. Çünkü taştan yapılmış eski evler, aralarına sokulan çirkin komşularına
rağmen hálá bir şiir kadar güzel. Bu kentte dinler kardeştir: Müslümanlar, Hıristiyanlar, Yahudiler, güneşe tapan Şemsiler asırlar boyu sarmaş dolaş yaşamıştır. Bu kentte diller akrabadır: Türkçe, Süryanice, Kürtçe, Arapça, İbranice, Ermenice birbirine kelime vermiş, birbirinden kelime almıştır.
Yaşı 5 bin yılı aşmıştır Mardin’in. Onun için adının nasıl konulduğu unutulmuştur. Kimileri kentin adını, Nusaybin civarında yaşayan Mardani adlı bir Arap kabilesinden aldığını söylerler. Kimileri ise bu adın, Süryani dilinde "Kaleler Kenti" anlamındaki Marde’den geldiğini öne sürer.
Dünü ve bugünü anlatan kitaplar, bir zamanlar meşelerin gölgelediği yollardan kervanların gelip geçtiğini, geceleri denize benzeyen ovasında buğday, arpa, darı, mercimek ekildiğini, bağlarından lezzetli şarapların damladığını, Nusaybin’in pirinç ambarı olduğunu, zeytinlerin kokusunun ta Suriye’den duyulduğunu, eriğinin lezzetinin tüm ülkede dillere destan olduğunu, balının tadının damakları çatlattığını, leblebisinin, küçük kirazının her yerde arandığını anlatırlar. Bunlar geçmişin övünmeleri. Şimdilerde ne zeytin, ne bal, ne pirinç kalmış. O güzelim leblebiye kimse sahip çıkmamış, tadı damaklarda kalan kirazlar da artık tezgáhlarda görünmez olmuş.
BULUT RENGİNDE KALE
Kentin tepesindeki kale bir tacı andırır. Evliya Çelebi’ye göre bu kaleyi tarif etmekte lisan kısa kalır, kalemler kırılır. Evliya böyle söyler ama yine de bir iki laf etmekten geri kalmaz. Mesela kalenin çölde göğe baş uzatmış, bulut rengini anlatır. Gerisini de şöyle getirir: "Bu kale o kadar yüksektir ki, en tepesinde olan burç duvarları Samanyolu gibi mavi bulutlara erişir." Bu kale için her türlü abartmalı benzetme yapılabilir, çünkü Mardin daha önce söylediğim gibi bir masal kentidir.
Bu masal diyarının sokakları da gerçek dünyanın sokaklarına hiç benzemez. Çünkü yarısı gölgeli, rüzgárlı, daracık sokaklardır. Mardinli Latif Öztürkatalay bu sokakları şöyle anlatır: "Sokaklarımızın hemen tamamı dardır. Ama dar olanın daha darı da vardır. Geniş sokaklar Iskak, dar olanlar Zabok’tur. Dar sokakların en cücesi Şehidiye Mahallesi’ndedir. Adı Zabok-il hırak yani Paçavralı Sokak’tır. Bu sokaktan bir merkebin geçmesi mümkün değildir. Ancak 60-70 kilo ağırlığında insanlar tek sıra halinde geçerler." Bir duvarın yamacında unutulmuş cumbalar ise bu sokakların süsüdür.
12. yüzyıldan kalma bir Artukoğlu yapısı olan ve minaresi sonsuzluğa bakan Ulu Cami’nin dört kapısı var. Biri buğdayın bereketine, biri pirincin sabrına açılır. Biri tevekkülün kapısıdır, diğeri ise cömertliğin. Bu masal şehrin her köşesinde bir eser yükselir: Deyrülzafaran Manastırı, Zinciriye, Kasımiye, Şah Sultan Hatun, Şehidiye medreseleri, Firdevs Kasrı, Mor Mahail Kilisesi, Revaklı Çarşı... Hepsinin ayrı bir öyküsü vardır. Öyküleri peş peşe anlatılmaya kalksak, kitaplara sığdıramayız.
Gece olunca masala bir de deniz girer. Çünkü Mezopotamya Ovası güneş çekilince karanlık bir denize benzer. Kızıltepe’nin, Nusaybin’in, Suriye’nin, irili ufaklı köylerin ışıkları da ada gibi görünür. Bir de Mardin gecelerinde, gökyüzünün bütün yıldızları parıldar. Onlarda her türlü masalı bulmak mümkündür. Mardin’in masalı çok anlatılmıştır ama bir türlü bitmez. Tam bitti derken bir köşeden bir yenisi çıkagelir. Onun için bu yazıyı Mardin’in masalının girizgáhı kabul edin.
KENTİN TADI TUZU
Bu girizgáhtan sonra, Mardin’in tadını tuzunu anlatmaya gönül rahatlığıyla başlayabilirim. Mardin yemekleri de şehir kadar masalımsı. Çünkü böylesine lezzetli yemek ancak masallarda yenir. Bundan yıllarca önce geldiğimde bu yemekleri yeme şansına varmıştım. O zamanlar Birinci Cadde üstündeki "Turistik Restoran", kentin eli yüzü düzgün tek lokantasıydı. Ama bu masal kadar lezzetli yemeklerin çok azını bulmak mümkündü.
Tattıklarımı Mardinli anneler, teyzeler, halalar, ablalar yapmışlar, özel bir odada hazırladıkları yer sofrasında önüme koymuşlardı. Neler neler yememiştim ki! Önce yarma buğday ve koyun yoğurdu ile yapılan nane soslu soğuk soslu lebeniye çorbasına kaşık sallamıştım. Sonra sumak suyunda pişen yaprak sarmalarını teker teker bitirmiştim. Patlıcanlı pilavı yemeye doyamadığımı hatırlıyorum. İkbeybet denilen haşlama içli köftenin, Irok denen kızarmışının lezzetine şaşırıp kalmıştım. Kibe denen içi pilavla dolu işkembe dolmasına hayır diyememiştim. Kaburga dolmasından bir parça alıp yemek faslını kapatacaktım ki, şekerli cevizi yufkaya sarıp üstüne şerbet dökülerek yapılan kahiye her şeyi altüst etmişti.
Bu yemeklerin üstünden tam on yıl geçti ama hálá tatları damağımda. Yemekleri yapanların ellerine sağlık olsun. Son gidişimde bana 10 yıl önce bu yemekleri tattıran Ebru Baybara Demir’in açtığı "Cercis Murat Konağı"na (482-213 68 41) uğradım. Ebru, burada hayallerini gerçekleştirmiş, masallara layık yemeklerin kokusunu tüm Mardin semalarına yaymıştı. Ovayı gören bir masaya oturdum, nar salatasını, nohut köftesini, ekşili erik yahnisini, ayvalı kavurmayı, etli patlıcan dolmasını, yani birinci gelişimde tatmadığım ne varsa çatalımın ucuna taktım. Patlıcanlı pilavla hasret giderdim. Güneşin son ışıklarıyla birlikte denize dönüşmeye başlayan ovayı seyrederek, damağıma sıvanan tatların keyfini çıkardım.
Bir öğle yemeğinde de, Birinci Cadde üstündeki kentin en eski kebapçısı Rıdo’ya (482- 212 17 44) gittim. 1917’den beri bacasından kebap kokulu dumanları gökyüzüne salan Rıdo’da, pidenin üstüne acılı şiş köfteler çektirdim. Midyat’ta telkari ustalarını seyretmekten yorulunca, soluğu Saray Lokantası’nda (482- 462 34 36) aldım. Buz gibi köpüklü ayrana Sembusek denen kapalı lahmacunu katık ettim. Ama aklım Beyazsu Nehri’nden çıkan yağlı alabalıklarda kaldı. Biber salçasıyla terbiye edilmiş bu balıkların, ızgara üstündeki cızırtısını uzun uzun dinledim.
Masal şehir Mardin’in ne sokakları, ne taş evleri, ne hamalları, ne eşekleri, ne çarşısı pazarı, ne tarihi eserleri, ne de yemekleri sadece yazıyla tasvir edilebilir. Çünkü kelimeler, sesi ve kokuyu anlatamaz. Masalı tam anlayabilmek için şehri dinlemek, dar sokaklarını, çarşılarını koklamak yani Mardin’e gitmek gerekir. Yolunuz açık olsun.
Bunları yapmadan dönmeyinÜnlü leblebisinden, çeşit çeşit sabunlarından, bakır kapkacağından, her derde deva baharatlarından, ustaların göz nuru telkari takılardan, lezzetli Süryani şarabından, taze peynirinden hem kendinize hem eşinize dostunuza almadan dönmeyin.
12. yüzyılda yapılan Ulu Cami’yi, Artuklular’dan kalma Zinciriye Medresesi’ni, Latifiye ve Şehidiye camilerini, Deyrülzafaran Manastırı’nı, Kasımiye Medresesi’ni, Kırklar Kilisesi’ni, Mor Mahail Kilisesi’ni, Dara harabelerini, Nusaybin’i ve Mor Yakup Kilisesi’ni, Zeynel Abidin Camii’ni ve Külliyesi’ni, müze kent Midyat’ı, buranın ortaçağı andıran eski sokaklarını ve Deyr-ül Umur Manastırı’nı, sular altında kalacak Hasankeyf’i görmeden dönmeyin.
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2008
Geçen hafta Fransa’nın en önemli gastronomi ve şarap bölgesine yaptığım gezinin ilk bölümünü anlatmıştım. Yeşil denizi andıran, dünyanın en lezzetli ve kaliteli şaraplarının üretildiği bağlar, şarap severlerin rüyalarını süsleyen şatolar, Margaux, Pauillac, St. Julien gibi Medoc bölgesinin önemli şarap kasabaları, nehrin sağ yanındaki St. Emilion’da tadımlar, insanın damağını şenlendiren yemekler arasındaki koşuşturmamı sizinle paylaşmıştım. Bu hafta ağız sulandıran gezinin devamını anlatacağım.
Bordeaux bölgesinde "özel" rehberim Serdar Arnas’ın eşliğindeki gezimizin rotasını, turizmci arkadaşım Fikret Atalay çizmişti. Sahibi olduğu "Koptur" (0212-253 49 84) aracılığıyla yıllardan beri buralara gurme turları düzenlediği için, lezzetin nerede gizlendiğini çok iyi biliyordu. Çizdiği yol haritasına göre St. Emilion’dan sonra, Siyah Perigord bölgesinin en önemli kentlerinden Sarlat’ya gidecektik.
Perigord’da, mütevazı Bordeaux mutfağının aksine, Fransa’nın en lezzetli yemekleri pişiriliyordu. Özellikle kaz ve ördeklerden elde edilen ürünler dünya çapında nam salmıştı. Bir de siyah mantarı vardı ki, bunlar damağına düşkünler arasında efsaneleşmiş "truffle"lerdi. Çok az bulunduğu için de çok pahalıya satılıyordu. Enis Batur’un gezi notlarında okuduğuma göre, Perigord’da orman kenarında park edip birkaç dakika dolaşmaya kalkarsanız sizi mantar toplayıcısı sanan köylüler, arabanızın tekerleklerini parçalıyormuş.
Serdar Arnas’a bakılırsa, bu bereketli topraklarda mutfak için her türlü lezzetli malzemeyi bulmak mümkünmüş. Akarsu ve göllerinde balıklar, kümeslerinde yağlı kazlar, ördekler, tavuklar, otlaklarında sığırlar ve körpe kuzular, tarlalarında patatesler, tahıllar, bağlarında lezzetli şaraplar yemek masalarını bir şölene çeviriyormuş. Bu bölgenin yemeklerinde başrol oyuncuları ise sarmısak, kaz yağı ve ceviz üçlüsüymüş. Hele hele şarküteri ürünleri tam damak çatlatan cinstenmiş. Sosisleri, grillon denen sucukları, karanfil ve ardıçlı Perigord jambonu, kaz ciğeri ve kaz eti kavurması, kaz boynu dolması, kaz yağında kızartılan siyah mantarlı patates...
St. Emilion’dan uzaklaştıkça bağlar da görüntüden çekildi. Yerini yeşil tarlalar, zümrüt ormanlar aldı. Yol görkemli Dordogne Irmağı’nın kah solundan, kah sağından akıyordu. Arada bir ağaçların arasından şatoların kuleleri görünüyor, bu da manzaraya masalsı bir hava veriyordu. Bir virajı döndüğümüzde tepenin üstünde tüm haşmetiyle Beynac Şatosu belirdi. Öylesine etkileyiciydi ki, yoldan sapıp tepeye tırmanmaktan kendimizi alamadık.
SARLAT’YA YILDIRIM AŞK
Nehre doğru çıkıntı yapan dev bir kayanın üstüne inşa edilmiş bu şato, Dordogne Irmağı’ndaki ulaşımı ve vadiyi kontrol altında tutuyordu. Şatonun sakinleri Fransa Kralı’nın sadık dostlarıydı. Tam karşı kıyıda ise İngiliz dostu Castelnaud Şatosu vardı. Kalenin burçlarından bakınca insanın içini huzurla dolduran bu zümrüt yeşili topraklar, aslında din savaşları yüzünden kan gölüne dönmüştü bir zamanlar. Yüz yıla yakın bir süre süren bu savaşlarda, Katoliklerle Protestanlar birbirlerini kılıçtan geçirmişti.
Kaz ve ördek ciğerinin başkenti Sarlat’ya geldiğimizde vakit öğleyi geçmişti. Peşinen söylemeliyim ki daha görür görmez bu küçük kente aşık olmuştum. Yıldırım aşk denen şeydi bu. Daracık sokaklarında gezdikçe de aşkım derinleşti. Duvarlarına sarmaşık gülleri dal atmış, cam önlerinden sardunyaların, cam güzellerinin sarktığı, damları siyah arduvaz taşıyla kapatılmış asırlık taş evler, küçük meydanlar, küçük lokantalar, kahveler beni bir ahtapot gibi sarıp sarmalıyor, sanki içlerine çekmek istiyordu.
Bugünkü halini Andre Malraux’nun 1962’de çıkardığı yasalara borçlu olan Sarlat, Fransa’nın, hatta Avrupa’nın görülmeye değer canlı müzelerinden biriydi. İki gün boyunca bu sokaklarda dolaşıyor, akşamları ise kendimize kaz ciğerinin çeşitli varyasyonları ile ziyafet çekiyorduk. Zaten yörenin ünlü Monbazillac şarabının eşlik ettiği kaz ciğerinden sonra, insanın canı başka bir şey yemek istemiyordu. Monbazillac şarabı, sadece kaz ciğeri için yaratılmıştı sanki. Hiçbir yemekte içmeyi tercih etmeyeceğim bu tatlı şarap, kaz ciğeriyle öylesine uyumluydu ki, her lokmadan sonra damağımın çatır çatır çatladığını hissediyordum.
GÜZELİM BORDEAUX
Artık son durak Bordeaux’ya dönebilirdim. Bu kentin adını sanını iyi biliyordum ama hiç gitmemiştim. Onun için önceden hazırlık yapmıştım. Özellikle bu kentte uzun süre kalan Enis Batur’un, "İki Deniz Arası Siyah Topraklar" adlı anı-günce kitabında birçok satırın altını çizmiştim. Otelimiz kentin önemli caddelerinden L’Intendance Bulvarı’na açılan dar sokaklardan birindeydi. Önce aynı bulvar üstünde 57 numaralı evin önüne gittim. Burası ünlü ressam Goya’nın 1828’de öldüğü evdi. Daha sonra Sainte Catherine Caddesi’ni boydan boya geçip Victoire Meydanı’ndaki pazar yerine gittim. Alsace-Lorraine Bulvarı’nda, St. Pierre Meydanı’nda, Comedie Meydanı’nda aylaklık ettim. Garonne Nehri’nin kıyısında sere serpe gezinenlerle birlikte yürüdüm.
Bu aylaklıklarım sırasında ayaklarıma inen karasuların öfkesini dindirebilmek için sık sık kahvelere sığındım. Buralarda kendime soğuk Lillet ısmarladım. Garsonlardan öğrendim ki; bu içki 10 değişik meyve, tatlı portakal kabuğu, biraz kinin, biraz konyak ve Cabarnet Sauvignon şarabı ile yapılıp fıçılarda dinlendiriyormuş. Bu muhteşem içkinin iki bardağı, hem serinletiyor hem de tatlı bir boşvermişliğe itiyordu.
En çok hoşuma giden mekanlardan biri de Mollat Kitabevi oldu. Her ne kadar burada satılan kitapların dilini anlamasam da onlara dokunmak, koklamak hoşuma gidiyordu. Burası gördüğüm en büyük kitapçılardan biriydi. Bu gelişimde Bordeaux’nun keyfini çıkardım, tanışmayı ise bir sonraki yolculuğuma bıraktım. İstanbul’a giden uçağa binerken gönlümü Fransa’nın bu bölgesine emanet ediyorum.
Bordeaux’nun mütevazı mutfağı
Çok etkileyici şaraplara sahip olan Bordeaux Bölgesi, ünlü Fransız mutfağının alt sıralarında yer alır. Bir şatoda, krallara layık 18. yüzyıldan kalma görkemli bir yemek masasının üstünde, içinde nadir şaraplar bulunan üç karaf ile aile yadigarı yemek takımlarını görünce aklınızdan kim bilir ne yemekler geçer! Bu muhteşem masada önünüzdeki tabağa haşlanmış patates ve bezelye ile birlikte kızarmış bir tavuk servis edilirse tüm hayalleriniz yıkılmaz mı?
İnanılmaz lezzette şaraplar üreten bu bölge, nasıl olur da yemek konusunda bu kadar geri planda kalır? Bazılarına göre bu sorunun yanıtı İngiliz etkisidir. Çünkü Bordeaux’lular, 1152 yılından itibaren tam 300 yıl boyunca İngiliz halkı olarak anılmıştır. Bu sürede iki ülke arasındaki bağlar çok güçlenmiş, kültürler iç içe geçmiştir. Mutfak konusunda maalesef ki İngilizler daha ağır basmıştır.
Bu teze karşı çıkan pek çok Bordeaux’lu, bu basit mutfağın nedenini bölge halkının bağlarda çalışmaktan yemek yapmaya vakit bulamamasına bağlar. Onlara göre, üstünde karamelize soğanlarla servis edilen az pişmiş biftek, ev yapımı sosis patesi, lokal midyeler, yağlı yılan balığı ve kırmızı şarapla pişen casserol, üzüm bağlarının çevresinde otlayan kuzuların pirzolası, Bordeaux şaraplarının en lezzetli eşlikçisidir.
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2008
Bu hafta size Fransa’nın şarap ve gastronomi bölgesi Bordeaux’da yaptığım gezintiyi anlatacağım. Anadolu’nun o lezzetli yemeklerinin tadı hálá damağımdayken Fransa’da ikinci bir lezzet fırtınasına yakalandım. Ünlü şatoların şaraplarını yudumlayıp bu muhteşem mutfağın yemekleriyle haşır neşir oldum. Arkadaşım Fikret Atalay, sahibi olduğu Koptur’da dünyanın çeşitli yerlerine ilginç turlar düzenler. Geçenlerde telefonda bana "sorbet" ikram etmek istediğini söyledi. Önce şaşırdım. Sorbet, öyle durduk yere ikram edilmezdi. Büyük davetlerde, genellikle başlangıç yemeklerinden ana yemeğe geçerken damağı temizlemek için verilen bir soğukluktu. Fikret bir yemeğe mi davet ediyordu acaba? "Hayır" dedi, "iki Anadolu mutfağı arasında damağını şaşırtmak istiyorum..." Beni Bordeaux bölgesine götürme niyetindeydi. Dünyanın en kıymetli şaraplarının damıtıldığı bağların arasında bir yolculuk yapacaktım.
Fikret rotayı anlatırken ben hayal alemine çoktan dalmıştım: Bağların etrafındaki otlarla beslenen kuzuların pirzolalarına, özel yetiştirilmiş ördeklerin göğüs etlerine eşlik edecek gövdeli kırmızı şarapları, üzerine kaz ciğeri süreceğim ekmek dilimlerini veya rokfor peynirini yedikten sonra yudumlayacağım tatlı Sauternes’leri, deniz mahsulleri, özellikle istiridyeyle içeceğim soğutulmuş beyaz şarapları, "escalope"a eşlik edecek soğuk pembe şarapları, kahvede yorgunluk atarken içeceğim buz gibi "Lillet"leri düşündükçe ağzımdan akan sulara söz geçiremez oldum.
YEŞİL DENİZİN ORTASINDA
Fikret davetinin sonunu da müjdeli bitirdi: Bu gezi de bana Serdar Arnas eşlik edecekti. Serdar, Mutfak Dostları ve Şarap Dostları derneklerinin üyesi, yeme içme konularına hakim, Türkiye’nin en iyi arkeoloji bilgisine sahip, Bizans dönemi İstanbul’unun uzmanı, tecrübeli bir Fransızca rehberdi. Daha da ötesi, benim yıllardan beri dostumdu. Serdar yol boyu rotayı, mönüleri, lokantaları anlattı. Bu yüzden uçak yolculuğunun nasıl geçtiğini anlayamadım.
Kiraladığımız arabayla yola çıktığımızda, haritayı okumakta zorlandığımız için önce yanlış yollara saptık. Telaşlanmadım. Her seferinde böyle oluyordu. Çevreye alışıncaya kadar dönüp dolaşıyor, sonra doğru yolu buluyorduk. Bordeaux’nun çevresinden dolanıp Gironde Deltası ile okyanusun arasında kuzeye tırmanan dar yola saptık. Yolun başlangıcından itibaren bağlar da göründü.
Bu topraklar birkaç yüzyıldan beri bu bağlara kucak açmış, onları büyütmüş, katmanlarındaki tüm lezzetleri üzüm salkımlarına doldurmuştu. Asmalar yeni yeni yapraklandığı için, bağlar yeşil bir denizi andırıyordu. Rüzgárla dalgalanan bu yeşil denizin en lezzetli kızı tabii ki Cabarnet Sauvignon üzümüydü. Ama diğer kızları da göz ardı etmemek lazımdı: Cabarnet Franc, Malbec, Merlot, Petit Verdot, Muscadelle, Sauvignon Blanc... Bunların da lezzetleri, damaktaki cilveleri asla unutulmamalıydı. Bu baştan çıkarıcı kızlardan, yılda yaklaşık 700 milyon şişe şarap üretiliyordu.
Bölgeye ilk kez geliyordum ama, tabelaların işaret ettiği yöreleri çok iyi biliyordum. Yıllardan beri şarap yolculuklarımda hep önüme çıkan isimlerdi bunlar: St. Estephe, Pauillac, St. Julien, Listrac, Moulis... Hele hele şatoların yollarını gösteren tabelaları okudukça heyecanlanıyordum. Bu şatoların bağlarında dünyanın en lezzetli şaraplarının üretildiğini biliyordum: Şato Margaux, Şato Palmer, Şato Lagrange, Şato Mouton Rothschild, Şato Latour... Kiminden birkaç yudum, kiminden birkaç kadeh de olsa bunların hemen hepsinin şarabını tatmıştım.
ÖNÜM ARKAM ŞATO
Şatolar bu kadar değildi tabii ki. Yol tabelaları her köşede başka bir şatoyu işaret ediyordu. Bunların kimisi devasa boyutlarda kimisi ise bağ evinin iricesiydi. İlk duraklamayı Margaux kasabasında yaptık. 2-3 katlı taş evlerin arasındaki daracık sokaklarda yürüdük. Fırınların önünden geçerken taze ekmek kokusu başımızı döndürdü. Adım başı karşımıza çıkan şarap dükkanlarını gezerken, hem Serdar hem ben, ruhumuzu sarmalayan kıskançlık ve hayranlıkla karışık duyguları birbirimize itiraf ettik.
Sokakları aşıp ünlü Margaux şatosuna geldik. İki yanında ulu çınarların sıralandığı patikadan yürüyüp, şatonun bahçesindeki kestane ağaçlarının gölgesine sığındık. Sarı benizli bir şatoydu. Çünkü hem kendisi hem çevresindeki sıkımhaneler, depolar hep sarı badanalıydı. Şatonun aristokrat bir duruşu vardı. "Kadife eldiven içindeki demir bir yumruğa" benzetilen şarabının kalitesiyle gurur duyduğu her köşesinden belli oluyordu. Sonra bağların içinde yürümeye başladık. Etrafta çıt çıkmıyordu. Taze yapraklar, okyanustan kopup gelen serin rüzgárla oynaşıyordu. Zaten tüm bölge üzümlerine eşsiz tatlar veren okyanusun üflediği bu tuzlu, deniz kokulu rüzgarlar değil miydi?
Bağlarda yürümek bizi acıktırdı. Fazla dayanamadık, soluğu kasabanın en lezzetli lokantasında aldık: "Pavillon de Margaux." Bağ manzaralı bir masaya oturup yemeklerimizi ısmarladık. Ben yemeği ev yapımı ördek ciğeriyle açtım. Ana yemek için ise yanında taze patates ve mevsim sebzeleri bulunan ördek göğsü ısmarladım. Şarabı ise Serdar Arnas seçti: Grand Cru Classe en 1855, "Şato Branaire-Ducru, 1999".
"Şarap Yolu", şatoların, bağların arasından döne dolaşa bizi Pauillac’a kadar götürdü. Burada üretilenler, dünyanın en fazla yıllanabilen şaraplarıydı. Dünyanın en pahalı şaraplarını üreten şatolar da bu bölgedeydi: Şato Latour, Şato Lafite-Rothschild ve Şato Mouton Rothschild. Köyün eski evleri, Rothschild’lerin modern binasının yeşil camlarında yansıyordu. Sanki tüm köy bir cam duvarların üstünde toplanmıştı. Bu cam binada şatonun tarihi sergileniyordu. Mouton-Rothscild’in şişe etiketleri 1946’dan beri her yıl değişik bir ressam tarafından yapılıyordu.
NEHRİN SAĞ YAKASINDA
Medoc bölgesindeki gezintimizi ikindinin biraz sonrasında tamamlayıp direksiyonu bir başka şarap bölgesine, St. Emilion’a çevirdik. Yine Bordeaux’nun çevresinden dolaştık. Bir süre sonra üzüm bağları yeniden görüntüye girdi. O zaman hedefe yaklaştığımızı anladık. Bordeaux bölgesinin bu bölümü (Garonne Nehri’nin sağ yakası) uzun yıllar gözlerden uzak kalmıştı. Bordeaux’lu şarap tüccarları, Medoc’un ünlü şatoları ile iş yapmayı yeğlediği için St. Emilion bağlarının üzümleri pek para etmemişti. 1800’lerin ortasında, Garonne ve Dordogne nehirlerinin üstüne köprü yapılmasından sonra bölgenin kaderi değişti. Şarap tüccarlarının gözde pazarı haline geldi.
Bizi önce şarapevlerinin ilanları karşıladı. Hepsi şaraplarını tatmak için bizi çağırıyordu. Tabelalar beni daha başlangıçta heyecanlandırdı. Kasabanın içine girmek yasak olduğu için, çevreden dolaşıp otelimizi bulduk. Serdar’ın söylediğine göre otel daha önce Kardinal Saint Luce’nin eviymiş. Arabayı park ettikten sonra bir acele kendimizi dar sokaklara attık. Şarapevleri kapanmadan mümkün olduğunca şarap tatmak niyetindeydik. St. Emilion alımlı bir kasabaydı. Akdenizli bir havası vardı. Parke taşı döşeli sokakları, damları siyah arduaz taşı veya oluklu kiremit kaplı taş evleriyle bozulmamış bir ortaçağ kentiydi. Bir yandan dolaşıyor bir yandan da önümüze çıkan şarapevlerinde tadımlara katılıyorduk. Bu küçücük kasabada şarap satan tam 98 dükkan bulunduğunu öğrenmek beni şaşırttı. Çünkü İstanbul’da, bu büyüklükte dükkan sayısının 2-3 tane olduğunu biliyordum.
Ertesi gün yörenin ünlü şatoları Cheval Blanc, Magdelaine ve Ausone’u ziyaret edip St. Emilion ile vedalaştık. Şimdi sırada Fransa’nın kaz ciğeri diyarı Gaskonya ve güzeller güzeli Bordeaux vardı. Onlar haftaya kaldı. Biz uzaklaşırken gri bulutlar arkamızdan yağmur döküyordu.
Baştan çıkarıcı tatlılar
Şarap tadımından fırsat buldukça kahvelerde oturduk, tek parça kireç taşına oyularak yapılan şaşırtıcı kiliseyi gezdik, kasabanın ünlü tatlıları Macaron ve Canele’lerin tadına baktık. 1600’lerin başından beri St. Emilion’da yapılan Macaron bir tür badem ezmesi. Şam Baba görünümündeki Canele’nin ortası krem karamel benzeri bir sosla doluydu. Bu muhteşem tatlı pazar günleri öğleden sonra kahvelerde kırmızı şarap eşliğinde yeniyordu.
Şatoyu İngiliz’e sattı ama yılda 500 litre şartı koydu
Yemekten sonra yörenin diğer ünlü şatosu Palmer’e gittik. Çatısında bayraklar dalgalanan şato, ziyaretçileri önce muhteşem bahçesiyle fethediyordu. 19. Yüzyılda yapılan bu şato, daha sonra İngiliz general Charles Palmer’e satılmıştı. Şatonun sahibesi dul bayan Maria Brunet de Ferriere, satış şartnamesine, "Ölünceye kadar kendisine her yıl 500 litre şarap verilmesi" şartını da koydurmayı ihmal etmemişti.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2008
Bazı kentler vardır ki, yaşamımda özel bir yerde dururlar. Bunlardan biri de Sivas’tır. Çünkü atalarımın kentidir. Annem ve babam bu kentin sınırlarında doğup büyümüştür. Benim anılarımda ise çok az da olsa bu kentle ilgili masallar, türküler, aşıklar ve yemekler yer alır. Kulaklarım ve damağım Sivas’ın sesleri ve tatlarıyla dolup taşmıştır.
Sivas, çocukluk anılarımı süsleyen ikinci kent. Zaten çocukluğum topu topu üç kentte geçti: Ankara, Malatya, Sivas... Sonrası hep İstanbul. Çocukluk, gençlik, orta yaşlılık ve yetişkinlik. En çok anım İstanbul’la ilgili tabii ki... En azı da Sivas’tan. İki aylık yaz tatilinde insan ne kadar anı biriktirebilir ki?
Nüfus kağıdımın şehir hanesinde Sivas, kaza hanesinde ise Yıldızeli yazar. Yıldızeli, annem ile babamın doğum yeri. Orada doğup büyümüşler. Babam aslında Yavu Köyü’nden bir Çerkez. Annem ise köklü ailelerden Yaraşlar’ın kızı. Anılarımın çoğu, Ankara’dan Sivas’a giden karayolunun hemen üstünde yer alan çok büyük bir çiftlikle ilgili.
İlkokulu bitirmiş, yaz tatili için çiftliğe gitmiştik. Yaşamımın birçok ilkini orada gerçekleştirmiştim: Harmanda düven sürmüş, çobanla koyun sürülerini otlağa götürmüş, yayık yaymış, traktöre binmiş, suyun kaynağından doya doya içmiş, ata binmiş, eşekten düşmüş, turna kuşu görmüş, tüfek atmış, süt sağılmasını seyretmiş, Kangal köpeklerine yal hazırlamış, madımak toplamış, köstebek kovalamış, çermikte yüzmüş, babamın sarhoş olduğunu görmüştüm. Bunların hepsini tüm ayrıntılarıyla hatırlıyorum. Bir de Yavu Köyü’ndeki Çerkez düğünü bir sinema karesi gibi gözümün önünde. O yıllarda Çerkez kızlarının modern giyimleri beni şaşırtmıştı. Tıpkı İstanbul’daki kızlara benziyorlardı. Annem Çerkez olmadığı halde öylesine güzel oynamıştı ki, şaşırıp kalmıştım.
Anılarımın özeti bu kadar. Sivas’ı o yaşlarda görmemiştim. Çok sonraları askerlik işlemleri için gitmiş, yarım gün kalıp dönmüştüm. O gidişimden aklımda kalanlar ise lise ile vilayet binasıydı. Sokaklar, insanlar, ünlü medreseler, camiler anılarımda hiç yer almamıştı. Onun için son gidişimde, aslı Sivaslı bir yabancıdan başka biri değildim.
SİVAS’IN GEÇMİŞİ
Sivas’ı tanımaya caddelerinden ve sokaklarından başladım. Apartmanlar, apartmanlar, apartmanlar ve kentin biraz dışarısında yükselmeye başlayan siteler. Yani her yerde rastlayabileceğim binalara bakarak, Sivas hakkında bir düşünce oluşturamazdım. Caddelerde neşe içinde yürüyen erkekli kızlı gençlerin ise kente enerji dolu bir görünüm kattığını söyleyebilirim. Üniversite, her kentte olduğu gibi Sivas’ta da günlük yaşama hareket getiriyordu.
Aslında Sivas’ı anlayabilmek için, geçmişe doğru uzun bir yolculuk yapmak gerekiyor. Şehir merkezi yakınlarındaki Toprakkale Höyüğü’nde bulunan Hitit yerleşimine ait kalıntılar, kentin yaşı hakkında eldeki en önemli ipuçları. Pontus kralları, Romalı generaller, Ermeniler, Selçuklular, Danişmentler, İlhanlı İmparatorluğu, Osmanlılar, pek çok stratejik yolun kesiştiği Sivas’ı ellerinde tutabilmek için epey kan dökmüştü.
Sivas, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında da çok önemli bir rol oynamıştı. Sivas Kongresi ile birlikte, Anadolu İstanbul’a karşı bayrak açmıştı. Cumhuriyet Meydanı’nın karşısındaki parkta oturup o olayların gerçekleştiği mekanları seyretmek, Türkiye’nin dört bir yanından gelip bugünün oluşmasını sağlayan kişilerin, meydanda bir aşağı bir yukarı gidişlerini düşlemek beni adını koyamadığım bir duyguyla sarıp sarmaladı.
Parktan kalkıp Muzaffer Buruciye Medresesi’ne gittim. 1271’de yapılan medresenin süslü kapısını seyretmeye doyamadım. Çay bahçesine dönüştürülen avluda oturup demli bir çay eşliğinde tarihi yudumladım. Sonra biraz ilerideki Çifte Minareli Medrese’ye gittim. Erken Türk dönemi medreselerinin vazgeçilmez bir parçası olan çini süslemeli tuğla minareler beni adeta büyüledi. Medresenin hemen yanı başındaki tarihi hamam yıkıntısının duvarlarına oturup minareleri uzun uzun seyrettim. Gök Medrese inşaat iskeleleriyle çevrelendiği için pek yaklaşamadım. Duvarına asılı bir afişte, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kentte onarılmamış tarihi eser bırakmayacağı müjdesini okuyunca sevindim. Diğer medreseler, camiler, türbeler, cana yakın insanlar... Gezip gördükçe Sivas’ı daha çok sevdim, daha çok benimsedim.
ANILARIMDAKİ LEZZETLER
Sivas’a, yabancı olmadığım yemekleri bir kez daha tatmak için gelmiştim. Çoğu yemek, yıllarca evimizin mutfağında pişmişti. Annemin en favori yemeği içli köfte ile pastırmalı madımaktı. Babaannemin patatesli, çökelekli sac katmerlerine doyum olmazdı. Soğuk kış günlerinde evin içi buram buram kavurma herlesi yani un çorbası kokardı. Nedense mercimekli bulgur pilavına burun kıvırırdım o yaşlarda. Şimdi ise "olsa da yesem" diye can atıyorum. Bir çeşit yoğurtsuz mantı olan hıngel ile çullama böreği ise hálá en sevdiğim tatlar sıralamasının baş köşesinde yer alıyor. İşte böylesine yakın olduğum yemeklerin tadını hatırlamak, lezzet duraklarını keşfetmekti niyetim.
Önce Sema Hanım’ın Yeri’ne (346-223 94 96) uğradım. Mutfakta başta Sema Hanım olmak üzere kadınlar çalışıyordu. Sivas’ın yerel yemeklerinin birçoğunu burada bulmak olasıydı ama ben peynirli gözlemeyi seçtim. Malzemesi bol gözleme sac üstünde kıvamında pişirilmişti. Kendimi tutmasam bir de patatesli yiyebilirdim. Karnım doymasına rağmen gözüm içli köftede, su böreğinde, hele hele Özbek pilavında kaldı.
Sonra Sofa Ev Yemekleri (346-224 80 15) lokantasında tam bir ziyafetin ortasına düştüm. Önden yoğurtlu çorbaların kralı peskütan çorbası, sonra Sivas’ın milli yemeği pastırmalı madımak, bir dilimde ıspanaklı böreği yiyince hurma tatlısına yer kalmadığını fark ettim.
KİRLİ AHMET’İN KÖFTESİ
Sivas’ın köftesinin çok lezzetli olduğundan haberiniz var mı? Eğer gerçek Sivas köftesini nerede yiyeceğim diye sorarsanız bütün parmaklar "Kirli Ahmet"in yerini (346-226 28 27) işaret eder. Köftecinin gerçek adı "Besler Kebap"tır ama kimse bu adla anmaz. Ahmet Usta’ya "Kirli" lakabının takılmasının nedeni çalışırken kirlenen önlüğüdür. Ahmet Usta, neredeyse 24 saat dükkandadır, köfteyi yoğurur, ocağın başından ayrılmaz. Bu nedenle de ona temiz önlük dayanmaz. Sadece et ve tuzdan oluşan köftenin, bugüne kadar yediklerimin en lezzetlisi olduğunu söyleyebilirim.
Sivas’taki lezzet yolculuğumu Lalezar’da yediğim muhteşem kalbura bastı tatlısıyla noktaladım. Tüm bunları hazmedebilmek için Çerkez’in Kahvesi’nde bir sade kahve içtim. Bu kez atalarımın memleketi Sivas’ı daha yakından tanımış, yıllar önce damağıma sıvazlanan tatları bir kez daha hatırlamış oldum.
Paylaşılamayan kebap
Ünlü sebzeli kebabı ise Lezzetli Sivas Mutfağı (346-224 2747) lokantasında yedim. Aslında bu kebap paylaşılamayan bir kebaptı. Amasyalılar adını "Amasya Kebabı" koymuştu. Sivaslılar ise Sivas Kebabı olduğunda ısrar ediyorlardı. Tokatlılar ise bu kebabın gerçek adının Tokat Kebabı olduğu konusunda hayli sağlam deliller öne sürüyorlardı. Sivaslılara sordum, yüz yıl öncesinin kayıtlarında Sivas kebabından bahsedildiğini, bunu yapan Ermeni ustaların Sivaslı olduğunu isim vererek söylüyorlardı. Ben de uzun yıllardan beri bu kebabın asıl memleketinin Tokat olduğunu biliyordum. Ama Sivaslıların kanıtlarına da karşı çıkamadım. Onun için kebap çekişmesinde aradan çekildim.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2008
Kayısı kenti Malatya’nın anılarımda çok özel bir yeri var. Çünkü ilk ABC’yi burada öğrendim, sinemayla ilk kez burada tanıştım. Son gidişimde bir yandan buğulu anılarımın peşinde koşturdum, diğer yandan da muhteşem lezzetleriyle tanıştım. Dünün ve bugünün Malatya’sını bir kez daha çok sevdim.
Malatya ile ilgili anılarım buğulu. Nasıl net olsun ki! O günden bugüne neredeyse yarım asır geçmiş. Beyin kıvrımlarımı ne kadar zorlarsam zorlayayım nafile. Camın üstündeki buğuyu silip anıları bir türlü netleştiremiyorum. Suç sadece belleğimde değil. Kent o yıllardan bugüne öylesine değişmiş ki, hatırladığım hiçbir görüntü karşıma çıkmadı. Bir tek okulum hariç.
Okula, Malatya’da Gazi İlkokulu’nda başlamıştım. Bina yerli yerindeydi. Hatta o günlerden daha da yeni görünüyordu. Bahçede oynayan çocukları seyredip çocukluğumu hatırlamaya zorladım beynimi... Leblebi tozu aklıma geldi birden. Büyük çocukların ağızlarına doldurduğu leblebi tozlarını üstümüze püskürttüğünü hatırladım. Bir de enseme tokat atan çocukları... Ağlayarak eve gitmiş, anneme bir daha okula gitmek istemediğimi söylemiştim.
Sinemaya da ilk kez Malatya’da gitmiştim. İstanbul sinemasıydı sanırım. İlk gördüğüm film de, Hintli aktör Raj Kapoor’un Avaresi’ydi. Okulun yanındaki (veya karşısındaki) sinemayı bu gidişimde bulamadım. Oturduğum Hastane Caddesi’ni de hiç hatırlamadım. Ne bahçeler ne kayısı ağaçları kalmıştı. Dalından düştüğüm kayısı ağacını bulamayacağımı biliyordum zaten. Oturduğumuz evin yerine de bir özel hastane dikildiğini gördüm.
MALATYA’NIN GEÇMİŞİ
Meydandaki İnönü heykelini ise hatırladım. Aslında o heykeli anılarımdan hiç silememiştim. Nasıl silebilirdim ki? O meydanda gözümün önünde bir adam öldürülmüştü. Bir atlı gelmiş, meydanda yürüyen adama tabancayı ateşlemişti. Dan dan dan... Silah sesi hálá kulaklarımda çınlıyor. Adam yere düşmüş, atlı da dört nala kaçmıştı. Koşarak olay yerine gidip yerde yatan adamı meraklı gözlerle seyretmeye başlamıştım. O sırada bir adam bana bir tokat atıp cesedin başından uzaklaşmamı istemişti. Malatya ile ilgili hafızamdaki en net görüntü bu cinayettir. Son gidişimde, meydandaki yaşlı çınarlara tek tek baktım. Acaba hangisi benim çocukluğumu görmüştü?
ABC’yi yeni yeni öğrendiğim için, Evliya Çelebi’nin Malatya hakkında yazdıklarını da henüz okumamıştım. Yıllar sonra okuduğumda gördüm ki, Malatya’da benim çocukluğumdan çok önceleri de bolluk, bereket varmış. Okuyun bakın haksız mıyım? "Kırmızı, sarı, gümüş, beyaz, sulu, etli adlarıyla altı çeşit kayısı dünyaca ünlüdür. Selelerde bağdan kente taşınırken sularını akıtmamak için insan koşmaktan başka bir şey düşünmez. Her kayısı kırkar, ellişer dirhem gelir. Sicillerde kayıtlı seksen tür armudu vardır. En ünlüsü Göksulu armududur. Bundan turşu da yapılır. Malatya’nın yedi çeşit elması vardır. Renkleri ve insan ruhunu ve benliğini tazeler nitelikteki kokuları anlatılamaz, ancak algılanır. Yedi türlü ve yedi taneli buğdayının benzerinin ancak Harran’da bulunabilir..." Evliya Çelebi bile o dönemdeki kayısıları öve öve bitirememiş. Acaba çocukluğumda da bu kadar çok kayısı ağacı var mıydı?
Gazi İlkokulu’nun tahta sıralarında harfleri sökmeye çalışırken, doğal olarak kentin tarihini de hiç bilmiyordum. Sanırım annem de, babam da bilmiyordu. Babamın sadece Malatya’nın ilk kez Eski Malatya’da (Battalgazi’de) kurulduğunu anlattığını hatırlıyorum. Belki de o anlatmamıştı da, ben daha ilerideki yaşlarımda öğrenmiştim. Ama Malatya’nın, kervan yollarının kesiştiği noktada kurulduğunu, geçmişinin M.Ö 4 bin yıllarına kadar uzandığını, birçok uygarlığa ev sahipliği ettiğini, Roma döneminde bir sınır kenti olduğunu, Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlıların egemenliğine girdiğini, sonraları tarih kitaplarından öğrendiğimi çok iyi hatırlıyorum.
BAŞ ROLDE BULGUR VAR
Annem acaba Malatya yemeği hazırlamış mıydı hiç?.. İşte bu soruya yanıt veremiyorum. Damağımda kalan hiçbir tat yok. Yüksük, pirpirim, erişte çorbaları pişirmiş miydi? Ayva dolması, saç kavurma yapmış mıydı? Babam acaba bizi bir lokantaya götürüp (o zaman lokanta var mıydı?) kağıt kebabı, kuzu dolması, kaburga dolması yedirmiş miydi? Sanmıyorum. Tüm bu muhteşem yemekleri yeseydim, tatlarını asla unutmazdım. Zaten son gidişimin esas nedeni de bu lezzetlerle tanışmaktı. Valiliğin Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü İbrahim Halil Kılıç, iyi ki yeme-içme işlerini iyi biliyordu. Beni doğru adreslere götürüp doğru lezzetleri tatmamı sağladı. Yoksa bu kadar kısa zamanda bunca bilgiyi torbama doldurup dönemezdim.
Üç günlük araştırmamın, anlatılanların, gördüklerimin ve tadımlarımın sonunda Malatya mutfağını şöyle özetleyebilirim: Bu mutfağın baş rol oyuncusu bulgurdur. Bu bulgur, suyu az ovalarda üretilen "yedi taneli" buğdaydan yapıldığı için tadına doyum olmaz. Düğün yemeklerinde de cenaze yemeklerinde de hep bulgur vardır.
Bu bulgurdan tam 40 çeşit köfte yapılır ki, bunların dünyanın en lezzetli vejetaryen yemekleri olduğunu söyleyebilirim. Bu köftelerin adları bile insanın ağzını sulandırmaya yeter: Yavandan içli köfte, taze fasulyeli ekşili köfte, fasulye yaprağında ekşili köfte, sıcak çiğleme, elmalı köfte, ıspanaklı ekşili köfte, yassı köfte, kiraz yaprağında ekşili köfte, kabaklı yoğurtlu köfte, sıkma köfte, mercimekli çiğ köfte...
Bu köftelerin hiçbirinde bir gram dahi et yok. Ana malzeme bulgur veya yarmadır. Bu yemeklerin çoğunu lokantalarda bulmak olanaksız. Yani ev dışında bulgura üvey evlat muamelesi yapılır. Lokantalarda ise ağırlık et yemeklerinde. Mönülere baktığınızda ince bulgurdan yapılan simit pilavını, muhaşşer pilavını, yerli siyah mercimekle yapılan mercimekli pilavı, ev eriştesinden yapılan mercimekli, kuru reyhanlı çorbayı, avrat köftesini bulamazsınız. Bunu belirtirken lokantacıları suçlamak niyetinde değilim. Bu yemeklere talep eden olmadığı için onlar da pişirmiyor. Kente gelen konukların, Malatya mutfağının tadına bakmalarını sağlamanın çözümünü yöneticilerin bulması gerekir.
Buğdayı bu kadar lezzetli olan mutfağın ekmeği de o kadar çeşitli. Malatya’da ekmeksiz sofraya oturulmaz. Hatta öyle ekmekler vardır ki, yanına katık bile gerekmez. İsmini not edebildiklerim şunlar: Tandır ekmeği, yulaf ekmeği, kınalı ekmek, toplama ekmeği, bazlama, ekşili ekmek, ballı ekmek, otlu ekmek, pileke, dönderme, taş küllüğü, tutmaç, saç yüzü, yağlı ekmek, saç üstü...
Bunları almadan dönmeyin
Malatya’dan dönerken, Hacıhaliloğlu, Kabaaşı, Soğancı veya Çataloğlu’nun bal gibi gün kurusu kayısısını, Doğanşehir’in kuru fasulyesini ve siyah mercimeğini, köftelik yerli bulgurunu, erik ekşisini, kayısı pestilini, kiraz yaprağını, taze peynirini, Arapgir’in ev eriştesini, Arapgir’in siyah Köhnü üzümü kurusunu, Şire pazarından dibek kahvesini almayı unutmayın.
Malatya’nın lezzet durakları
Malatya’daki ilk lezzet durağım, Kervansaray Et Lokantası (422-311 68 32) oldu. Burada yoğurtlu kiraz yaprağı sarması yedim. Aşçı, aynı dolmanın mevsimine göre, fasulye ve ayva yapraklarıyla da yapıldığını söyledi. Bu yemek, haşlanmış kiraz yaprağına önceden ıslatılmış yarma konarak, küçük parmak inceliğinde sarılarak yapılıyor. Sonra bu sarmalar yoğurt sosuyla pişiriliyor.
İkinci lezzet durağı Hacıbaba Et Lokantası’nda (422-321 39 41) ise kağıt kebabı ile kuzu dolmasının tadına baktım. Kağıt kebabı, kuzunun taraklık ve etevi denilen yağlı kısımlarından veya süt danasından yapılıyor. Etler yağlı kağıda sarılıp bakır bir siniye yerleştiriliyor. Sini, sönmeye yüz tutmuş taş fırına atılıyor. 3-4 saat sonra kağıtlar açılınca, ortaya tadına doyum olmayan bir et çıkıyor. İnsan bu kebabı yemeye doyamıyor. Yedikçe canı daha da yemek istiyor. Kuzu dolması ise iç pilavla yapılıyor. Ortadan yarılan kuzunun içi, daha önceden pişirilmiş iç pilavla doldurulup dikiliyor. Taş fırında 4-5 saat kalan kuzu ve içindeki pilavın tadı insanın damağını çatır çatır çatlatıyor.
Üçüncü lezzet durağı Tavacı Şükrü’de ise (422- 325 17 26) ünlü tavanın tadına baktım. Bu yemek kuşbaşı kuzu eti, kuyruk yağı, tereyağı, patlıcan, domates, yeşil biber, kuru soğanla yapılıyor. Kuşbaşı doğranan malzeme, büyük siniler içinde fırına sürülüyor. Ben bu lezzetli yemeği, sininin içine ekmeği bana bana yedim. Size de öyle yemenizi öneririm.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2008
Bu hafta sayfamı Atlas Dergisi’ne emanet ettim. Benim yerime onlar gezdirecek sizi. Halime Aslan, derginin son sayısında Ay Tanrıçası Hekate’nin evi Lagina’yı anlatıyor. Her yıl eylülde, dolunay gecelerinde doğum günü kutlanan tanrıçayı. Hekate, yeraltının anahtarını elinde tutan gizemli bir kişiliğe sahipti. İki áşığın adına kurulan antik bir kentin yakınındaki Lagina, Muğla Yatağan’a bağlı Turgut beldesinde.
Büyük Menderes Nehri ile Dalaman Çayı arasında, Karia bölgesinde yer alan Lagina, bugün Muğla’nın Yatağan ilçesi, Turgut beldesindeki Kapıtaşı mevkiinde bulunuyor. Yirmi yıl öncesine kadar antik ismine yakın bir biçimde Leyne olarak anılan alanın tarihi İÖ 3. binyıla kadar uzanıyor.
Antikçağ’da insanlar tanrı ve tanrıçaları bazen evlerinin içine kadar alır, onlara evlerinde özel bölümler ayırırdı. Bazen de Muğla-Yatağan’da Lagina’daki kutsal alanında olduğu gibi, "tanrıların evleri" olarak gördükleri tapınaklar inşa ederlerdi. Tapınakta tanrı ya da tanrıçaya ait görkemli bir heykel vardı. Tapınım dışarıda, çoğunlukla bir sunak etrafında gerçekleşirdi.
Tapınak kapısının doğrultusunda yer alan sunakta adaklar adanır, kurbanlar kesilir ve etleri dağıtılırdı. İç organları ve yağları yakılır, yağlı etin dumanı yükseldikçe, törenin en önemli kutsal kısmı yerine getirilmiş olurdu. Çıkan dumana bakılarak kehanette bulunulurdu. Halkın tapınağa girmesine hiç gerek yoktu; çünkü tanrı ya da tanrıça onların sunakta yaptığı töreni kapıdan görmekteydi.
Lagina kutsal alanında kendisi için özel bir tapınak inşa edilen Tanrıça Hekate, Anadolu mitolojisinde önemli bir yer sahipti ve Tanrıça Artemis’e benzerdi. Ancak onun gibi değişik efsaneleri bulunmayan, kişiliği oldukça gizemli bir tanrıçaydı. Diğerlerinden ayrıcalıklı olarak yerde, gökte ve denizlerde önemli yetkilere sahipti. Ölülerin efendisi ve yeraltının evi olan Hades’in anahtarını elinde tuttuğuna inanılırdı. Büyücü yanı da bulunan tanrıça, karabasan, hortlak ve cin gönderebildiği gibi, istediği kişileri bunlardan koruma gücüne de sahipti. Aynı zamanda ay tanrıçası Hekate’ye dolunay gecelerinde çörek, yumurta, balık ve peynir sunulurdu.
Hekate kutsal alanında da Tanrıça için birçok tören düzenlenirdi. Hey yıl, eylül ayının dolunay gecelerinde tanrıçanın doğum günü kutlanır, tapınakta, tanrıça heykelinin bulunduğu bölümde gizli törenler yapılırdı. Hekate kutsal alanında gerçekleşen bu şenliklerin en önemlisi ve en büyüğü İÖ 81 yılından sonra yapılmaya başlanan "Hekatesia-Romaia" şenlikleriydi. Dört yılda bir düzenlenen bu şenliğin başında, elinde anahtar taşıyan bir genç kız, "Kleidophoros" bulunurdu. Bu genç kız, tören alayı eşliğinde anahtarı Stratonikeia antik kentinden Lagina’ya getirirdi. Bu tören hem Tanrıça’nın yeraltı dünyasının anahtarını elinde tuttuğunu, hem de bu dini merkezin Stratonikeia’ya bağlılığını gösteriyordu.
TANRILARIN TOPLANDIĞI TAPINAK
Kutsal alanın kuşkusuz en önemli mekánı, Hekate’nin evi olarak inşa edilen tapınaktı. Alanın ortasındaki tapınak, kuzeybatı güneydoğu anakayası üzerine inşa edilen beş basamaklı bir platform üzerinde yükseliyordu. Uzun cephelerde on bir, kısa kenarlarda sekizer Korint başlıklı sütuna sahipti. Böylece dönemin modasına uyularak sütunlarla tapınak duvarları arasında geniş bir alan oluşturulmuştu. Sütunlar üzerinde yer alan yatay taşıyıcı elemanlarda lotus ve palmet motifleri işlenmişti. Girişteki iki sütun İon üslubu başlıklarıyla diğerlerinden ayrılırken, ortada bulunan çukurda (bodros) sıvı sunular yapılıyordu. Günümüze ulaşmayan Tanrıça heykeli Naos adı verilen kısmında yer alıyor olmalıydı. Nitekim bu özel bölümde rastlanan pişmiş toprak figürün, sikke, fal taşı ve altın takı parçaları da bu görüşü destekliyor.
Sütunların üzerine gelen frizlerde dört ana konu var. Doğuda; baş Tanrı Zeus’un doğumu ve yaşamı işleniyor. Buradaki kadın tasviri Hekate olmalı. Ana tanrıça edasındaki Hekate, doğan çocuklarını yutan Zeus’un babası Kronos’a sunmak üzere bir taş taşır. Batıda; tanrılar ve gigantlar (devler) arasındaki savaşa katılan Hekate elindeki meşaleyi bir silah gibi kullanır. Kuzeydeki firizde, Amazonlar ve Yunanlılar arasındaki barış ve dostluk sahnesi görülür. Hekate dostluğun onuruna yere kutsal içki dökmektedir. Güney’de; Karia’nın tanrılar toplantısı yer alıyor. Tüm tanrılar Lagina’daki Hekatesia şenliklerine gelmiş olmalı ve bu sahnede Hekate, Apollon, Athena ve Aphrodite gibi tanrılarla bir tutuluyor.
STOALARLA ÇEVRİLİ
Tapınağın güneyinde sunuların gerçekleştiği altar bulunuyor. Çevresi tapınakta olduğu gibi korint başlıklı sütunlarla bezeli altarın hemen batısında, İS 4. yüzyıla, Hıristiyanlığın resmi din olarak serbest bırakıldığı döneme ait şapel yer alıyor. Kutsal alanı tamamlayan bir diğer yapı ise halkın dinlenebileceği, yağmur ve güneşten korunabileceği stoa. Bu yapılar meclisin ya da mahkemenin toplandığı, resmi belgelerin saklandığı, rahiplerin, resmi görevlilerin ve tanrıya dua edenlerin kalacak yer gereksinimi de karşılıyordu. Lagina Hekate Kutsal Alanı da üç yönden stoalarla çevriliydi.
Tanrıça Hekate için yapılan en büyük ve birçok mimari parçasıyla ayağa kaldırılabilecek durumdaki tek tapınak olan Lagina Hekate Tapınağı bu yönüyle antik dünyadan günümüze gelen, ortak mirasın önemli parçalarından biri. Lagina arkeolojik olduğu kadar dinler tarihi açısından da eşsiz bir öneme sahip. Bu yaz yolunuz Yatağan civarına düşerse Lagina’ya uğramayı ihmal etmemenizi öneririz.
Lagina kazıları 150 yıldır sürüyor
Batı Anadolu’daki birçok kentteki gibi, Lagina’daki ilk araştırma ve kazılar da 18-19. yüzyıllarda Avrupalı gezginler tarafından yapıldı. Bunlardan en ünlüsü Halikarnassos Mausoleion’unun kalıntılarını British Museum’a götüren C. Newton’du. Bir diğer ünlü isim ise ilk Türk müzecisi Osman Hamdi Bey’di. Osman Hamdi Bey, gün yüzüne çıkarttığı tapınağa ait birçok kabartmalı frizi İstanbul Arkeoloji Müzesi’ne taşıdı. Uzun bir aralıktan sonra kazı çalışmalarına 1967-1970 yılları arasında Prof. Dr. Yusuf Boysal tarafından tekrar başlandı. 1993 yılından itibaren çalışmaları Konya Selçuk Üniversitesi’nden Prof. Dr. Ahmet A. Tırpan üstlendi.
ATLAS’TA BU AY NELER VAR
Doğanın bilgeliği: Yaşam tek bir hücrede, dişinin döllenmiş yumurtasında başlar. Ama annelik için bu yetmez; doğanın içinden milyonlarca yıl boyunca süzülüp gelen bir bilgi, tavır gerekir. Atlas anneliğin kökenlerini ve hangi canlıda nasıl görüldüğünü inceledi.
Cinistan: Hakikatçi, Binbir Gece Masalları’nın gizli ülkesi Cinistan’daydı. Masalların ilk örneklerinin kaynağı Hindistan’da çöllerde gezindi. Uçan halının, uzağı gören borunun ve sihirli elmanın sırlarını aradı bu macerayı Atlas’ta anlattı.
Tayland’da tırmanış: Tayland’ın Tonsai Koyu’nda muson ikliminin şekillendirdiği görkemli kireçtaşları tırmananların dünyasını farklılaştırıyor. Tırmanışın öyküsü Atlas’ta.
Hayat insanı Trakyalı: Farklı seslere, farklı ezgilere döktüler duygularını; hayatın türküsünü öyle söylediler. Mal mülk sahibi olmaktan ziyade hayatın hakkını vermek için didinip durdular. Onlar Trakyalılar: Samimiyete ve hoşgörüye dayalı; açık, demokrat, barışçıl bir toplumun insanları...
Yazının Devamını Oku