Bu kez yolum Isparta ve çevresine düştü. Yazın yedi renge bürünen Eğirdir Gölü’nün donmuş halini gördüm.
Kovada Gölü kıyısındaki ulu çınarların yapraksız halini masallardaki devlere benzettim. Yalvaç’ta Anadolu’nun en eski antik kentinde ve bugünün renkli sokaklarında dolaştım. Gül ve göller kenti Isparta’da lezzetli yemeklerin tadını çıkarttım.
Artık yolculuklarımın ardı arkası gelmez oldu. Kuş misali, bir Kanada, bir ABD, bir Isparta... Uzak ve soğuk yolculuktan sonra soluğu bu kez Isparta ve civarında aldım. Aslında iki gezi arasında biraz nefeslenmek gerek. Yoksa insanın üstüne bir yorgunluk çöküyor. Bu, sadece fiziki yorgunluk değil. Yorgunlukla birlikte bir bıkkınlık da insanı sarıp sarmalıyor. Yollar uzuyor, insanın ayakları geri geri gidiyor. Ama durmak, soluklanmak lüksünüz yoksa, derin bir nefes alıp yolculuğa devam etmekten başka çareniz kalmıyor.
Isparta’ya uçakla gitmeyi planlamıştım. Oradan kiralayacağım bir araba ile önce Eğirdir’e, oradan Yalvaç’a uzanacak, Isparta’da geziyi noktalayacaktım. Ama bu planı uygulayamadım. Meğer üzücü kazadan sonra Isparta’ya uçak seferleri kaldırılmış. Zorunlu olarak Antalya’ya uçtum.
Benim gibi Antalya’dan arabayla Eğirdir’e giderseniz önünüze iki seçenek çıkıyordu: Birincisi ve en çabuğu, Isparta üzerinden geçip gitmekti. Bu yol hem daha geniş, hem ulaşım daha hızlıydı. İkincisi ise Kovada Gölü üstünden giden virajlı ve dar bir yoldu. İnsan bu yolda üçüncü vitesi özlüyordu. Buraya sapmayı tercih ettim. Nedenine gelince; iki yıl önce yine bu yoldan gitmiş, kendimi yeşil bir tünelde bulmuştum. İki tarafı ağaçlarla kaplı yol, şırıl şırıl akan dereler aklımı başımdan almıştı. İşte bu güzelliklerin kışlık yüzünü görmek için bu zor yola saptım.
İyi ki de öyle yapmışım. Kimsesiz, sessiz, kıvrımlı, dar yolun kıyısı eğrelti otları, adını bilmediğim kış çiçekleriyle bezenmişti. Asırlık çınarlar yapraksız daha heybetli görünüyordu. Çıplak kalın dalları, üç dört kişinin el ele tutuşup zor kavrayacağı görkemli gövdeleri ile masal kitaplarındaki, bilim kurgu filmlerindeki dev yaratıkları anımsatıyordu. Derelerin sesi bu mevsimde daha da gürleşmişti. Arada bir görüntüye giren evlerin bacalarından yükselen beyaz dumanlar ise bu sessiz tabloyu tamamlıyordu.
EĞİRDİR’İN KIZI
Az gittim, uz gittim bir süre sonra Eğirdir Gölü’nün biricik kızı Kovada Gölü’ne vardım. Kızı dememin nedeni, bu küçük gölün suyunun ince bir ırmak aracılığı ile Eğirdir Gölü’nden gelmesiydi. İlk gelişimde bu ırmağı, ana ile kızı arasındaki göbek bağına benzetmiştim. Gölün kıyısında kimsecikler yoktu. Kızılçam, meşe, ardıç, defne, mersin, kocayemiş, zeytin, sandal, yabani gül, tespih ağacı... Kimi soyunmuş, kimi hálá yapraklı fısıldaşıp duruyordu. Ulu çınarlar ise tüm haşmetiyle çırpıntılı suların yüzünde kendilerini gururla seyrediyordu. Hiçbiri iki yıl önce bir yaz günü, gölgelerine sığınıp kahve pişirdiğimi hatırlamadı bile. Gölü süsleyen ormanların asıl sahibi tilkilerin, yaban keçilerinin, kekliklerin, çullukların beni gizlice seyrettiğini bildiğim için sesimi çıkarmadım. Yaz güzeli Kovada, kış aylarında da cazibesinden bir şey kaybetmemişti.
Yoluma devam ettim. Eğirdir’e vardığımda buz tutmuş bir güzel karşıladı beni. Gölün donmuş bölümleri, yağan karla beyaza boyanmıştı. Donmamış sular ise buzların arasında mavi damarlar gibi uzanıp gidiyordu. Yüzlerce ördek, karaya yakın yerlerde toplanmış, suyu dalgalandırıyordu. Hem birbirlerini ısıtıyor hem de suyun donmasına engel olmaya çalışıyorlardı. Yazın yedi renge boyanan bu gölü ve çevresini çok seviyordum. Gezen insanımızın burayı neden keşfedemediğine hayret ediyordum. Gölse göl, dağsa dağ, manzaraysa manzara, tarihse tarih, lezzetse lezzet...
YALVAÇ İLGİ BEKLİYOR
Ertesi gün erkenden Yalvaç’a doğru yola koyuldum. Yolda kimsecikler yoktu. Bunun nedeni Yalvaç’ın gözlerden ırakta kalmasıydı. Oysa yaşam burada çok önce başlamıştı. Pisidia Antiokheia kentinin kuruluş tarihini başlangıç almak daha doğru olurdu. MÖ 3. yüzyılda Helenistik krallıklardan Seleukid hanedanıyla başlayan kuruluşla birlikte kent tarih sahnesinde kendini göstermeye başladı. Birçok önemli olay yaşandı ama tüm Hıristiyan dünyası buranın adını Aziz Pavlus’un ziyaretiyle öğrendi. Bazı öğretilere kulak verirseniz, Hıristiyanlığın temelinin atıldığı yerlerden birinin Antiokheia olduğunu da işitebilirdiniz. İşte böylesine önemli bir antik kentin varlığına rağmen, Yalvaç hak ettiği ilgiyi bir türlü göremedi.
Önce antik kentin gün yüzüne çıkarılmış bölümlerini gezdim. Binlerce yıl öncesinden kalma bir sütun başının üstüne oturup karşıda tüm heybetiyle uzanıp giden, koynunda kanyonları, yaylaları, mağaraları, vadileri gizleyen Dedegöl Dağları’nı seyrettim. Sonra Yalvaç’ın daracık sokaklarını süsleyen eski evlerin arasında geçmiş günlerin peşine düştüm. İlçenin meydanında, 800 yaşındaki çınarın gölgesinde, ağacın nelere şahit olduğunu, dallarında kaç kişinin idam edildiğini düşündüm.
Sonra Yalvaç’ın tadına bakmak için soluğu Selin Lokantası’nda (246-441 26 97) aldım. Burada yörenin ünlü yemeği, küpte pişirilen keşkeği yiyecektim. Yalvaç’ın keşkeği bilinenlerden daha değişikti. Bir küpün içine, geceden suya yatırılıp tuzu alınan kurutulmuş et, buğday, suda bekletilmiş nohut, bir bardak bulgur, biraz kuyruk yağı konup kapak hamurla sıvanıyor, daha sonra küllenmek üzere olan ekmek fırınına atılıyordu. Sabaha kadar fırında kalan küpte oluşan lezzeti anlatmaya ne kelimeler ne de cümleler yetiyordu. Bu ziyafetten sonra aynı pasajdaki Gündoğan İkbal (246-441 82 55) pastanesine geçip, cevizli güllaç sarması ve kesmik baklavasıyla ağzımı tatlandırdım.
Karnım doyduktan sonra arabanın burnunu Isparta’ya doğru çevirdim. Göller ve güller diyarı bu kent, Süleyman Demirel’in hemşerisi olmanın avantajını iyi değerlendirmişti. Geniş caddeler, ağaçlı tretuvarlar, bakımlı parklar, eli yüzü düzgün binalarla modern bir kent görünümündeydi. Isparta’nın gülünü, halısını, tarihi eserlerini, dününü ve bugününü keşfedebilmek için burada biraz daha uzun yaşamak, daha çok solumak gerekiyordu. Buraya kentin tadına bakmaya geldiğim için, kenti tanımayı güllerin açtığı, gökyüzünün buram buram gül kok koktuğu aylara bıraktım.
Kervansaray’a (246- 218 16 53) gidip Isparta’nın ünlü kabune pilavı ile ünlü irmik helvasının tadına baktım. Bir şölen yemeği olan Kabune pilavı, et, pirinç, nohut ile yapılıyordu. Geçmişi asırlar öncesine dayanan bu muhteşem pilavın tadına, damağına düşkün herkes mutlaka bakmalıydı. kabune karşısında saygı durulacak bir yemekti. Isparta’daki lezzet yolculuğumu irmik helvası ile noktaladım. Helvadan son çatalı alırken, Ispartalıların bu helvayla neden bu kadar gurur duyduklarını daha iyi anladım. Eğer damağınıza düşkünseniz, işte size unutamayacağınız bir rota.
ISPARTA KEBABI
Isparta’da önce 1851’de kurulan Kebapçı Kadir’e (246-218 24 60) gittim. Niyetim Isparta kebabı yemekti. Gittiğimde Kabapçı Kadir’in oğlu Hüseyin Açıkalın, oğlakları demir şişlere geçirip ortasında gürül gürül ateş yanan fırına yerleştiriyordu. Kebabın üç saat sonra hazır olacağını öğrenince çevrede dolaşmaya çıktım. Ama aklım fikrim kebapta olduğu için fazla oyalanmadan dönüp fırının karşısına oturdum. Nar gibi kızarmış etleri, kemikten ayırıp lavaşa sararken böylesine bir lezzetle tanışmanın mutluluğunu yaşıyordum.
Isparta’daki ikinci lezzet durağım, 1944’te kurulan Ferah kebapçısı (246-218 1270). Kurulduğu günden beri, eski Üzüm Pazarı’nın girişindeki mekanda hizmet veren Ferah, Isparta Kebabını sadece kuzu ve oğlak mevsiminde yapıyordu. Diğer zamanlar ise mangalın üstüne Isparta şiş köftesini sıralıyordu. Pidelerinin lezzeti de yabana atılacak cinsten değildi. Ben tercihimi cızır cızır kızaran köftelerden yana kullandım.
HEM SAZAN HEM LEVREK
Yeşil Ada’da, gölün hemen kıyısındaki Mavi Göl Teras Restoranı (246-311 6417) buldum. Aslında bulmakta biraz zorlandım. Çünkü ne bir tabelası, ne de bir işareti vardı. Bu restoran, aynı ismi taşıyan otelin en üst katındaydı. Restorana ilk puanı manzaradan verdim: Çığlık çığlığa martılar, donmuş bir göl, karşıda dağlar, kıyıda sazlıklar...
İki yemeği aklıma koyup buraya gelmiştim. Bir tanesi gölden yakalanan levreğin filetosu ile yapılan tavaydı. Kılçıklardan arındırılmış fileto, un, yumurta ve sodadan oluşan sosa batırılıp kızgın yağda altın sarısı oluncaya kadar kızartılıyordu. Bir önceki gelişimde tanıştığım bu yemek, damağımda unutulmaz tatlar bırakmıştı. İkinci yemek ise sazan dolmasıydı. Eğirdirliler buna çapak dolması diyorlardı. Sazandan çıkan yumurta ile yapılan bulgurlu iç pilav, sazanın yarılan karnına doldurulup dikiliyor, kısık ateşli fırında yaklaşık üç saat pişiriliyordu. İki yemeği de afiyetle yiyip damağımı şenlendirdim.