Hayatımda ilk kez böylesine yalnız ve sessiz bir yolculuk yaptım. Uçak koltuklarında yalnız oturdum, pasaport ve bavul kuyruğunda hiç beklemedim.
Otele gidecek araba bulamadım. Aç kalma korkusu yaşadım. Zürih’in sokaklarında tek başıma ıslık çalarak dolaştım. Bu hafta sizinle unutamayacağım bu yalnız yolculuğu paylaşacağım.
Bu, yol boyu yazılmış bir yazı. Bazen havaalanının bir köşesinde, bazen bir otel odasında, bazen de bir uçak koltuğunda yazılan bir yazı. Yola ve yolculuğa dair... Aslında böylesine kalabalıklardan uzakta bir yolculuğu ilk kez gerçekleştirdiğimin de öyküsü denebilir. Yalnız uçaklar, yalnız koridorlar, kimsenin beklemediği, anonsların duyulmadığı sessiz bekleme salonları, kuyruğu olmayan pasaport kontrolü, bir iki bavulla dönen bagaj bantları, kimsenin sarmaş dolaş olmadığı çıkış kapıları, boş caddeler, kapalı restoranlar, müşterisi olmayan barlar...
Yola 24 Aralık’ta, yani tüm Hıristiyan dünyası için kutsal Noel günü çıkmıştım. Bu tarihte Batı’ya doğru yolculuklara, çok zorunlu olmadıkça çıkılmadığını biliyordum. O akşam herkes evinde olmalıydı. Tüm aile akşam yemeğinde masanın çevresinde yer almalı, kalın patates dilimleriyle çevrilmiş kızarmış hindi servis edilmeliydi. Aslında hindi Noel yemeği değildi. Bu tatsız tuzsuz et, ABD’de "Şükran Günü"nde masaya gelir, bütün ülke o akşamdan sonra bir hafta hindi etli sandviç yerdi. Avrupa’da ise Noel’de masaları süslerdi. Türkiye’de iç pilavlı hindi dolması, yılbaşı akşamlarının vazgeçilmez yemeği olmuştu.
YALNIZ VE SESSİZ
İsviçre Havayolları Swiss Air ile önce İstanbul’dan Zürih’e, ertesi gün de Kanada’nın Montreal kentine uçacaktım. Uçak neredeyse boştu. Ön sıralarda oturuyordum. Arkalarda ise birkaç Türk yolcu vardı. Uçak havalanınca, Business Class’ı arkadan ayıran perde kapandı ve kendimi birden uçakta yapayalnız hissettim. Böylesine yalnız bir uçuşu ilk kez yapıyordum. Hostesten kırmızı şarap istedim. Önce bir bardak Avustralya şirazı getirdi. Elimde kadeh sol tarafımdaki pencereden günbatımının kızıllığını izledim. Sonra sağ tarafa geçip dolunayın bulutların üstündeki yansımasına baktım. Bulutları bir an beyaz bir denize benzettim. Süt liman, kıpırtısız, çarşaf gibi bir deniz...
Dışarıyı seyretmekten sıkılınca ikinci şarabımı söyledim. Hostes bu kez Güney Afrika’dan cabernet, merlot, şiraz karışımı bir şarap sundu. İkinci kadehten sonra özel uçağımda seyahat ediyormuş hissine kapıldım.
Zürih Havaalanı’nın koridorlarında kimsecikler yoktu. Etrafta çıt çıkmıyordu. Sadece çantamın tekerleklerinin tıkırtısını duyuyordum. Anonslar da susmuştu. Sanki tüm havaalanında tek başımaydım ve tüm kapılar üstüme kilitlenmişti. Bu düşünce beni biraz ürküttü. Camdan dışarı baktım. Pistlerde ne giden ne de gelen vardı. Sarı ışıklar, zaten soğuk havayı iyice soğutuyordu. Duvarlardaki tüm ilanlar beni tahrik etmeye çalışıyordu. Kimisi kredi kartı, kimisi son model araba, kimisi cep telefonu, kimisi rüya gibi tatil sunuyordu. Dünya üstündeki tek tüketici bendim ve tüm reklamlar benim için yapılmıştı sanki.
Tek pasaport kapısı açıktı ve polis beni bekliyordu. Pasaportuma giriş damgasını vurduktan sonra tüm havaalanını kilitleyip gidecek gibi sabırsızdı. Konuşmadan, bekletmeden damgayı vurdu. Noel’i ailesinden ayrı geçirmesinin sebebi benmişim gibi somurtuyordu. Yola çıkmasam, o havaalanını açmayacak, evinde hindisinin başında kutsal geceyi kutlayacaktı. Yolculuğumun, polisin Noel programını alt üstettiği endişesine kapılarak kendimi suçlu hissettim.
Bagajların geldiği salonda da kimsecikler yoktu. Beklemeye başladım. Biraz sonra bantın üstüne bir bavul düştü. O tek bavulun benim olduğunu biliyordum. Böylesini ilk kez görüyordum. Gümrük kapısında da kimsecikler yoktu. Beklemekten sıkılıp gitmişlerdi anlaşılan. Otelin otobüsünün kalktığı durağa yöneldim. Tabii ki şoför çoktan gaza basıp gözden kaybolmuştu.
Taksi için boşuna bakındım. Müşterisiz bir akşam olacağını bildiklerinden, şoförler havaalanına gelmemişti bile. Ne yapacağımı şaşırdım. Kimsesiz bir havaalanında, otele nasıl ulaşacağımı düşünerek beklemeye başladım. Bir süre sonra önümde bir araba durdu. Nereye gideceğimi sordu. Söyledim. "Taksiler 40 Frank alırlar ama ben 35 Frank’a bırakırım" dedi. 100 Frank istese bile vereceğimi bilmiyordu Allah’tan. Ertesi gün aynı yolu trenle beş dakikada ve sadece 10 Frank’a kat ettim.
AÇ KALMA TELAŞI
Otelin lobisinde sadece iki Japon kız (öyle zannettim) oturuyordu. Anahtarımı alıp odama çıktım. Pencereden tüm yolların boş olduğunu gördüm. Oysa saat henüz 19.00’du. Aslında İsviçre’de akşamları yaşamın erkenden eve çekildiğini, kentlerin siyah bir suskunluğa büründüğünü biliyordum ama, bu kadar erken boşaldığını hiç görmemiştim. Birden savaş günleri aklıma geldi. Benim yaşamadığım ama filmlerde, belgesellerde gördüğüm günler. Sanki hava saldırısını haber veren alarmlar acı acı çalmış, herkes sığınaklara koşmuştu. Otel odasından sokakların görüntü böylesine ürkütücüydü.
Karnım acıkınca telaşa kapıldım. Ya açık bir lokanta bulamazsam? Böylesi uzun yıllar önce bir kez daha başıma gelmişti. Bir Noel gecesi Londra’nın banliyösünde, bir arkadaşımın evindeydim. Uzun süre akşam yemeği yiyecek bir yer aramıştım. Tek açık yer, kötü bir Hint lokantasıydı ve orada tadını hiç bilmediğim ve sevmediğim yemekleri yemek zorunda kalmıştım. Bir acele aşağı inip resepsiyondaki görevliye lokanta adresi sordum. Merkezde açık birkaç yer bulabileceğimi söyledi. Trenle gitmemi, taksi bulmakta zorlanabileceğimi de eklemeyi unutmadı. Öyle yaptım. Kimsenin olmadığı soğuk peronda trenin gelmesini bekledim. Koca vagonda bir kişi daha vardı. Aslında ona "var" demek çok doğru olmazdı. Saçı sakalına karışmış bu yol arkadaşım, çoktan sızmış, başka bir boyuta taşınmıştı. Kim bilir kaçıncı seferini yapıyordu aynı koltukta?
SAKİN DÖNÜŞ
Otele dönmek için perona doğru yürürken kentin yalnızlığının daha da koyulaştığını hissettim. Ama artık pek aldırmıyordum. Şarabın da etkisiyle bu yalnızlık hoşuma da gitmeye başlamıştı. Tüm Zürih kenti benimdi sanki. Boş peronda treni beklerken çaldığım ıslığın sesi bana çocukluğumu hatırlattı. Akşamları evimize yakın mezarlığın yanından geçerken, korkmamak için ıslık çalardım nedense. Şimdi de için için korkuyor muydum acaba?
Ertesi gün havaalanına giderken boş yollarda bir iki kişi gördüm. Yürüyen merdivenlerde, koridorlarda da erkenci yolculara rastladım. Anonsları yeniden duymak hoşuma gitti. Pasaport kulübelerinin önünde de bekleşen birkaç yolcu vardı. Swiss Air’in Montreal uçağının rahat koltuğunda, şampanyamı yaşamın yeniden başlamasına kaldırdım. Bütün bunları yazmak, o anları yaşarken aklımın ucundan bile geçmiyordu. Onun için anlattıklarımı görüntüleme gereksinimi duymadım. Ama yazının süslenmesi için, fotoğrafın gerekli olduğunu biliyordum. Sayfa için, daha önce çektiğim Zürih fotoğraflarını verdim.
BARDAKİ ESMER KIZ
"Kralların Yeri" adındaki bir restoranın yanıp sönen ışığını görünce rahatladım. Aç kalmayacaktım demek ki! İçeri girdim. Barda esmer bir kız, bardakları kuruluyordu. İskemlelerden birine tünedim. Bir bardak şarap istedim. Sessizlik bozulsun diye kıza neden Noel akşamı çalıştığını sordum. Kırık bir İngilizce’yle, dinlerinde böyle bir kutlama olmadığını söyledi. Meğerse Türk’müş. Almanya’dan buraya göç etmiş. Benim de Türk olduğumu öğrenince pek tepki vermedi. Sadece bozuk Türkçesi yüzünden özür diledi. Üçüncü kuşağın dilinin kimliksiz olduğundan bahsetti.
Yemeği bar tezgahında yedim. Yemek dediğim de bir iki sosis ve patates kızartmasından ibaretti. Bunu da bulduğuma şükrettim. Bardaki kız "memleketli torpili" yapıp kadehimi ağzına kadar dolduruyordu. "Size müzik de yapayım" dedi ve müzik setinin düğmesine bastı. Notalar kimsenin olmadığı restoranda uçuşmaya başladı. Mutfak, bar, müzik emrime verilmişti sanki. CD’leri isteyip kendim için DJ’lik yaptım.