Bir yurtiçi, bir yurtdışı. Bir yanda dondurucu soğuklar, diğer yanda erken gelmiş baharın terleten sıcağı.
Sonunda olan oldu, vücudum isyan bayrağını çekti. Bütün eklemlerimi ağrıttı, ateşimi çıkarttı, beni paçavraya çevirip yere serdi. Halbuki grip aşısı olmuştum. Hál böyle olunca gezileri erteledim. Hasta yatağımda yıllardan beri tuttuğum gezi notlarına göz attım. O gezileri yeniden yaşadım. Size genellikle gezilerimin hoş anlarını anlatırım, damağımda kalan tatlardan bahsederim.
Aldığım notların hepsini sizinle paylaşmam. Çok özellerini kendime saklarım. Zor anlarda yazdıklarımı başkalarının okumasını istemem. Bazen korkularımı itiraf etmekten çekinirim, foyalarımın ortaya dökülmesinden ürkerim. Bu hafta size not defterimden bazı seçmeler sunacağım. O anda yaşadığım heyecanların, korkuların, pişmanlıkların etkisiyle kurduğum cümleleri sizlerle paylaşacağım. Satırların arasında geçen kabasaba kelimeler için affınıza sığınırım. Hepsi o anların kelimeleriydi, ayıklamak istemedim.
Gece yarısı
ATACAMA ÇÖLÜ-ŞİLİ
Nuri’nin horultusundan uyuyamıyorum. Keşke tek kişilik çadırda kalsaydım. O kadar giyinmeme rağmen soğuk kemiklerime işliyor. Uyku tulumunun içinde tir tir titriyorum. Yarın sabah güneşle birlikte yine cehennem gibi sıcak olacak. Akşam olunca da kutup soğuğu bastıracak. Bu ısı farkına daha ne kadar dayanabileceğim?.. Niye buradayım?.. Bu pisliğe, toza, dumana niye katlanıyorum? Böylesine bir maceraya bir daha tövbe. Acaba sağ salim Türkiye’ye dönebilecek miyim?
Teknede
KUZEY BUZ DENİZİ
Kusmak rahatlatıyor insanı. İçimde bir şey kalmadı. Acı yeşil sular geliyor ağzımdan. Tekne batarsa notlarımı kimse okuyamayacak. Balıkçılık kim, ben kim? En iyisi kayıkta istavrit avı. O da lodosun esmediği, çarşaf gibi bir denizde... Bakalım bu tekneyi nasıl anlatacağım? Allah kahretsin ki yine kusacağım... Böylesine hiç korkmamıştım. Simsiyah deniz, koca koca dalgalar. Bazen gezgin olmaktan sıkılıyorum. Ölümden korkmak, korkaklık mı acaba? Teknenin yemekleri de bok gibi. Balık yemekten gına geldi... Bir tencere dolusu makarnayı özledim...
Açların kampında
SOMALİ
Açık hava bile kokuyor. Ölüm kokusu bu mu acaba? Hepsi bir deri bir kemik. Gözlerinin içine giren sinekleri kovacak mecalleri bile yok. Her şeyi elleriyle yiyorlar. İkramlarını geri çevirmeye utanıyorum. Yersem mutlaka ölürüm. Çaktırmadan bir başkasına veriyorum. Ama yamuk yumuk maşrapada sundukları, devesütü-çay karışımını geri çeviremiyorum. Onu da içmesem açlıktan onlara benzeyeceğim. 20 günde tam 7 kilo vermişim. Kamp sokaklarında can çekişenleri görünce, hemen gözümü kapatıyorum. Bu dehşet verici görüntülerin, hafızama kazınıp yaşamım boyunca beni rahatsız etmesini istemiyorum. Not alacak o kadar çok şey var ki... İçimden hiçbir şey yazmak gelmiyor. Bundan böyle çöpe yemek artığı atmayacağım. Sadece bizim gazetenin artıklarıyla burada yüzlerce kişi doyar.
Bulutlara giden tren
ARJANTİN
Arjantin-Şili arasında, And Dağları’nda 5 bin 300 metrede duruyoruz. Nefes almakta zorlanıyorum. Kameramanı revire kaldırdılar. Kusmaktan ölecekti. Kolumu bile kıpırdatmak istemiyorum. Çevrede öylesine güzel manzaralar var ki, makineyi elime alıp fotoğraf çekmeye üşeniyorum. Dalıp dalıp gidiyorum. Hafiften başım zonkluyor. Dağcıların işi epey zormuş. Trenin adı çok romantik ama yolculuğu zor. Bulutlarda yaşam pek cazip değil. İçki içmememiz konusunda uyarmışlardı. Polonyalı grubun bu uyarıya pek aldırdığı yok. Köpek gibi votka içiyorlar. Bir an önce aşağıya insek... Biraz daha bu yükseklikte kalırsak kusanlar kervanına ben de katılacağım...
Nehrin üstünde
SAYGON-VİETNAM
Bu belayı başıma ben sardım. Neymiş efendim, Saygon Nehri’nde fotoğraf çekecekmişim! Her taraf bok kokuyor. Burnuma kolonyalı mendilleri tıkadım ama nafile, kokuyu önleyemiyorum. Nehir kıyısındaki derme çatma evlerde inanılmaz bir yoksulluk ve pislik var. Adamın biri oturmuş, nehre bağırsaklarını boşaltıyor. Bir yandan da bize el sallıyor. Bir kadın biraz ileride bulaşıklarını yıkıyor. Hepimiz yoksulluğu ve pisliği en güzel görüntüleme yarışındayız. Sesimi çıkarmıyorum. Çünkü bunu ben istedim. Midem altüst oldu. Ağzıma acı sular geliyor... Suya düşsem "bok yoluna gitti Niyazi" olurum.
Tianenmen Meydanı
PEKİN-ÇİN
Resmen kayboldum. Bu notları ünlü meydanın bir köşesinde, kaldırımın üstünde yazıyorum. Otelime nasıl gideceğimi bilmiyorum. Yoldan çevirdiğim taksiler, otelin uluslararası söylenişini anlamıyor. Ne yapacağımı şaşırdım. Birazdan karanlık bastıracak. Allah bin kere kahretsin beni. Otelden çıkarken üstünde Çince adres yazılı kartı almayı unuttum. Bakalım işin içinden nasıl çıkacağım?.. (Otelde devam) Tam ümidimi kesmiştim ki, bir Batılıya rastladım. Pekin Üniversitesi’nde hocalık yapan bir Almanmış. Çevirdiğimiz taksinin şoförüne otelimin Çince adını söyledi de buraya dönebildim. Yoksa sabaha kadar meydanda oturacaktım.
Kıvrım kıvrım yılanlar
DA NANG-VİETNAM
Lokantanın girişindeki turşu kavanozlarında kıvrım kıvrım duran yılanları görünce midem kalktı. Yılan turşusuymuş bunlar. İnşallah garip bir şeyler ısmarlamam. Kimse İngilizce bilmiyor, yemeklerin adının yazıldığı dosya kağıdında ise bir tek Latin harfi yok. Ne yiyeceğimi bilmiyorum. Sabahtan beri ağzıma tek lokma girmedi. Açlıktan ölüyorum... Bu kadarına da dayanamam. Kedi kadar iki fare mutfağa daldı. Artık ölsem de burada duramam. Artık sorunsuz gezilerin zamanı geldi. Canım not tutmak da istemiyor.
Uzun yolculuk ALASKA
Bu kulübeye varmak için bu kadar zahmete değer miydi? Susitna Nehri üstünde, 4 metrelik kayığın içinde tam 13 saat yolculuk yaptım. Her tarafım uyuştu. Tam geldik diye sevinirken hevesim kursağımda kaldı. Yarı bataklık bir ormanda iki saat daha yürüdük. Bir yandan rutubet bir yandan sivrisinek ordusu. Kulübenin önüne geldiğimde yorgunluktan öleceğimi sandım. Ne elektrik, ne telefon var. Terden kurtulabilmek için, sobanın üstünde su kaynatıyorum. Bakalım üç günü nasıl geçireceğim?
Yağmur Ormanları BELİZE
Bu çadırın içinde ölmeden sabahı edebilirsem ne mutlu bana. Yemin ediyorum ki bu son olacak. Bundan böyle kimse beni, çadırda kalacağım geziler için zorlayamaz. Çadırın içi cehennem gibi sıcak. Böcek korkusundan her tarafı sıkı sıkıya kapattım... Öylesine çişim geldi ki patlamak üzereyim. Dışarı çıkamam. Yılanların hışırtısı yanı başımda duyuluyor. Gece yarısı bu ormanda yarım metre bile yürüyemem. İmdaaat ölmek üzereyim... Sabah ne zaman olacak? Yazıyı yazarken bütün bu korkularımdan bahsedecek miyim acaba? Yoksa yine korkusuz bir kahraman mı olacağım?