Önce içki ve içecek kelimelerinin sözlükteki karşılığına bakalım. Doğrusunu Hakkı Devrim bilir ama ben de şöyle bir ukalalık yapabilirim: İçki, daha çok, içinde alkol bulunan, keyif veren içecekler için kullanılır. İçecekse serinlemek, susuzluk gidermek için içilen alkolsüz sıvılardır. Yani rakı içki, ayransa içecektir.
Yıllardır milli içkimiz diye övündüğümüz rakı, ilk kez Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde damıtılmış, ilk damıtıldığı yerin de Lübnan civarı olduğu öne sürülür. Adının bu ülkelerdeki Arak’tan türediği söylenir. Rakı, uzun süre imparatorluk sınırları içinde kalmış Balkan ülkelerinde de rağbet gören bir içkidir. Yugoslavya’da ve Bulgaristan’da rakı, meyveden damıtılmış alkolden yapılır. Bosna’da sabah kahvesinin yanında mutlaka küçük bir bardak sert erik rakısı içmek âdettendir. Bu âdeti oraya Osmanlılar taşımıştır.
Rakıyı milli listeden silmemiz sanırım en çok Yunanlıların hoşuna gider. Rakıyı hemen sahiplenmeye kalkarlar. Tıpkı baklavayı sahiplendikleri gibi. Malum, Yunanlıların en sevdiği içki Uzo’dur. Yaş üzümden yapılır, anasonu azdır. Yaz akşamlarında bütün ülke bu Uzo’yla keyif bulur. Dünyada Türk rakısı pek bilinmez ama Yunan uzosu pek rağbet görür. Akdeniz çanağındaki diğer ülkeler de rakı benzeri anasonlu içkiyi severler. Bu içkilerin adı Anis ve Pastis’tir. İtalya’da Sambuco diye anılır. Akdenizliler rakının Türklerin milli içkisi olduğunu söylerler. Ama Başbakan’ın açıklamasından sonra yanıldıklarını anlayacak ve milli içkinin ayran olduğunu söyleyeceklerdir. Durum böyle olunca turistlerin yıllardan beri Türkiye hakkında söyledikleri, “Boğaz güzel, şiş kebap güzel, rakı güzel” övgüsü de sona erebilir. Yabancılar hiçbir zaman, “Ayran güzel” demeyecek. Çünkü yabancılar yeni milli içeceğimizin tadını hiç sevmediler, benimsemediler.
BİBERLİSİ DE ‘MİLLİ’ SAYILIR MI?
Yeni milli içkimiz olarak ilan edilen ayranın kökeninin Göktürklere dayandığı söylenir. Göktürkler ekşiyen yoğurtlarının tadını açmak için su katmışlar, böylelikle ayran bulunmuştur. Ayran, Batı ülkelerinde pek rağbet görmez. Daha doğrusu meyvesiz yoğurt yemeyen Batılılar, normal yoğurdu sevmedikleri için ayranla dost olamamışlardır. Ayranı en çok biz Türkler severiz. Ermeniler, Azeriler, İranlılar, Lübnanlılar ve Bulgarlar da ayranı severek içerler.Ayranın lezzetlisi, nisan-haziran aylarında sağılan yağlı koyun sütünden yapılır. Bu süt, belli derecede kaynatıldıktan sonra, bir önceki koyun yoğurdunun sütüyle uyutulur. Çömlekte mayalanan yoğurt nedense daha lezzetli olur. Hele üstünde yarım parmak kaymağı varsa, yemeye doyum olmaz.
İyi bir ayranın ölçüleri şöyle olmalıdır: Bir ölçü yoğurt, bir buçuk ölçü soğuk su ve bir tutam tuz. Başbakan’ın ayranı milli içki ilan etmesi, kuşkusuz, en çok Susurluk halkını memnun edecek. Susurluk’un üstünde köpükten bir dağ bulunan ayranı gerçekten de çok lezzetlidir.
Yayık ayranı da ülkemizde pek rağbet görür. Şahsen manda sütünden yapılan ayrana bayılırım. Bıçakla kesilecek kadar katı olan bu yoğurdu, önce biraz suyla, sonra da yağlı sütle açarım. Tuzunu da koyduktan sonra mikserle uzun uzun karıştırırım.
YOLBir tablonun içinde gezinmek
Bahar gelmişti memleketime ve ben Alaçatı’ya doğru gidiyordum. Yol, boydan boya rengârenk olmuştu ama Akhisar’dan sonra daha da renklendi. Yeni yeni yapraklanmaya başlayan bağların yeşiline, sarı papatyalar da eşlik etmeye başladı. Yol üstündeki lezzet durakları, süt kuzularının mangalların üstünde beklediğini, iştah açıcı dumanlı kokular ve bez afişlerle ilan etmişti.
Gökyüzündeki kat kat olmuş beyaz bulut kümeleri, başka bir dünya gibi göründü gözüme. Akhisar bitip de Manisa yaklaşınca, mor silueti ile koca Spil Dağı karşıma çıktı. Her yıl bu mevsimde kendini lalelerle süsleyen koca dağ, yılkı atları, Kral Tantalus’un taşlaşmış kızı Niobe ile anılsa da benim aklıma ‘Manisa Tarzanı’nı getirirdi.
Manisa sokaklarında, üstünde sadece bir şort olduğu halde dolaşan Kerkük asıllı Ahmet Bedevi, bir zamanlar Türkiye’de en saygı duyduğum insanlardan biriydi (hâlâ da öyledir ya). Kurtuluş Savaşı’na katılan Bedevi, düşmanın Manisa’yı yakıp kül etmesine dayanamamıştı. Savaş bitince, kendisine verilen kırmızı şeritli kahramanlık madalyasını duvara asmış, Spil Dağı’ndaki küçük bir kulübeye sığınmıştı. Sonra da kendini Manisa’nın ağaçlandırılmasına adamıştı. Saç sakal bırakınca Manisalılar ona önce ‘hacı’ sonra da ‘tarzan’ lakaplarını takmışlardı. Ama saygıda hiç kusur etmemişler, ölünce de heykelini dikmişlerdi.
Mor siluetli Spil Dağı gözden yitinceye kadar hep Tarzan’ı düşündüm. Sağda solda, ‘Manisa Kebabı’ afişlerini görünce de Tarzan’dan lezzetli kebap anılarına geçtim ve ağzımı sulandırdım.
Manisa’dan sonra, bina ormanına dönen İzmir’i görmemezlikten geldim. Kıyısından dolaşıp, Alaçatı’ya doğru kıvrıldım. Yolun iki yanında da sarışın mimozalar, dallarını yeşil otlara doğru sallandırmıştı. Buralar baharı yarılamış bile diye düşündüm. Sapaklarda aklıma Seferihisar, Mordoğan, Karaburun, Urla geldi. İyi insanlar, dostlarım ve lezzetli yemekler gözümün önüne üşüştü.
Alaçatı’ya geldiğimde kendimi hummalı bir hazırlığın ortasında buldum.
Havaalanından kiraladığım arabayla Bordeaux’nun çevresinden dolanıp Garonne Irmağı ile okyanusun arasında kuzeye tırmanan dar yola saptım. Bu topraklar birkaç yüzyıldan beri bağlara kucak açmış, onları büyütmüş, katmanlarındaki tüm lezzetleri üzüm salkımlarına doldurmuştu. Asmalar yeni yeni yapraklandığı için, bağlar yeşil bir denizi andırıyordu. Rüzgârla dalgalanan bu yeşil denizin en lezzetli kızı tabii ki Cabernet Sauvignon üzümüydü. Ama diğer kızları da göz ardı etmemek lazımdı; Cabernet Franc, Malbec, Merlot, Petit Verdot, Muscadelle, Sauvignon Blanc...Tabelaların işaret ettiği yöreleri çok iyi biliyordum. Yıllardan beri şarap yolculuklarımda hep önüme çıkan isimlerdi bunlar: St. Estèphe, Pauillac, St. Julien, Listrac, Moulis... Dünyanın en lezzetli şaraplarının üretildiği şatoların yollarını gösteren tabelaları okudukça heyecanlanıyordum: Şato Margaux, Şato Palmer, Şato Lagrange, Şato Mouton Rothschild, Şato Latour...
ÖNÜM ARKAM ŞATO
İlk durak Margaux kasabası. 2-3 katlı taş evlerin arasındaki daracık sokaklarda yürüdüm. Sokakları aşıp ünlü Margaux Şatosu’na geldim. Sarı benizli bir şatoydu. Çünkü hem kendisi hem çevresindeki sıkımhaneler, depolar hep sarı badanalıydı. Bağlarda yürümek beni acıktırdı. Soluğu kasabanın en meşhur lokantasında aldım: Pavillon de Margaux. Bağ manzaralı bir masaya oturup yemeğimi ısmarladım. Önden ev yapımı ördek ciğerinin tadına baktım. Ana yemek içinse yanında taze patates ve mevsim sebzeleri bulunan ördek göğsü istedim. Yemeği iyi bir şarapla taçlandırdım: Grand Cru Classe en 1855.
500 LİTRE ŞARTI
Yemekten sonra yörenin diğer ünlü şatosu olan Palmer’e gittim. 19’uncu yüzyılda yapılan bu şato, daha sonra İngiliz general Charles Palmer’e satılmıştı. Şatonun sahibesi dul bayan Maria Brunet de Ferriere, satış şartnamesine, ‘ölünceye kadar kendisine her yıl 500 litre şarap verilmesi’ şartını da koydurmayı ihmal etmemişti.‘Şarap Yolu’, şatoların, bağların arasından döne dolaşa beni Pauillac’a kadar götürdü. Burada üretilen şaraplar, dünyanın en fazla yıllanabilen şaraplarıydı. Dünyanın en pahalı şaraplarını üreten şatolar da bu bölgedeydi: Şato Latour, Şato Lafite ve Şato Mouton Rothschild.
Médoc bölgesindeki gezintimi ikindinin biraz sonrasında tamamlayıp, direksiyonu bir başka şarap bölgesine, St. Emilion’a doğru çevirdim. Bordeaux bölgesinin bu bölümü (Garonne Nehri’nin sağ yakası) uzun yıllar gözlerden uzak kalmıştı.
St. Emilion’da beni önce şarap evlerinin ilanları karşıladı. Neredeyse her boşluğa bir ilan tabelası dikilmişti. Hepsinde davetkâr cümleler yazılıydı. Arabayı park ettikten sonra bir acele kendimi dar sokaklara attım. St. Emilion alımlı bir kasabaydı. Akdenizli bir havası vardı. Parke taşı döşeli sokakları, damları siyah arduaz taşı veya oluklu kiremit kaplı taş evleriyle bozulmamış bir ortaçağ kentiydi. Bu küçücük kasabada tam 98 tane şarap satan dükkan olduğunu öğrenmek beni şaşırttı.
BAŞTAN ÇIKARTICI TATLILAR
Şöyle keyifle, gönül rahatlığı ile ağız tadıyla yemek yiyecek lokanta bulma konusunda zorlandım. Yıllar boyu Fransız, İngiliz, İtalyan, Amerikan gezginlerini kıskanıp durdum. Bu ülkelere yaptığım gezilerde, en küçük köy de bile, beyaz örtülü masaları olan, beyaz önlüklü garsonların servis yaptığı, porselen tabaklarda çok lezzetli yemeklerin sunulduğu lokantalar buldum. Her seferinde “neden bizde yok” sorusunu sordum, yanıtını bulamadım.
Geçen hafta New York Times gazetesindeki bir yazı, yine kıskançlık duygularımın kabarmasına neden oldu. Yazıda, ‘nüfusu az ama yıldızı bol’ köy, kasaba ve kentlerden bahsediyordu. Haritada bile yeri zor bulunan yerleşim yerlerindeki Michelin yıldızlı restoranların çokluğu, beni hem şaşırtıyor hem de kıskandırıyordu. Geçmiş gezilerimi hatırladım. Yazının kahramanı kasabalarda ve kentlerde olan ve sözü edilen restoranların bazılarında yemek yemiştim.Bu yazımda sizinle yolculuk anılarımı paylaşacağım.
Rüya şehir: COLMAR
Michelin yıldızlı restoran sayısı: 7Toplam yıldız: 10
Geçen yıl, Fransa’nın Alsace Bölgesi’nde şarap ve yemek turuna çıkmıştım. 170 kilometre uzunluğundaki ‘Şarap Yolu’ üzerinde uğramadığım köy bırakmamıştım.
Ara sokakları gezerken, kendimi bir çocuk masalının içinde dolaşıyormuş gibi hissettim. 200-300 yıllık rengârenk evler, parke taşı döşeli yollar, kanallara doğru sarkan rengârenk çiçekler... Colmar, “keşke burada yaşasam” dedirtecek türden bir kentti. Her yıl düzenlenen şarap fuarında kent tam bir şenlik yerine dönüyordu. Topu topu 63 bin kişinin yaşadığı kentte tam yedi tane Michelin yıldızlı restoran vardı: Ben, eski bir Alsace evinde müşterilerini ağırlayan Nouvelle Auberge’e gittim. Tek yıldızlı şef beni kapıda karşıladı. Önden kazciğeri pate yedim. Ana yemek olarak taze bezelyeli, havuç püreli ve özel soslu bir kuzu pirzola istedim. Lezzetli ve fiyatı uygun bir lokantaydı.
En lezzetli kent: SAN SEBASTIAN
Michelin yıldızlı restoran sayısı: 9Toplam yıldız: 17
Ne olursa olsun bahar geldi, soğuk artık hükmünü kaybetti. Belki akşam serinliği biraz üşütür ama aldırmayın, bahar geldi diye sevinin. Bahar, en güzel anlatılan mevsimdir benim bildiğim. Çocuklar bile baharı anlattıkları kompozisyon ödevlerinden hep iyi not alırlar. Çünkü bu mevsim insanın içine sevinç doldurur, yaşama coşkusu verir. İşi yazmak olanlar baharı öyle bir tarif ederler ki insanın içi titrer adeta.
BAĞLAR CENNET OLDU
İşte Juan Ramon Jimenez bunlardan biridir. Çağdaş İspanyol şiirinin kurucularından Nobel ödüllü ozan, “Platero ile Ben” adlı yapıtında baharı şöyle anlatır: “Bahçeye çıkıp bu masmavi gün için Tanrı’ya şükrediyorum... Kırlangıç bir çalımla sesini kuyunun derinliklerine yolluyor, karatavuk düşen portakallara ıslık çalıyor, ateş parıltılı asmakuşu meşe ağacının üstünde ötüyor, baştankara kuşu okaliptüsün tepesinden incecik bir kahkaha koyuvermiş, büyük çam ağacında da serçelerin sürüp giden şamatası. Ne güzel bir sabah... Dört bir yanda binbir renkli kelebekler oynaşmakta; çiçeklerin arasında, evin içinde, çeşmede.
Çevredeki tarlalar yeni bir dirilikle çatlayıp, açıyorlar. Kocaman bir ışık peteğinin ortasında, tutuşmuş bir gölün göbeğindeyiz sanki...”
Abdülhak Şinasi Hisar da baharın Boğaziçi’ne gelişini şöyle dile getirir: “Her sene yalıya dönünce baharın genç tenli, uzun boylu, mavimtrak günlerine kavuşurduk. Hayat sanki yeniden doğar, ağaçlar yeşillenir, beyaz ve pembe çiçekleri ve erguvanlar da lalden alevlerini açarken. Çiçek kokularıyla dolgunlaşan hava gönlümüzü bir saadetle kaplar. Her şey kolaylaşmaya, revanlaşmaya başlar... Boğaziçi’nin kendine mahsus tatlı bir sessizliği ve onunla iç içe geçen, bütün günler ve geceler boyunca devam eden ve değişen kendine mahsus sesleri vardır...”
İsterseniz bir de Gevheri’nin dörtlüğüne kulak verelim: “Çayır, çemen hep seçildi / Dolu peymane içildi / Lale sümbüller açıldı / Cennet oldu bağlar şimdi.” Bahar için yazılanları alt alta sıralasam, kalın bir kitap olur da yazılanlar yine de bitmez. Ama ben bu hafta size baharın kendisini değil de çiçeği laleyi anlatmak istiyorum.
2 BİN ÇEŞİT LALE KAYIP
Lale soğanları daha şimdiden tüm güzelliklerini ortaya dökmeye başladı. Kırmızılar, sarılar, siyaha çalan morlar, karışık renkliler, parklarda kendilerine ayrılan alanları birer tabloya çevirecek. Aslında bunlar gerçek İstanbul lalesi değildir. Kanuni Sultan Süleyman’ın şeyhülislamı Ebussuud Efendi’nin İstanbul’a ilk getirdiği lalenin, çiçeği badem biçiminde, yaprakları ise hançer şeklinde, uçları tığ gibi ince ve sivriydi. Bu lale artık yok. Çok seneler önce kayıplara karıştı. Kaybolan yalnız İstanbul lalesi mi? 15 ve 18’inci yüzyıllar arasında İstanbul bahçelerini süsleyen tam iki bin çeşit laleden de hiç bir iz yok.
Bara tüneyip içmeyi çok severim. Eğer yanımda kimse yoksa, barın raflarına dizilmiş şişeleri seyrederim. Bu şişelerden bazıları ya anılarımı tazeler ya da yolculuklarımı hatırlatır. Geçenlerde yine aynı şey oldu. Çiftehavuzlar’daki North Shield’in barında viski şişelerini seyrederken, barlara dadandığım yılları anımsadım. Saydım da neredeyse 35 yılı geçmiş.
Ben ilk zamanlar barda rakı içerdim.Viski, beni ve arkadaşlarımı aşardı. Pahalıydı. O yıllarda çeşit de fazla değildi. Barmenden viski isterken marka söylenmez ya koyu ya da açık olsun denirdi. Uzun yıllar viskiye yaklaşamadım. Fiyatının yanı sıra, o dönemin ‘tahtakurusu kokulu’ harmanlanmış viskilerinden de pek hoşlanmamıştım. Ta ki Teoman Hünal ile tanışana kadar. “Kim bu adam?” diye soracak olursanız, “North Shield publarının kurucusu, Türkiye’ye malt viskiyi ve kaliteli birayı tanıtan adam” diye açıklama yapmam yanlış olmaz. Gerçekten de ben ve birçok kişi malt viskiyle onun Levent’teki pub’ında tanıştık. Oradaki tadım seanslarında malt viski içmenin inceliklerini öğrendim.
TATLI HAYAT
Sonra unutulmaz malt viski gezilerine çıktım. Bir keresinde, Macallan viskisinin şişesinde yer alan Easter Elchies House’a gitmiştim. Resimdeki gibi yeşilliklerin ortasında bembeyaz bir evdi. Yanından suyuyla İskoç viskilerine can veren Spey Nehri akıp gidiyordu. Kazık çizmelerini giyip, nehrin ortasına gitmiş, somon avlamaya çalışmıştım. Bir elimde olta diğer elimdeyse içinde 1948 yılının Macallan viskisi ile dolmuş bir bardak vardı. Balık yakalayamamıştım ama viskinin sayesinde ‘tatlı hayat’ın zirvelerine tırmanmıştım.
Malt viski asil bir içkidir. Öyle paldır küldür içilmez. Ondan zevk almanın yolu yordamı vardır. Nasıl içtiğinize karışmak istemem. Doğrusu nasıl olur diye sorarsanız öğrendiklerimi özetleyebilirim.
Malt viski, “Bana bir duble malt ver” diye ısmarlanmaz. Biliyorsanız markasını söylemeniz gerekir. Bilmiyorsanız, içmek istediğiniz maltı tarif etmelisiniz: “İsli, baharatlı bir şey veya bal gibi tatlımsı aromaları olsun...” gibi. Birçok barmen malt viskiyle brandy’i karıştırır, onun için balon bardak kullanır.
Bu topraklarda tarife sığmaz bir güzellik vardır. Nedir derseniz, söyleyemem. Yalnızlık derim, huzur derim, sonsuzluk derim, tablo derim, daha birçok benzetme yaparım ama yine de tarif edemem.
Kıvrıla kıvrıla giden yolların iki yanındaki bu uzak topraklar insanı şair eder. Her mısrada hasreti anlatmaya zorlar.
Neye hasret?
Öylesine çoktur ki, hasretlerin sayısı yazmakla bitmez. Önce insanlığa hasrettir bu toprakların efendileri. Sonra ekmeğe, işe, sevgiliye, huzura, barışa, komşusuna, hayvanına, yaşama...
Bu yalnız ve uzak topraklar insanı öykücü de yapar. Üzerinde uçuşup duran binlercesine, bir öykü de siz eklersiniz. Anlatılanların öykü mü gerçek mi olduğunu hiç bilemezsiniz. Çünkü, buralarda gerçekle öykü birbirine karışır. Onun için aynı öyküyü herkes kendi gerçeğiyle başka türlü anlatır.
HER TAŞIN ALTINDA BİR EFSANE SAKLI
Uçsuz bucaksız topraklara dalıp dağları unutmamak lazım. Çünkü bu dağlar, çok güzeldir. Zirvelerinde bulutlar oynaşır. Eteklerini adını bilmediğim binlerce çiçek süsler. Şimdilerde kimselerin çıkamadığı yaylalarında serin rüzgârlar oynaşır. Her taşın altında bir efsane saklanır. Kerkenezler, şahinler yücelerde süzülüp durur. Akşam güneşiyle moraran, sabah güneşiyle kızaran, serin dereleriyle çiçekleri sulayan bu ulu dağlar huzura susamıştır. Sabah akşam barışın gelmesini bekleyip, duasını rüzgâra emanet eder ve dört bir yana gönderirler.
Uzakdoğu’nun pazar yerleri çok ilginç ve renkli olur. Yaşamınız boyunca görmediğiniz pek çok şeye bu pazarlarda şahit olabilirsiniz. Hiç bilmediğiniz garip yiyecekler de burada karşınıza çıkar. Bir Hong Kong gezim sırasında gittiğim pazar yerinde, hazır yemeklerin satıldığı bölümü gezerken gördüklerim karşısında hem şaşırmış hem de tiksinmiştim. Tezgâhların üstünde, kızartılmış çekirgeler, hamamböcekleri, akrepler, tırtıllar, örümcekler sıralanmıştı. Rehberim, uzunca bir çöpün ucundaki dev çekirgeyi afiyetle midesine indirirken bana da ikram etmek istemişti. O an midemin altüst olduğunu hissetmiş ve orayı hızla terk etmiştim. ‘Çöp Çekirge’yi yemek aklımın ucundan bile geçmemişti.
Aradan yıllar geçti. Tayland’da bir pazar yerinde, yolum yine kızartılmış böcek satılan bölüme düştü. Bu kez çok tepkisel davranmadım. Hatta merakımı yenemeyip bir çekirgeyi ağzıma attım. Tadı fındıkla yanık galeta arası bir şeydi. Böcek yeme deneyimim bir çekirgeyle son buldu. Bu deneyimimi anlattığım zaman, dinleyenlerin yüzüne oturan dehşet dolu bakışları unutamıyorum.
ET SADECE ZENGİN MASASINDA OLACAK
“Pazar günü bu iğrenç konu da nereden çıktı?” diyecek olursanız, sizlerin de yakın bir gelecekte bu böcekleri yemek masanızda ağırlayacağınızı söyleyerek anlatmaya başlayabilirim. Bunun nedeni de dünya nüfusunun hızla çoğalması. İstatistikler, gelecek 30 yıl içinde dünya nüfusunun 9 milyarı bulacağını öne sürüyorlar. Bu kadar insanı bugünkü bilinen gıdalarla beslemek neredeyse olanaksız olacak. Et fiyatları giderek artacak. Sadece zengin masalarında görünecek. Tahıl, sebze, meyve yetiştirilecek tarlalar ve bahçeler yerlerini binalara kaptıracak.
Halihazırda 1 milyar insan beslenmek için yeterli gıdayı bulamıyor. Yani aç geziyor. Bu rakam her geçen gün biraz daha artıyor. Onun için ülkeler geleceğin kıtlığına çözüm arıyor. Geleceğin yiyecek kaynaklarının başında da böcekler geliyor.
Hemen tiksinmeyin ve düşünün. Zaten bir şekilde bu böceklerle iç içe yaşıyor ve tadına bakıyorsunuz. Gece yatakta kaç yüz bin mikroskobik kurtçukla sarmaş dolaş uyuduğunuzu biliyor musunuz? Ya da mantar, kiraz, kayısı, erik yerken kurtçukların da tadına baktığınız aklınıza geliyor mu? Böcek yemekten iğreniyorsunuz da arının balgamı olan balı, kaşık kaşık tüketmekten çekinmiyorsunuz.
Biz tiksineduralım, dünyada böcek yeme alışkanlığı hızla yayılıyor. Güneydoğu Asya ve Afrika’da 2 milyar insan böcek, tırtıl larvasıyla besleniyor. Bunu, zorunluluktan değil de bu besinleri sevdikleri için yiyorlar. Hollanda Wageningen Üniversitesi Öğretim Üyesi Marcel Dicke, dünyada 1000 böcek çeşidinin yenebildiğini söylüyor. Böcek yetiştirme programlarına geniş destek veren Dünya Gıda Örgütü (FAO), listeyi biraz daha genişletip, yenilebilir böcek sayısının 1909 olduğunu açıkladı.
Bu arada dünyada yenilebilir böcek yetiştirmek için yatırımlar başladı bile. Örneğin, Çin’de çok büyük kurtçuk çiftlikleri üretime geçti. Batı sermayesi Zimbabwe’de tırtıl çiftliklerine büyük yatırım yaptı. FAO, böcek yetiştirme programlarını sürekli geliştiriyor, kaynak yaratmaya çalışıyor.