Tencereler Ege otlarıyla şenlendi

Geçen hafta hem Bodrum’da hem de İzmir Alaçatı’da ‘Ot Festivali’ vardı. Ben Alaçatı’dakine katılabildim. Tarlalarda ot topladım, mutfaklarda bu otların lezzetli yemeklere dönüşmesini izledim, Alaçatı’nın güzel sokaklarında ve küçük kahvelerinde baharın keyfini çıkarttım. Bu hafta sizinle bu keyifli yolculuğu paylaşacağım.

Haberin Devamı

YOL
Bir tablonun içinde gezinmek

Bahar gelmişti memleketime ve ben Alaçatı’ya doğru gidiyordum. Yol, boydan boya rengârenk olmuştu ama Akhisar’dan sonra daha da renklendi. Yeni yeni yapraklanmaya başlayan bağların yeşiline, sarı papatyalar da eşlik etmeye başladı. Yol üstündeki lezzet durakları, süt kuzularının mangalların üstünde beklediğini, iştah açıcı dumanlı kokular ve bez afişlerle ilan etmişti.
Gökyüzündeki kat kat olmuş beyaz bulut kümeleri, başka bir dünya gibi göründü gözüme. Akhisar bitip de Manisa yaklaşınca, mor silueti ile koca Spil Dağı karşıma çıktı. Her yıl bu mevsimde kendini lalelerle süsleyen koca dağ, yılkı atları, Kral Tantalus’un taşlaşmış kızı Niobe ile anılsa da benim aklıma ‘Manisa Tarzanı’nı getirirdi.
Manisa sokaklarında, üstünde sadece bir şort olduğu halde dolaşan Kerkük asıllı Ahmet Bedevi, bir zamanlar Türkiye’de en saygı duyduğum insanlardan biriydi (hâlâ da öyledir ya). Kurtuluş Savaşı’na katılan Bedevi, düşmanın Manisa’yı yakıp kül etmesine dayanamamıştı. Savaş bitince, kendisine verilen kırmızı şeritli kahramanlık madalyasını duvara asmış, Spil Dağı’ndaki küçük bir kulübeye sığınmıştı. Sonra da kendini Manisa’nın ağaçlandırılmasına adamıştı. Saç sakal bırakınca Manisalılar ona önce ‘hacı’ sonra da ‘tarzan’ lakaplarını takmışlardı. Ama saygıda hiç kusur etmemişler, ölünce de heykelini dikmişlerdi.
Mor siluetli Spil Dağı gözden yitinceye kadar hep Tarzan’ı düşündüm. Sağda solda, ‘Manisa Kebabı’ afişlerini görünce de Tarzan’dan lezzetli kebap anılarına geçtim ve ağzımı sulandırdım.
Manisa’dan sonra, bina ormanına dönen İzmir’i görmemezlikten geldim. Kıyısından dolaşıp, Alaçatı’ya doğru kıvrıldım. Yolun iki yanında da sarışın mimozalar, dallarını yeşil otlara doğru sallandırmıştı. Buralar baharı yarılamış bile diye düşündüm. Sapaklarda aklıma Seferihisar, Mordoğan, Karaburun, Urla geldi. İyi insanlar, dostlarım ve lezzetli yemekler gözümün önüne üşüştü.
Alaçatı’ya geldiğimde kendimi hummalı bir hazırlığın ortasında buldum.

Haberin Devamı

Tencereler Ege otlarıyla şenlendi

Haberin Devamı

FESTİVAL
Binbir otun peşinde

Alaçatı’da nisanda ‘Ot Festivali’ düzenleniyor. Çünkü bu mevsimde, kasabanın etrafındaki derede, tepede 1001 çeşit ot yetişiyor. Bıçağını, çapasını kapan ot toplamaya çıkıyor. Sonra o otlar, mutfaklarda damak çatlatan yemeklere dönüşüyor.
Ben, bu şenlikli festivalin dördüncüsüne katıldım. Böylesine keyifli olduğunu bilseydim hiçbirini kaçırmazdım. Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç’la buluşmaya giderken, otseverler akın akın kasabaya geliyordu. Konuklar 25 bini aşmış, otellerde tek yatak kalmamıştı. Birçok Alaçatılı kapılarını sokakta kalan konuklara açmıştı.
Muhittin Dalgıç, boylu poslu, bu yörenin insanıydı. Belediyenin yan tarafına bir ot bahçesi yaptırmıştı. Her tarha yörede yetişen bir başka otu ektirmişti. Alaçatı’ya gelenler, otları burada görme ve öğrenme fırsatı buluyorlardı. Bu ön eğitimden sonra da dağa bayıra çıkıp, ot toplama pratiklerini geliştiriyorlardı.
Ben de öyle yaptım. Başkanın otlar hakkında anlattıklarını canla başla dinledikten sonra, eski İzmir yolu üstündeki bir tarlaya gittim. Önce şevket-i bostanla tanıştım. Aslında Ege’nin kırlarında bulunan bu özel otu bilmeyen diken zanneder, geçer giderdi. Gerçekten de görünüşü öyleydi. Toprağa yayılmış dikenli yaprakların hiçbir cazibesi yoktu.
Şevket-i bostanı sökmek hiç kolay değilmiş meğer. Önce çapayla etrafını açmak gerekiyor, sonra yapraklarından tutup, çapanın da yardımıyla toprağın derinliklerine doğru uzanan kökü çıkartmak gerekiyordu. Havuç benzeri beyaz bir köktü bu. Her derda deva olmasının yanı sıra damakları da bayram yerine çevirecek kadar lezzetliydi.
Sonra sıra diğer otlara geldi. Üreticiler otlar hakkında öyle çok şey biliyorlardı ki kıskandım. Gelinciğin çiçeklenmeden önce saplarının yenebileceğinin, yabani kuşkonmazın (veya sarmaşık otunun) nerede bulunacağının, filbaşının tohumlarının kıvrım kıvrım kıvrılarak hareket ettiklerinin, yabani sarı papatyaların filizlerinin çok lezzetli olduğunun, bahçemden söküp attığım yoncaların salatasının yapıldığının, balotunun sahte balda kullanıldığının, cehennem- otunun, sevmediği otların yanında yetişmediğinin ve daha birçok şeyin farkına vardım. Tarladan çıkarken otları bilenlerin asla aç kalmayacaklarına inandım.
Alaçatı’ya döndüğümde, dar sokaklar iyiden iyiye kalabalıklaşmıştı. Sonra bando yürüyüşe başladı. Onların peşine festivalciler takıldı. Çocuklar her zamanki gibi çığlık çığlığa yürüyüşü şenlendirdi. Hatta kırmızı tasmalı sokak köpekleri bile kalabalıkların arkasına takıldı. İşte bu an Alaçatı tam bir şenlik yerine dönüştü.
Akşam olunca herkes soluğu bir lokantada aldı. Otlar yenildi, otlardan konuşuldu, kadehler bol bol kalktı, çünkü bahane çoktu. Ertesi gün erkenden soluğu Alaçatı pazarında aldım. Önce balık mezatını seyrettim. Çipuralar, mercanlar, taş barbunları, karagözler için yapılan kıyasıya arttırmayı izledim. Sonra torbamı çeşit çeşit otlarla doldurup İstanbul’un yolunu tuttum.
Defterim yemek tarifleriyle dolmuştu. Yol boyu güveçte kuzu etli şevket-i bostan yemeğini nasıl yapacağımı, otları nasıl kavuracağımı, radikanın üstüne limonlu, zeytinyağlı, sarmısaklı sosu nasıl boca edeceğimi düşünerek heyecanlandım. Ayrıca bu tür festivallerin, özellikle büyük kentlerde yaşayanların yaşam akülerini şarj ettiği sonucuna vardım.

Haberin Devamı

/images/100/0x0/55eafea4f018fbb8f8a41b8f

ALAÇATI
Rüzgârın ve denizin kızı

Ege’nin en güzel kasabalarından biri olan Alaçatı’ya ilk gelişimin kesin tarihini hatırlayamadım. Epey eskiydi. Çünkü daracık sokaklardaki taş evler henüz onarılmamış, sokaklar kalabalıklaşmamış, avlusu siyah beyaz taşlı kahveden başka kahve açılmamıştı. İlk görüşte sarıp, sarmalamış, içine çekmişti.
Heredot’un deyişiyle, ‘en güzel gökyüzünün altında kurulmuş’ olan Alaçatı’nın antik dönemdeki adı ‘Agrillia’ydı. Osmanlı döneminde adı değişti, buraya yerleşen Alacaat Aşireti yüzünden ‘Alacaat’ oldu. Sonra Sakız Adası’ndan Rum gençleri buraya çalışmaya geldi. Kimi zeytin topladı, kimi bağlardan şaraplık üzüm kesti, kimi de bugün tek tek onarılan taş evlerin inşaatında çalıştı. Zamanla nüfusları 13-14 bine ulaşan bu Rumlar, Alacaat’a dilleri dönmediği için ‘Alasata’ demeye başladılar. Sonra bu da Alaçatı oldu.
Savaş çıktı, Rum nüfus geri döndü. Onların boşalttığı taş evlere adalardan ve Balkanlar’dan gelen göçmenler yerleşti. Alaçatılılar uzun yıllar biraz yoksul ama çokça sakin ve mutlu bir yaşam sürdüler. Ta ki rüzgâr sahneye çıkana kadar. Sörfçüler buranın rüzgârının üstüne rüzgâr tanımadıklarını ilan edince, kasabanın kaderi de değişti. Oysa Piri Reis’in ‘Kitab-ı Bahriye’sini okusalardı, bu keşif için bu kadar geç kalmazlardı. Piri Reis eserinde Alaçatı için, “Rüzgârı eksiksiz, denizi yufkadır” diye söz ediyordu.
Bu geç keşiften sonra girişimciler taş evleri teker teker aldı. Küçük, güzel oteller, kahveler, lokantalar, barlar, dükkânlar açıldı. Kimisi işini kimisi yaşamını buraya taşıdı. Ve bugüne gelindi.
Alaçatı’nın tarihinin bu kadar kısa anlatılmayacağını ben de biliyorum ama o masalsı geçmişi bana ayrılan yere sığdıramıyorum.
Kesme taşlardan yapılmış evlerin gölgelediği parke taşlı sokaklarda yürürken, festival kalabalığı henüz kasabaya gelmemişti. Ama neşeli bir telaş vardı. Lokantalar, kaldırımlara taşıdıkları masalara mavi kareli örtüler örtüyorlar, üreticiler tarlalardan söktükleri Şevket-i Bostanları, küçük enginarları, radikaları, sarmaşık otlarını, arapsaçlarını, küfe küfe lokanta mutfaklarına taşıyorlardı. Kumrucular sucukları mümkün olduğunca ince doğruyorlar, mısırcılar ‘sütlü mısır’ arabalarını maviye boyuyor, midye dolması satan araba ise köşedeki direğe zincirleniyordu. Bir tek kedilerde ve köpeklerde telaş gözlenmiyordu. Onlar serildikleri kaldırımlarda nisan güneşinin tadını çıkartıyordu.
Sokaklarda yürümeye devam ettim. Çivit mavisinin, Ege’nin rengi olduğunu bir kez daha onayladım. Beyaz badanalı evlerin kapıları ve pencere pervazları çivit mavisine boyanınca yaşamın anlamı değişiyordu sanki. İnsanın aklına keyifli anlar düşüyordu hemen: Güneşli, telaşsız, sıcak, neşeli, gamsız ve lezzetli. Hele kapı önlerinde oturan aydınlık ve güler yüzlü kadınlarla selamlaşınca içim huzur doluyordu.
Sonra yoruldum. Meydanda her yeri gören bir kahveye oturdum. İşte tam o sırada festival konukları birer ikişer sökün etmeye başladı. Çoğu kadındı. Demek kadınlar ağızlarının tadını erkeklerden daha iyi biliyor diye düşündüm.

Haberin Devamı

Fotoğraf: Burak Önal

Yazarın Tüm Yazıları