Geçen hafta İstanbul Swissotel’de, Şili Büyükelçisi Jorge Patricio Arancibia Reyes ve Şili Ticaret Ofisi Türkiye Direktörü Gülşan Atalay’ın ev sahipliğini yaptığı ‘Şili Şarap Turu’na katıldım. Şarap dünyasında yıldızı her gün biraz daha parlayan bu ülkenin şarabını daha yakından tanımak istiyordum.
Şili şarapları aslında Türk tüketicisinin sevdiği şarapların başında geliyor. Nedeni, fiyatının diğer ithal şaraplara nazaran daha ucuz olması. Haliyle Şili geçen yıl Türkiye’nin şarap ithal ettiği ülkeler arasında üçüncü sırayı aldı.
Şili’yi bilirsiniz. Güney Amerika’nın Pasifik Okyanusu’nun kıyısında, yukarıdan aşağıya uzanan daracık bir ülkedir. Bu ülkeyi gezerseniz ona âşık olursunuz. Muhteşem And Dağları, eşsiz güzellikteki fiyortlar, ıssız Patagonya, milyonlarca yıl öncesinden kalan mavi buzullar, yeşil vadiler, iyi insanlar ve lezzetli şaraplar...
Şili’nin adı, Aymara dilinde ‘Dünyanın Sonu’ anlamını taşıyan ‘Chilli’den gelir. Gerçekten de Punta Arenas’ta dünya veya yaşam biter. Sonra buzlu ve karlı kimsesiz Antarktika başlar.
Ülkedeki şarapçılığı anlatmaya başlamadan önce, anılara yolculuk yapmak istiyorum. Yıl 1995. Bir yarışma için Arjantin’e gitmiştim. Zorlu bir yolculuktu. Arjantin-Şili arasındaki dünyanın en kurak çölünde tam 15 gün yaşamıştım. Gündüz sıcaklık 40 dereceyi aşıyordu. Sığınacak hiçbir gölge yoktu. Güneş batar batmaz ise sıcaklık eksi 5-10 derecelere düşüyordu. Yani gündüz kavruluyor gece ise donuyordum.
Yarışma bitince soluğu Antofagasta kentinin sahillerinde aldım. Kıyıdaki bir restorana oturdum. Mangallar yakılmış, etler kızarmaya başlamıştı. Yemek hazırlanıncaya kadar masaya konan kırmızı şarabı yudumlamıştım. Çok lezzetliydi. Şili şarabını ilk kez tadıyordum. “Acaba günlerden beri çölde kalmanın etkisi mi?” diye düşündüm. Belki de uçsuz bucaksız okyanus beni etkilemişti. Nedenini bilemiyordum ama şarap damağımı bayram yerine çevirmişti.
LEZZETİN SIRRI İKLİM
Baharın gelişi, büyük kentlerde pek anlaşılmıyor. Çünkü, papatyaların, katır tırnaklarının, sarı, pembe, beyaz mine çiçeklerinin kendilerini sergileyecekleri yeşil tepelere, tarlalara, bahçelere yer kalmadı. Bütün boşlukları gökdelenlerin gölgesi örttüğü için, çiçekler güneşe hasret. Kuşlar da konup, şakıyacak dal bulamadığı için kentlilere baharı müjdeleyemedi. Özellikle sakaların neşeli bahar cıvıltıları artık duyulmaz oldu.
DERS GİBİ BİR ORMAN YÜRÜYÜŞÜ
Ben de başımı alıp, baharın geldiği topraklara gittim. Aslında sık sık kaçıp gizlendiğim bir yer gittiğim adres. Marmaris’in en güzel koylarından biri olan Turunç’un biraz ötesindeki Amos. Adını tepenin üstündeki antik kentten alan küçük, lacivertli, turkuvazlı suları olan bir koy. Çam ormanıyla kaplı dik yamaçlarla lacivert Ege’nin arasında saklanmış cennetten bir parça.
Sığınağımda kâh kitap okudum kâh boş boş gökyüzüne baktım, ormandaki patikalarda yürüdüm, otomobilime atlayıp çevredeki pazarlara gittim, sessiz koylardaki müşterisiz lokantalarda öğle rakısının tadını çıkardım.
Baharı en çok orman yürüyüşlerinde gördüm ve hissettim. Her adımımda bir ağaç dalından bir meşe kargası havalandı. Görünüşleri güzel, sesleri çirkin meşe kargaları. Domuzbaklaları, mor ağırlıklı mavi çiçekleriyle, keçiboynuzu ağaçlarının sık yaprakları arasından sızan güneşe doğru uzanıyordu. Kırmızı, mor anemonlar bir görünüp bir kayboluyordu.
Issız, sessiz, rengârenk bir yürüyüştü bu. Doğadaki görüntüler bana hep birtakım değerleri anlatıyor, bir şeyler öğretiyordu. Mesela çamlardan gururu, vızıldayan arılardan azmi, gölgelerden sakinliği öğreniyordum sanki.
Yeşil yeşil giyinen ağaçlar, sabrın simgesi gibi duruyordu. Soğuğa, sıcağa, yağmura, fırtınaya, şikâyet etmeden göğüs geriyorlardı. Yoruldukça yaşlı bir kütüğün insafına sığınıyordum. Ağaçlar, otlar, çiçekler, çalılar, bu kalabalığın arasında yapayalnızdım. Ya kentin kalabalığının ortasında kalsaydım ne yapardım! Doğa, kentin neden olduğu psikolojik yaraların panzehiriydi. Ya da bana öyle geliyordu.
BULUTTAN DÜŞEN NOTALAR
Geçen hafta Boğaz’da bir kahvaltıya davetliydim. Hava güzel, gittiğim restoran tıklım tıklımdı. Garsonlar kollarına dizdikleri tabakları masalara bırakma telaşındaydı. Gösterilen yere oturduk. Kimse “Ne isterseniz?” diye sormadı. Çünkü burada ‘Serpme köy kahvaltısı’ veriliyordu. İçimden “Aç kaldık galiba” diye geçirdim. Çünkü yıllardan beri köşe bucak dolaştığım Anadolu’da, köy ziyaretlerimde yaptığım kahvaltılarda ya çorba ile yetinmiş, ya sıcak bir bazlamanın içine konan çökeleği yemiştim. Bazen de sofraya zeytin, peynir, bahçeden domates, biber konmuştu veya tereyağına bir iki yumurta kırılmıştı. Bunlar belki de konuk olduğum için ikram ediliyordu.
Onun için ‘köy kahvaltısı’ denince aklıma bu mütevazı yiyecekler geldi. Ama garson ‘serpmeye’ başlayınca, krallara layık bir kahvaltı edeceğimi anladım. Masaya neler konmamıştı ki: Kara kovan balı, tereyağı, kaymak, tereyağında yumurta, sucuk, bazlama, su böreği, çeşit çeşit peynir, kırma, çizik, sele, yeşil, siyah zeytin, reçel, omlet, menemen, simit, poğaça, açma, domates, biber, roka, erimiş, kızarmış peynir... Masaya konan yiyeceklere bakarken, “Köylümüz inşallah böyle kahvaltı etme olanağına kavuşur” diye düşünüyordum. Önümüze konan hiç bir şey köyden gelmiş değildi. Hepsi marketlerde satılan sıradan yiyeceklerdi.
‘Serpme Kahvaltı’, masaya serpilen yiyeceklerle sınırlı değildi. Açık büfede, zeytinyağlılar, çorbalar, börek çeşitleri müşterileri bekliyordu. Gördüğüm kadarı ile isteyen masalara şampanya da servis ediliyordu. Anlayacağınız, ‘köy kahvaltısı’ zengin evlerinde bile zor rastlanır cinsten bir kahvaltıydı. Hatta, geçen ay Viktorya Şelalesi’nin yanı başında ettiğim kahvaltının bile bu ‘köy kahvaltısı’nın yanında zayıf kaldığını düşündüm.
Aslında kahvaltı pek önemsenmeyen bir öğün oldu hep. Edebiyatta, kahvaltı masasında geçen veya kahvaltıyı anlatan bir yapıt hatırlamıyorum. Sinemada ise bir tek Audrey Hepburn ve George Peppard’ın başrolleri paylaştığı ‘Tiffany’de Kahvaltı’ filmi aklıma geliyor. Onun da konusu pek kahvaltı sayılmazdı.
ANADOLU’DA NE YENİYOR?
Beslenme uzmanlarının pek önem verdiği bu öğün, nedense pazar günleri dışında hep göz ardı edilir. Bu yazıyı yazmadan önce, “kahvaltı konusunda ne var ne yok?” diye bir çok kitap karıştırdım. Kırık dökük bir kaç yazı dışında, dişe dokunur bir bilgiye rastlayamadım. Bunun nedeni, sanırım geçmişte de kahvaltının adam yerine konmamasından kaynaklanıyordu. Oysa 20’nci yüzyılın başlarına kadar Anadolu’da, biri kuşluk vakti diğeri ikindi namazından sonra olmak üzere iki öğün yemek yenirdi. Sabah öğününde genellikle çorba içilirdi. Özellikle tarlaya gideceklerin kahvaltısı doyurucu olurdu. Esnaf ise ev kahvaltısı yerine fırından yeni çıkmış çarşı böreğini tercih ederlerdi.
Özellikle İstanbul’da, sarayda ve zengin konaklarında yapılan kahvaltı ise bugünkü kahvaltıyı andırırdı. Ayla Saz’ın, “Harem’in İç Yüzü” adlı kitabında, 1850’li yıllarda sarayda yapılan kahvaltıda sofraya konan yiyecekleri şöyle sıralıyordu: Somun, külah peyniri (tuzsuz beyaz peynir), bal, reçel, soğuk kavurma ve yumurta.
Vücudum her ne kadar dirense de kış ortasında yaza doğru yolculuk yapmayı seviyorum. Önceki hafta yine kış soğuğundan kaçıp, Afrika’nın güneyinde yaz sıcağına sığındım. İlk durağım, kıtanın bittiği yer, Cape Town’dı. İkincisi ise Livingstone yakınlarındaki Victoria Şelaleleri...
Cape Town’a bu üçüncü gelişimdi. İlkinde ülkenin şaraplarıyla haşir neşir olmuştum. İkincisinde Kerküklü Ebubekir Efendi’nin peşine düşmüştüm. “Bu da kim” diyecek olursanız, uzun hikâye. Özetlersem: Ebubekir Efendi, Cape Town’daki Müslümanlara dini öğretmek için Osmanlı tarafından gönderilmişti. Zorlu bir yolculukla Afrika’ya gelen din adamı burada ilginç bir yaşam sürmüştü. İşte bu yaşamın izlerini sürmek için buraya gelmiştim.
Üçüncü kez gelişim ise çok amaçlıydı: İstanbul’un kışından kaçmak, lezzetli şarapları tatmak, Zambia’ya geçmek gibi...
GÖRÜNTÜ AFRİKA’YA HİÇ BENZEMİYOR
Uçaktan inince pırıl pırıl güneşli, sıcacık bir havayla sarmaş dolaş oldum. Oysa daha 10 saat önce, sicim gibi yağmurun yağdığı, iliklerimi bile üşüten bir havada uçağa binmiştim. Havaalanından çıkınca, bir süre ruhumu ve vücudumu ısıttım. Sonra kent merkezine giden otobüste, cam kenarında bir koltuğa oturdum.
Görüntülerde pek fark yoktu. Kenti çevreleyen teneke evler azalmamıştı. Bunları ilk gördüğümde, “Köpeği bağlasan durmaz” demiştim. Yoksulluğun dibini gösteren bir resim gibiydi. Hâlâ öyleydi.
1488’de Portekizli Bartelemeu Dias tarafından keşfedilen Cape Town, uzun süre Doğu ile Batı arasındaki baharat yolunun önemli limanı olmuştu. Onun için Batı’nın her daim ağzını sulandırmıştı. Hollanda asıllı Boerler ile İngilizlerin arasında gidip gelmişti. Bu yüzden kent, kurulduğu günden beri ne yaşantı ne de görüntü olarak Afrikalı olabilmişti.
Kentin merkezindeki otelime geldiğimde, vücudum hâlâ kıştan yaza geçiş ayarını tamamlamamıştı. Odamda uzanıp, omuzlarıma çöken yorgunluğu uzaklaştırmaya çalıştım.
“Keşke burada yaşasaydım” diye iç geçirdiğiniz, “Cennet varsa mutlaka buraya benziyordur” diye övdüğünüz bir köy, bir kasaba, bir şehir oldu mu hiç?
Franschhoek, benim “Keşke burada yaşasaydım” dediğim yerlerden biri. Afrika’nın en güney ucunda, Güney Afrika’nın en güzel vadilerinden. Cape Town’a 40 dakika uzaklıkta. Eğer benim gibi, yolun en solundan, sağa sola baka baka giderseniz süre bu bir saati bulabilir.
“Yolun en solundan yavaş gidilir mi?” diye itiraz edecek olursanız, size bu ülkede trafiğin sağdan aktığını hatırlatırım. Bize göre onların, onlara göre bizim trafiğimiz ‘ters’. Söylenenlere göre, İngiltere’de atlı savaşçıların uzun mızraklarını sağ elleriyle tutmasından kaynaklanıyormuş bu sağdan akan trafik.
Yolun çevresinde uzanan manzaralar öylesine göz alıcı ki... Dev okaliptüs ağaçlarının ardında, uzaktaki dağlara kadar uzanan halıyı andıran yeşil otlaklar ve üzerinde aylak aylak dolaşan deve kuşları, çok yüksek olmayan ama yine de heybetli duran dağlar ve dağların zirvelerinden akıp giden beyaz bulutlar... Bulutlar, kuzeyde olduğu gibi burada da yere yakın. Pamuk pamuk Güney Kutbu’na doğru uçuşup duruyorlar.
AFRİKA’DA BİR FRANSIZ KÖŞESİ
Stellenbosch. Tabelayı görünce gözümün önünde şarap şişeleri uçuşmaya başladı. Bu bölge bağlarından ne kadar da çok şarap içtiğim aklıma geldi. Saxenburg, Şato Libertas, Kanonkop... Damağımda tadı kalanlar bunlar. Ya tatmadıklarım! Oldum olası Güney Afrika’nın Cabarnet’sini, Şiraz’ını çok sevdim. Çoğu sabah, bu şarapların boyadığı mor renkli dudaklarla uyandım.
1) Ne kadar güvenli, sarsıntı hisseder miyim?
- Gemilerde güvenliğiniz için her türlü donanım mevcut. Periyodik bakım yapılır. Tüm gemiler stabilizedir, fırtınada bile sallantıyı hissetmeniz zordur.
2) Mevsimi var mı?
- Nehirlerde, kutuplara yakın coğrafyalarda, yılın belirli bir döneminde aşırı yağış alan tropik bölgelerdeki turlar mevsimseldir. Ilıman iklime sahip coğrafyalarda turlar yıl boyu sürer. Turizmin yüksek sezonu dışındaki dönemlerde fiyatlar cazip hale gelir.
3) Her gemi her yaş grubuna uygun mu?
- Gemi seyahatini çoğunlukla 40 yaş üstündeki gezginler tercih ediyor. Bununla birlikte gemilerde çocuk ve gençlere yönelik programlar, mekânlar bulunur.
4) Gemilerde sınıf farkı var mı?
Benim için uçlar hep heyecan verici olmuştur. Ümit Burnu’nda, dünyanın son noktalarından birine geldiğim için heyecanlanmıştım. Alaska’da Kutup Dairesi’ni geçince, en kuzeyde olmanın keyfini çıkarmıştım. Laponya’da eksi 40 dereceyi görünce, bu kez de en soğuğu yaşamanın heyecanıyla titremiştim. Şili Patagonyası’nda, milyon yıl önceden kalma buzullardan kopan parçalarla viski içmenin tarif edilemez gururunu hâlâ taşıyorum. Gelelim Viktorya Şelalesi’ne... Dünyanın en büyük şelalesi kabul edilen bu muazzam su kütlesi, Zimbabve ve Zambiya ülkeleri arasında sınır çizen Zambezi Nehri’nin 110 metre yükseklikten aşağı döküldüğü yer. Akışı çok görkemli. İnsanın bakışlarını alıp, kuvvetli akıntısı ile şelaleye doğru sürüklüyor. Afrika’nın bu en uzun dördüncü nehrinin her iki yakası da ulusal park, yani vahşi hayvanların yaşadığı el değmemiş yağmur ormanlarıyla kaplı.
ALÜMİNYUM TEKNE
Durun durun en iyisi başa dönelim... Küçük alüminyum tekneye bindiğimizde saat sabahın 07.00’siydi. Tekne, yol arkadaşım Teoman Hünal’le birlikte beni, uçurumun kıyısındaki Livingstone Adası’na götürüyordu. Zambezi Nehri bu adanın kıyılarına sürtündükten hemen sonra kendini 110 metre yükseklikten aşağıya atıyordu. Kaptan, akıntıların arasında zikzaklar çizerek ilerliyordu. Dümenin başında, insana güven veren bir duruşu vardı. Ama iş kaptanın ustalığıyla bitmiyordu ki! Ya motor bozulsaydı! Dünyanın en büyük şelalesi sadece 100 metre ilerideydi. Suyun akıntısına kimse karşı koyamazdı. 500 milyon litre suyla birlikte aşağıya düşmek düşüncesi bile insanın aklını başından alıyordu.
Biraz ileride bir suaygırı başını çıkartmış bize bakıyordu. Sonra birden kayboldu. O koca gövdesiyle akıntıya karşı koyabiliyor muydu acaba? Kaptan, yılda birkaç tane suaygırının uçurumdan düştüğünü söyledi. Sahilde bir zürafa, ağacın tepesindeki taze yaprakları kopartmakla meşguldü. Kara yüzlü, beyaz gövdeli, uzun kuyruklu birkaç maymun kıyıda çığlık çığlığa koşturuyorlardı. 40 yıldan beri burada yaşıyormuşum gibi bu görüntülere pek şaşırmıyordum. Şelalenin gümbürtüsü aklımı başımdan almıştı sanki.
Tekne, bir çamur deryasına yanaştı. Bir rehber önümüze düşüp, bizi bir çadıra götürdü. Orada ayakkabılarımızı, çoraplarımızı çıkartıp, pantolonumuzu dizlerimize kadar kıvırdık. Bundan sonra, adaya ismini veren Livingstone’un izinden yalınayak gidecektik. “Peşine düştüğün bu adam kimdir?” diyecek olursanız, bunun yanıtını uzun uzun veremem. Çünkü bu kâşifin Afrika’daki yolculuğu, kalınca bir kitapta bile anlatılamaz. Ben şöyle özetleyebilirim:
David Livingstone, doktor ve misyoner bir İngiliz’di. Orta Afrika’yı doğudan batıya geçen ilk beyaz adamdı. Kendini Afrika’nın keşfine adamış bir faniydi. 1855’in kasım ayında, yanında 100 hamalla birlikte Zambezi Nehri’nde zorlu bir yolculuğa başlamıştı. Kendisi bütün bir ağaçtan oyularak yapılan kanoyla, eşyalar ve hamallarsa ilkel sallarda yolculuk ediyorlardı. Uzun bir yolculuktan sonra, bugün kendi adını taşıyan adaya varmıştı. İşte orada gördükleri, yolculuğun tüm yorgunluğunu unutturmuştu. Adanın ucunda, durduğu taşın yarım metre ötesinde Zambezi Nehri’nin suları büyük uçurumdan aşağı düşüyordu. Livingstone keşfettiği bu dev şelaleye kraliçesi Viktorya’nın adını koydu. Ama su testisi su yolunda kırılır misali, Doktor Livingstone, 1873’te Şef Chitambo’nun köyünde, dizanteri hastalığından öldü.
Zavallı gergedanlar! Eğer boynuzlarının seks gücünü arttırdığı masalları olmasaydı, bugün yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmayacaklardı. Oysa bir Afrika atasözü, bundan medet uman erkekleri şöyle uyarıyordu: “Boynuzdan medet uman, eninde sonunda boynuzlanır!” Zavallı olan sadece gergedan değil. Köpekbalığı yüzgeci, ayı ve kaplan penisi, yılan kanı, erkeğin sekste iştahı kabarsın diye kullanılıyor.
Bu işin kötü yanı. Bir de olumlu yanına bakalım. Erkekler, bu gizemli ve elde edilmesi hem zor hem de pahalı olan hayvansal malzemeler yerine, bitkilerden yapılan reçetelere merak sarınca, bu işin tüccarları dere tepe sihirli bitki keşfine çıktılar. Bu uğraş sayesinde, dünya mutfakları bir çok yeni bitki ve baharatla tanıştı. Bitkilerin sadece tatları değil kokuları da önemliydi. Bunun için kadınlar çiçeklerden yapılan esanslar sürdüler. Burada amaç, o muhteşem kokularla erkekleri baştan çıkarmaktı. Bir kadının güzelliğini anlatmak için çiçek ve baharat isimleri kullanıldı. Bunun en güzel örneklerinden biri de 12’nci yüzyılda yazılmış bir Hint şiirinde yer alır: “Soluğu, karanfil baharı katılmış mis kokulu bal gibi / Ağzı, olgun bir mango kadar leziz / Tenini öpmek, bir nilüfere dokunmak sanki / Göbek çukuru türlü baharatları gizliyor...”
CİNSEL İSTEĞİ ARTTIRICI BAHARATLAR
Erkekler, bu baharatların peşinde koştururken, birçok manastırda, rahibelere bazı baharatların yenmesi yasaklandı. Bu yasak, rahibelerin cinsel dürtüsünü zaptetmek için konmuştu. Cinsel isteği arttırıcı baharatlardan bazıları şunlardı: Adaçayı, anason, çemen, dereotu, defne, fesleğen, hardal, kapari, karabiber, karanfil, kekik, kırmızı toz biber, kimyon, nane, tarçın.
Cinsel isteği kamçılayan baharatların çoğu bizim mutfağın gözdeleri. Yani Türk erkekleri, afrodizyak yiyecekler açısından oldukça şanslı. Şöyle bir masa düşünün: Bol dereotlu bir kâse cacık, yanında çemeni bol orta yağlı birkaç dilim pastırma, üstüne bol kekik ve acı kırmızı biber gezdirilmiş bir dilim beyaz peynir ve bir duble rakı. Bunları yedikten sonra masadan kalkan erkeği düşünebiliyor musunuz! Hele, eve giderken, ağzı kokmasın diye bir iki de karanfil çiğnemişse, onu kim tutabilir ki!
Tüm av hayvanları da kuvvetli afrodizyak maddeler içerir. Buna karşılık bu işin uzmanları, tavuk ve hindi etinden uzak durulmasını öneriyorlar. Nedeni için Şilili yazar İsabel Allende’e kulak verelim: “Bu hayvanlar kısacık hayatlarını, berbat bir kafes içinde, kendisine benzer bir başka hayvanın kuyruğundan başka görsel hiçbir perspektifleri olmaksızın, balık unuyla beslenip, hormonlarla tıka basa doldurularak ve çabucak büyüyüp yumurtlamak zorunda kalsınlar diye yapay bir ışıkla aldatılarak hareketsiz oturmakla geçirirler. Öylesine mutsuzdurlar ki, başka hiç kimseye mutluluk verecek halleri yoktur.”
Sakatatları da afrodizyak besinler sıralamasında üst sıralarda saymak gerekir. Ciğer, böbrek, koç yumurtası, beyin, ayak paça yiyen erkeklerin, yemeyenlere kıyasla daha üstün performanslı olduğu öne sürülür.