Yıl 1900. Fransız Michelin lastik firması, Fransa’nın görülecek yerlerini tanıtmak için bir rehber hazırlar. Amaç, daha çok araba, daha çok lastik satılması için karayoluyla yolculuğu teşvik etmek. Tamirci adresleri, konaklama yerleri, benzin istasyonlarından oluşan rehbere sonradan gitmeye değer lokanta adresleri de eklenir. Zaman içinde tamirciler, benzinciler, oteller rehberden düşer ve rehber yöneticileri restoranlara yıldız vermeye başlar. Bu yıldızlar zamanla kıymet kazanır, tutkuya dönüşür. Bu yıldızları kazanan şefler ve restoranlar öylesine ünleniyorlar ki, kimse yıldızını kaybetmek istemiyor. Her yılın kırmızı kaplı rehberinin yayımlanmasına birkaç ay kala, tüm yıldızlı şeflerin uykusu kaçıyor.
Bu yıldız alma-verme işi bazen dramatik olaylara da neden oluyor. Fransız şef Bernard Loiseau, üç Michelin yıldızıyla onurlandırılmış nadir şeflerden biriydi. 18’inci yüzyıldan kalma bir malikânede Cote d’Or adlı restoranı işletiyor, yıldızlarını koruyabilmek için aralıksız gece gündüz çalışıyordu. Ama bu gayret yetmedi. 2003 rehberinde, şefin bir yıldızının geri alındığı açıklandı. Loiseau, iki yıldızlı şef olmayı kendine yediremedi ve av tüfeğini çenesine dayayıp intihar etti. Yıldız uğruna intihar eden ilk şef o değildi. 1966’da şef Alain Zick, sahip olduğu tek yıldız geri alınınca tabancasındaki tek kurşunu başına sıkmıştı.
REHBERİ ÇIKARMAKLA İŞ BİTMİYOR
Türkiye’de bu kalitede şef ve restoran yok mu? Fazlasıyla var ama iş bununla bitmiyor. Bu yıldızı alabilmek için o kentte Michelin rehberinin yayımlanması gerekiyor. İstanbul dahil dünyanın bir çok kentinde bu rehber yayınlanmıyor. Avrupa’da her kent için ayrı bir rehber yok. Mühim kentler ‘Önemli Avrupa Şehirleri’ adlı rehberde toplanmış. Rehberi çıkarmak kolay değil, ciddi yatırım istiyor. Çok sayıda Türk ve Fransız müfettiş istihdam edilecek, onlar uzun süre eğitimden geçirilecek, şehirdeki tüm restoranlar taranacak, birinci taramada iyi olanlar kötülerden ayrılacak, sonra tüm iyiler tek tek ziyaret edilip not verilecek. Kısa liste belirlendikten sonra, müfettişler son bir kez denetimlerini yazıp, raporlarını merkeze gönderecekler. Merkez yıldızlama konusunda son kararı verecek. Peki, Michelin yıldızı restoranları tektipleştirmiyor mu? Michelin yıldızına gerçekten ihityacımız var mı? Gelin, uzmanlara kulak verelim...
Uzmanlar ne diyor?
Varlığı kaliteyi artırır
Mehmet Bozok (Şef)
“Michelin tarafından kalitesi tasdiklenmiş restoranların olması, hem rekabeti hem de kaliteyi arttırır. Ve hayır, bu yıldız restoranlarımızı tektip yapmaz. Michelin yıldızlı pub da var, dim sum restoranı da...”
Bu günlerde nedense çok sık seyahat eden politikacılara taktım kafayı. Sorguladığım, seyahat nedenleri değil. Bu kadar uçuşa, saat farkına, yorgunluğa karşı nasıl ayakta kaldıkları, nasıl görüşmeler yaptıkları. Bu politikacıların, devlet adamlarının, bürokratların ‘jet lag’ denen olayı nasıl çözümlediğine akıl erdiremiyorum.
Zaman farkı yüzünden vücudun günlük ritminin bozulmasına jet lag deniyor. Buna en çok Başbakan ve yanındaki görevliler maruz kalıyor. Özellikle Amerika’da bir dizi toplantıya katıldıktan sonra, uçağa atlayıp geceyarısı Türkiye’ye dönüyor, birkaç saatlik uykudan sonra sabahın köründe, ülke sorunlarıyla ilgili bir toplantıya katılıyorlar. Uçakta onunla birlikte olanlar, Başbakan’ın uçakta fazla uyumadığını, genellikle çalıştığını belirtiyor.
İşte benim merakımı çeken bu: Sık sık denizaşırı yolculuk yapanlar jet lag’i nasıl yeniyorlar? Bu sorunun yanıtı benim için çok önemli. Çünkü ben de çok sık olmamakla beraber dünyanın en uzak köşelerine uçuyorum ve aradaki saat farkı yüzünden her seferinde perişan oluyorum. Jet lag’i yenebilmek için önerilen her şeyi yapıyorum ama nafile. Melatonin kürü, kafein yüklemesi, açlık sınırında diyet... Şimdiye kadar hiçbirinin faydasını görmedim.
BEN KOVALIYORUM UYKU KAÇIYOR
Konforlu bir uçuşa bayılırım. Olanaklarım dahilinde, uçağın hep ön bölümünde uçmaya çalışırım. Koltuğa oturup uçuş öncesi servisini beklerim. Hostesin uzattığı tepsiden bir bardak şampanya alıp, böyle bir yolculuğa çıktığım için kendimi kutlarım.
Uçağın içinde kendimi, hiçbir zaman olmadığı kadar yalnız hissederim. Bu yalnızlığı, yaşamımı sorgulamak, yaşamımı oluşturan şeyleri düşünmek için bir fırsat bilirim. Bu eylemi yaparken dinlemek için klasik müziği seçerim. Gözlerimi yarı yarıya kapatır, geçmişimin gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçmesini beklerim. Nedense yaşamımı sorgulamaktan çabuk sıkılırım veya kaçarım. O zaman hemen, televizyonda film ararım. O sırada servis başlar. Atlantik üstü uçaklarda, mutlaka birkaç çeşit iyi şarap bulunur. Ben sırasıyla onların tadına bakarım. Seyrettiğim filmleri hiç bitiremem. Bir kanaldan diğerine geçip dururum. Bir kan pıhtısının kurbanı olmamak için arada kalkıp, koridorda bir aşağı bir yukarı yürürüm. Uçak yemeklerini pek sevmem. Salatayı ve peyniri tercih ederim. Bu arada şarap tadımını da sürdürürüm. Yemek sonrasında, kalvados ve kahveyle öğünü bitiririm. Işıklar kapatılınca bir adet melatonin yutup, uyumaya çalışırım. Ama beceremem. Tam dalacakken tuvalete gitmem gerekir. Yerime oturunca susadığımı fark edip, hostes ararım. Bütün gayretlerime rağmen uyku tutmadığını görünce, tepe ışığını yakıp kitap okumaya çalışırım. Uçak yolculuklarında bir türlü kitaba konsantre olamam. Bütün bu kavga dövüş içinde zaman geçer ve uçuş biter.
VÜCUT SAATİ ŞAŞIRINCA
Eğer Amerika’ya doğru uçmuşsam, kolumdaki saat Türkiye’de gece yarısını gösterirken, geldiğim yerde henüz öğleden sonra olmuştur. Yani vücut saatim yatmaya hazırlanır ama uyku vaktine daha çok vardır. Böyle durumlarda mümkün olduğunca uyanık kalmaya, bulunduğum ülkenin zamanına adapte olmaya çalışırım.
Ben rakıseverleri, sosyal demokrat parti üyelerine benzetiyorum. İkisinde de görüş ayrılığı ve kavga hiç eksik olmuyor. Kimi “Buzla içilmez” diyor. Kimi kadehi beğenmiyor. Kimi su miktarını az veya çok buluyor. Kimi sek içmeyi seviyor, kimileri sek içenleri cahillikle suçluyor. Hele meze konusunda kan gövdeyi götürüyor. Rakı-balıkçılar, ocak başında demlenenlere kızıyor, çatal ucuyla yetinenler, yemekle içenlere ateş püskürüyor. Anlayacağınız ‘milli’ içkimiz için herkesin mutabık kalacağı standartlara ihtiyaç var. Yeni anayasa yazımı için oluşturulan uzlaşma komisyonu gibi, rakı içimindeki standartları belirlemek için de bir uzlaşma komisyonu kurmak gerekiyor.
Yazıya böyle girmeme, rakıcılar arasında başlayan yeni bir çekişme sebep oldu. Şöyle ki, bir rakı firması, piyasaya, 500 litrelik meşe fıçıların içinde beş yıl dinlendirilmiş yeni bir rakıyı yakında piyasaya süreceğini açıkladı. Bu rakı, sarımsı renkte olacak, viski şişesini andıran şişelerde satılacaktı. Firma rakının fiyatının da ‘çok özel’ olacağını belirtti.
İSTENMEYEN RAKI İLAN EDİLDİ
İşte kıyamet bundan sonra koptu. Klasik rakı taraftarları, yeni çıkacak rakının her şeyine karşı çıktı. Buna rakı denemeyeceğini, milli içkimizi temsil etmeyeceğini, rakı masalarında yer alamayacağını öne sürdüler. Yani, daha doğmamış çocuğa ‘don biçtiler’.
Ama aralarında benim de bulunduğum bir grup, bu yenilikçi yaklaşıma destek verdi. Tadına bakma fırsatı bulduğum bu rakının sarımsı rengi, içinde saklandığı Fransız meşesiyle yapılmış fıçılardan geliyordu. Sert alkol, beş yılda tüm hırçınlığından arınmış, yumuşacık olmuştu. Birçok kişiyi rahatsız eden anasonun kokusu ve tadı da başka boyuta geçmişti. Yani, bu yeni rakının kendine has bir kokusu vardı.
Rakıda anason kokusu ve tadı çok önemlidir. Bu, içkinin olmazsa olmazıdır ama rakının suyla karıştığı anda ortaya çıkan anason kokusundan ve şekerlenen tadından birçok kişi hoşlanmaz. Onun için rakı içmekten kaçınır. Rakıyı susuz içenlerin de derdi budur. Gençliğimde ben de anasona karşı tepkiliydim. Onun için uzun bir süre rakıyı sek veya ayranın içine katarak içtim. Ama doğru içmeyi öğrenince, anasonla
sıkı fıkı dost oldum.
VİTRİNLERDE ÇEŞİT ÇEŞİT
Yolculukta lezzet fırtınası tabii ki Bursa’da başlıyor. Bursa denince akla gelen ilk yemek İskender Kebabı. Tüm Türkiye’nin bildiği bu yemeğin en lezzetlisi doğduğu şehirde yapılıyor. Nerede yiyelim derseniz, size Uludağ Kebapçısı ile Tarihi İskender Kebapçısı’nı öneririm. Ama diğer mekânlarda yapılan kebabın da oldukça lezzetli olduğunu söyleyebilirim.
TENEKE TULUMU VE KÖPÜKLÜ AYRAN
Daha sonraki lezzet duraklarının adresi Susurluk. Yol kıyısında sıralanan mekânlarda, teneke tulumuyla yapılan lezzetli tost eşliğinde köpüklü ayran içmek başlı başına bir ziyafet. Bir sonraki lezzet durakları Akhisar’da. Size yol üstünde değil de ilçenin merkezindeki köftecilerde damağınızı şenlendirmenizi öneririm. Eğer Akhisar’da köfte yeme şansını kaçırırsanız üzülmeyin, biraz ötede Manisa’da sizi Manisa kebabı bekliyor. Parmak büyüklüğünde köfteler, sıcak pidenin üstünde tereyağı ile buluşunca ortaya dayanılmaz bir lezzet çıkıyor. Size bu kebabın tadına bakmanız için Manisaspor Kebapçısı ile Gülcemal’i öneririm. Buraya gelmişken kentin sırtını yasladığı Spil Dağı’nın zirvelerine doğru direksiyonu kırarsanız, Manisa’yı ve göz alabildiğine uzanan üzüm bağlarını kuşbakışı seyretmek sizi keyiflendirecektir.
YENİCE’NİN KARIŞIK SAKATAT ÇORBASI
Eğer İzmir’in içine girmeyi göze alabilirseniz sizi bir çok lezzet durağının beklediğini unutmayın. Örneğin Fevzipaşa Bulvarı’ndaki 94 yıllık Yenice Lokantası’nda beyin, ayak, paça ve
işkembeden oluşan karışık çorbayı öneririm. Kemeraltı’ndaki Kısmet’te etli arapsaçı, 1934’te kurulan Güven Lokantası’nda elbasan tava yemenizi öneririm. Tabii Kemeraltı’nın karmaşasına girdikten sonra ünlü Şambali tatlısının tadına bakmadan gitmek olmaz. Selçuk’ta, Selçuk Köftecisi’nde bir mola verip, çöp şişin, zeytinyağlı Ege otlarının, şifa kaynağı şevketi bostanın tadına bakmak size ekstra bir enerji verecektir. Yolun bundan sonrasında pek aceleci olmayacağız. Yemeğin yanına manzarayı, sokakları, çarşıları da ekleyeceğiz.
Tire’de kahvaltı tandır çorbasıyla
Üç tarafı denizlerle kaplı büyük bir yarımadada yaşıyoruz ama balıkla aramız pek iyi değil. Daha doğrusu balık yemeyi sevmiyoruz ve bilmiyoruz. Balıkla en çok haşir neşir Karadenizliler bile “hamsiden başka balık tanımaz”. Tavasını, ekmeğini, ızgarasını, pilavını, turşusunu sofrasından eksik etmez. Bir de mezgiti ve barbunyayı mısır unuyla tavada kızartır yer, o kadar.
Sofrasına palamutu, toriği, kalkanı, eşkinayı, lüferi pek koymaz. Oysaki, bu balıklar da hemşehrileri sayılır, onlar da Karadenizlidir. Bu denizde yağlanıp, lezzetlenirler. Karadenizli gümüşe, zarganaya ise hiç yüz vermez neredeyse. Gümüşün içi temizlenmeden yapılan tavasının tadını bile bilmezler. Bir bilseler, belki de hamsinin pabucu tavana atılır. Karadenizli, karalahanayı, mısırı, fasulyeyi balığa tercih eder.
Trakya’da da durum farksız. Onlar için de sofranın kralı köfte... İç Anadolu’nun da başı balıkla hoş değil. Onların sofrasında hamur işleri baş köşede... Doğu Anadolu eti sever. Son zamanlarda baraj göllerinde yetişen tatlı su balıkları sofralarda görünse de bu pek yaygın değil. Güneydoğu Anadolu’da da balık, kebabın ve diğer muhteşem yemeklerin arasından sıyrılıp sofrada yerini alamaz.
Balık, Marmara’da, Ege’de ve Akdeniz’de tüketilir ama bu tüketim sanıldığı kadar da yoğun değil. Evlerdeyse, tavada ve ızgara üstünde daha çok küçük balık türleri yapılır. Değişik tarifler pek denenmez. Bu bölgelerde balığın hak ettiği rağbeti görememesinin ana nedeni, diğer bölgelerden aldığı yoğun göçler sanırım.
Marmara’da balık, evlerden çok balık lokantalarında yenir. Mevsimine göre levrek, palamut, lüfer, sardalye, kalkan, tekir, barbunya, pisi, diğer deniz canlılarından karides, ahtapot, kalamar en çok tüketilenler arasında. Ege’de masaya konan deniz ürünleri biraz daha çeşitli. Baş rol çipurada. Mercan, karagöz, levrek, en bilinen balıklar arasında. Sofralarda zaman zaman böcek, ahtapot, kalamar da kendilerine yer bulabilir. Akdeniz’deyse masaların gözbebeği lagos, karagöz, sinağrit balıkları. Aslında Akdeniz’de de balık fazla yenmez. Örneğin Antalya’nın en gözde yemeği şiş köfteyle tahinli piyaz... Mersin’de Ortadoğu mutfağı ağır basar, tantuninin önüne hiçbir şey geçemez. Adana’da malumunuz, kebapsız sofra olmaz. İskenderun ve Hatay ise meze diyarı.
LOKANTADA KAZIKLANIYORUZ
Balıkları yemediğimiz için cinslerini de pek bilmeyiz. Onun için kazıklanma şansımız da yüksektir. Birçok restoranda mönüde yazılan balığın yerine, ucuz benzerleri servis edilir. Örneğin kılıç şişin yerine köpek balığı, levrek yerine sudak, minekop, çipura yerine mırmır, sardalye yerine tirsi, keler yerine camgöz sıklıkla yer değiştirir.
Mutfakla aranız nasıl? İlk ne zaman girdiniz ve ne pişirdiniz?
- En iyi pişirdiğim yemek omlet. Omlette peyniri, domatesi çok severim. Peynir çok sert olmamalı, sert ve yumuşak arası olmalı. Başka yeteneklerim yok ama gerçekten çok güzel bulaşık yıkarım. Bu konuda çok iddialıyım, tavadaki donmuş yağın nasıl çıkartılacağını çok iyi bilirim. Yıllar önce Brüksel’e taşındık, eşim Cemre NATO’da çalışıyordu. Akşam yemekler yenir, bulaşık ertesi sabaha kalırdı. Eşim işe gittikten sonra mutfağa girer bulaşıkları yıkardım. O dönemde kitap yazıyordum, yazmaya ara verince bulaşık yıkardım, benim için en güzel terapi oydu.
Belçika’daki yaşam, damağınıza neler kattı?
- Şarabı Belçika’da keşfettim. O zamanlar Türkiye’de şarap mı içiyorsun, sirke mi içiyorsun çok belli olmayan dönemdi. Orada damağımı iki şey değiştirdi: Birincisi hangi şarapla hangi yemeğin daha iyi uyum sağlayacağını keşfetmek... İkincisi de porsiyonların Türkiye’dekinin aksine daha küçük olduğunu öğrenmek. Ayrıca sos kültürünü, sosun yemeğe verdiği ekstra tatları da orada keşfettim.
Midyeyle, birayla, patates kızartmasıyla dostluğunuz orada mı başladı?
- Patates kızartması kültürünü orada edindim çünkü başka türlü kızartılıyor. Hiçkimse onlar gibi lezzetli yapamıyor. İki kez kızartıp, dışını kıtır kıtır, içiniyse yumuşacık yapıyorlar. Aynı şekilde midyeyle de oynuyor, tavada çok farklı pişiriyorlar. Maalesef o kadar temizini ve o kadar lezzetlisini Türkiye’de bulamıyorum.
Sizce Türk mutfağının dünya mutfakları arasında konumu ne?
Pilav, vazgeçilmez yemeğim. Tavuk suyuyla pişen veya mis gibi tereyağı kokan pilavı yemeye bir türlü doyamam, utanmasam tencereyi önüme isterim. Sadesi kadar şehriyelisi de tercihimdir. Hafif lapa kıvamında olan domatesli pilav, yanında bol kırmızı soğanlı domates salatasıyla benim için bir şölen yemeğidir. Üstüne fasulye, kavurma, nohut, bezelye koyup yemeye de bayılırım ama muhallebici usulü tavuklu pilava her zaman öncelik tanırım.
Pilavın hiç bir çeşidine hayır diyemem. Perdeli pilavı da, tas kebabın etinin suyunu çekerek pişenini de, Özbek pilavını da, Gabune’yi de, fıstıklı, ciğerli iç pilavı da, aslında bir türlü etli pilav olan İskilip dolmasını da, dünyada pişen diğer tür pilavları da çok severim. Pirinç ve pilavın arkasına takılıp yaptığım bu yolculukta, sadece Türkiye’de yüz çeşit pilav olduğunu öğrenince şaşırıp kaldım. Tadına bakmadıklarımı not ettim. Yeni hedefim, tüm pilavlarla tanışmak. Onun için ‘pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.’
ÇİN’İN NÜFÜSÜNÜ İKİ KATINA ÇAIKARAN LEZZET
Pirinç insanoğlunun karşısına bundan 7 bin yıl önce Çin’in Yangtze Irmağı’nın kıyısındaki topraklarda çıkmış. Yangtze, Çin’in en büyük ve en masalsı nehirlerinden biri. Kıyılarında koni biçimli yeşil tepeler yükselir. Bu tepelerin arasında yemyeşil pirinç bataklıkları uzanır. Görüntüde, hasır koni şapkalı köylüler, bataklığı sürmeye çalışan mandalar, ördek sürüleri vardır. Vietnam’da da aynı manzaralarla karşılaşıp, en güzel yeşilin, pirinç yeşili olduğuna karar verdiğimi anımsıyorum. Pirinç zamanla bereket, mutluluk saçtığı gibi, nüfus artışlarına neden olan bir ürün olmuş. Pirinç tarımıyla birlikte Çin’in nüfusu birden bire iki misline çıkmış. Bu cümleden, pirincin cinsel gücü artırıcı bir etkisi olduğu sonucu çıkarılmasın. Pirinçle karınlarını doyurup para kazanan toplumlar, gönül rahatlığıyla çocuk sahibi olmuşlar. O kadar! Bu çoğalma da, sert pirinç rakısının ve pirinç şarabının ne kadar etkisi olmuş, bunu hiç bir kitap yazmıyor. Pilav, başta Çin olmak üzere tüm Uzak Doğu mutfaklarının baş tacı olmasına rağmen, yemek edebiyatında hak ettiği yeri bulamamış, hiç bir Çinli yazar ona övgüler düzmemiş. Çinli aşçılar bile onun için yaratıcı bir gayret göstermeyip haşlanmış bir halde sebzelerin, etlerin, balıkların yanında servis etmekle yetinmişler.
TEMCİT PİLAVI NEREDEN GELİYOR?
Pirincin Batı’ya yolculuğundaysa Arapların rolü var. 15’inci yüzyılda önce İspanyollar sonra da diğer Avrupa ülkelerimim mutfaklarına sokmuşlar.
Pirincin Osmanlı coğrafyasında da önemli bir ürün olduğu çeşitli belgelerde belirtiliyor. Pirinç bu coğrafyada buğday gibi ‘fakir doyuran’ bir tahıl yerine, aşçıların yaratıcılıklarını gösterdiği ayrıcalıklı bir ürün olmuş. Eli kaşık tutanlar, pilav türü yaratmak için adeta yarışmışlar. Örneğin Evliya Çelebi, Bitlis Hanı’nın Melek Ahmet Paşa için verdiği şölende, sofraya konan pilav çeşitlerini şöyle sıralar: Safranlı, dutlu, narlı, ödağaçlı, amberli, köfteli, fıstıklı, döğülmüş bademli, üzümlü...
O günler benim için çok zordu. Binbir güçlükle kazandığım parayı, sent sent hesaplayarak harcıyordum. Hafta sonları ya müze önlerini ya da Central Park’ın çimenlerini mekan tutuyordum. Ama 15 günde, çok yolsuzsam ayda bir Times Square’ın uyuşturucu, seks ve alkol kokan gecelerine karışıyordum.
70’li yılların sonlarıydı. New York’ta bir çaylaktım. Gördüğüm her şeye şaşırıyordum. Beni en çok şaşırtan ise 42’nci Cadde boyunca sıralanmış seks mağazalarıydı. Önceleri birileri görür korkusuyla ürkerek girdiğim bu dükkanlarda, seksle ilgili ne aranırsa bulmak mümkündü: Kırbaç, kelepçe, kabaralı bileklik, siyah şapkalar, büyük tokalı kemerler, sivri topuklu, kasıklara kadar uzanan rugan çizmeler... O zamanlar düş gücüm gelişmediği için, bunların o dükkanlarda ne işi olduğunu anlayamamıştım.
Dükkan ziyaretini bitirince, en erotik filmi gösterme yarışındaki sinema fuayelerinde afişlere bakıyordum. Tüm fotoğraflar birbirinden hayasızdı. Onlara yan gözle bakarken (çaktırmadan), yüzümün kızardığını hissediyordum.
O zamanlar Times Square tam bir bataklıktı. Tıpkı 19’uncu yüzyılın sonlarında olduğu gibi. Çok renkli ve çok tehlikeli bir meydandı. Orospular, uyuşturucu satıcıları, pezevenkler, esrarkeşler, üçkağıtçılar, hırlı hırsız aklınıza gelen her türe rastlamanız mümkündü.
Genelevlerde kadınlar 20 dolara pazarlanıyordu. Tüm bu alemi, cadde üstü barların penceresinden izliyordum. Etrafımda her zaman, müşteri bekleyen homoseksüeller oluyordu. Bir, bilemedin iki kadehten sonra gece daha da koyulaşmadan eve dönüyordum. Kılığımla, tavırlarımla, görünüşümle meydanın sakinlerine benzediğim için bana pek sataşmıyorlardı. Ama ben yine de onlardan çok korkuyordum.
İYİLER, KÖTÜLER
İsmini The New York Times gazetesinin 25 katlı binasından alan bu meydan, tarih boyu “iyi” ile “kötü” arasında bir ping pong topu gibi yer değiştirmişti. 19’uncu yüzyılın sonlarında yankesicilerin en gözde mekanlarından biriydi. At tüccarları, nalbantlar, seyisler buranın değişmez sakinleriydi. Havadaki yoğun idrar kokusu, meydanı ahıra çeviriyordu.