Eski bir rock müzisyeni ve DJ. Yani mutfakta çalışmayı aklının ucundan bile geçirmeyen bir asi. Türk şeflerin Brezilyalı şef Alex Atala’dan öğreneceği çok şey var
Aşçılarımızın keşif yönünün ne kadar zayıf olduğunu, Türkiye’nin yöre yemeklerini, malzemelerini, pişirme tekniklerini iyi bilmediklerini, Anadolu’ya neden keşif gezileri yapmadıklarını düşünürken gözüm, The Guardian’da Gavin McOwan’ın yazısına ilişti. Brezilya’nın Sao Paulo kenti restoranlarının, yeni Brezilya mutfağını yaratmak için neler yaptıklarını anlatıyordu. Yazının kahramanıysa, Time dergisinin ‘Dünyanın en etkili 100 insanı’ arasında yer alan tek şef Alex Atala’ydı.
Atala’nın lokantası DOM, dünyanın 6’ncı, Güney Amerika’nın en iyi lokantası. Belçika’da serserilik yaparken, vizesini uzatabilmek için bir yemek kursuna katılıyor ve ondan sonra olaylar çorap söküğü gibi gelişiyor. Avrupa’daki mutfak macerasını bitirdikten sonra ülkesine dönen Atala, işe ülkesinin doğasındaki lezzetleri keşfetmekle başlıyor. İlk yolculuğunu Amazon ormanlarına yapıyor. Dönüşünde restoranın mönüsüne birçok tuhaf ama çok lezzetli Amazon yemeklerini koyuyor. Kökler, yapraklar, yumrular, ağaçlardan süzülen ballar, bilinmedik balıklar, bitki özleri, Amazon arılarının yaptığı özel ballar… Atala, yerlilerin kullandıkları tüm bu malzemelerden muhteşem lezzetler yaratıyor. Çılgın şef, 26 eyaletteki yağmur ormanlarını, köyleri, vahşi doğayı dolaşıp, binlerce malzemeyi öğreniyor ve onların yerel kullanışlarından esinlenerek yeni reçeteler oluşturuyor. Bu reçetelerde bilinmedik çiçekler, baharatlar, sebzeler, meyveler, balıklar hatta böcekler yer alıyor.
BREZİLYA MUTFAĞINI DİRİLTEN ADAM
Karıncanın tadının limon- otunu andırdığını, hindistancevizi elmasının denizyosunuyla müthiş bir ikili oluşturduğunu, bu yemeğin Brezilya’nın milli içkisi şekerkamışı rakısıyla iyi gittiğini, palmiye kalbiyle yapılan sosun, makarnayla iyi anlaştığını keşfeden Alex Atala, kısa sürede Sao Paulolu şeflere örnek oluyor. Diğer genç şefler de onun ardından, ülkenin en ücra köşelerine yolculuk edip yeni keşifler yapıyor, yeni reçeteler yaratıyorlar. İşte bu çabalar sonunda yeni Brezilya mutfağı, tüm dünyada adını duyurmaya başlıyor. Yeme-içme uzmanları, gelecek birkaç yıl içinde Brezilya mutfağının dünyanın en gözde mutfaklarından biri olacağını öne sürüyorlar. Yazının kısaca özeti böyle.
Peki, bizim şeflerle Brezilyalı şefleri karşılaştırmak ne kadar doğru? Onların öyle çok keşfedecek bitkisi, meyvesi, balığı, çiçeği, böceği var ki! Hatta, Amazon ormanlarında hâlâ keşfedilmemiş ilkel insan toplulukları bile bulunuyordu. Bizimkiler nerede, neyi keşfedeceklerdi? Türkiye’de yetişen otların, sebzelerin neredeyse hemen hepsi semt pazarlarında sergileniyordu. Yiyecek yeni hayvan keşfetmek imkânsızdı. Balıkların hepsi biliniyordu. Dünyanın en temiz hayvanı salyangoza bile burun kıvıran halkımız için, karıncadan, çekirgeden yeni yemekler yaratmak sadece mide bulandırırdı. Koyun, kuzu, dana ve tavuktan başka hayvanı sofrasına koymayan, deniz mahsullerinin çoğunu ya çirkin ya da haram diye yemeyen Türk halkı için lezzet keşiflerine çıkmak boşa bir gayret olmaz mıydı? O zaman bizim şeflerin keşif çabaları boşuna mıydı? Anadolu yollarında nelerin peşine düşmeli, neleri öğrenmeliydiler?
GENÇ TÜRK AŞÇILARA ÖNERİM
Türkiye’de her şeyin bilinmesine rağmen hâlâ o kadar çok bilinmedik malzeme ve pişirme tekniği var ki! Herkes Ege Bölgesi’ni ot cenneti bilir ama aslında Doğu’nun dağları, lezzetli otlar, yenebilir çiçekler bakımından daha zengindir. Yöre pazarlarını dolaşarak bu otlarla tanışmanın, yöre mutfaklarındaki kullanılış şekillerini öğrenerek onları yorumlamanın veya değişik lezzetler üretmenin, bir şef için heyecan verici bir çalışma olacağına inanıyorum.
Yazıma, “Viskiyi önce İskoçlar mı, yoksa İrlandalılar mı damıtmıştı?” sorusuyla başlayabilirim. Çünkü bu soru, iki ülke arasında bitmez tükenmez bir tartışmaya neden oldu. Doğal olarak her iki ülkede, viskiyi ilk damıtma şerefini kendisine mal ediyor. Fakat dünyanın ruhsatlı en eski damıtım evinin Kuzey İrlanda’da, 1608 yılında yapılan Old Bushmills olması, ibreyi İrlanda’ya çeviriyor.
Dublin’e yaptığım kısa kaçamak süresinde ve günün çeşitli saatlerinde, İrlanda’nın ünlü viskisi Tullamore Dew’ün tadına baktım. Tadım notlarından evvel şunu belirtmeli: İrlanda’da bizim gibi ‘vakti kerahat’ yani ‘içki zamanı’ diye bir kavram yok. İrlandalılar için günün her saatinde içki içilebiliyor, ‘şişenin dibini’ görmeden kimse evinin yolunu tutmuyor. Heinrich Böll’ün dediği gibi, sabah 7-10 arası tüm soruları tek kelimeyle, “sorry” diyerek yanıtlayan bir milletten bahsediyoruz. Böylesine içki sever bir millet!
KADINIMSI BİR VİSKİ
Ünlü viski yazarı Michael Jackson İrlanda viskisi için “Tadını tarif etmek çok zor” tabirini kullanıyor. Gerçekten de Tullamore’un tadını anlatmak zor. Burbon ve şeri fıçılarında üç yıl dinlenen viskiyi tattıktan sonra, not defterime ilk izlenimlerim için şu cümleleri yazmışım: “Dolgun, gövdeli, bal çağrışımları olan, tatlı limonu anımsatan ince bir tadı var. Kadınımsı bir viski. Yumuşak, çiçeksi aromalar hissediliyor. Tadı damakta uzun süre kalıyor...”
Viskide is kokusunu ve is tadını sevmeyenler için, İrlanda viskileri daha çekici olabilir. İrlandalılar arpayı turba ateşi yerine, fırınlarda, kömür ateşiyle kurutuyorlar. Onun için is kokusu olmuyor. İrlandalılar tahıl viskisi yapımında, İskoçyalılardan farklı olarak çavdar ve yulaf da kullanıyorlar. Ayrıca viskiyi üç kere damıtıyorlar. İrlandalılar bu ekstra damıtmanın, viskinin tadını daha da güzelleştirdiğini öne sürmelerine karşılık İskoçlar İrlandalıların iki kere damıtmakla adam gibi viski yapamadıklarını, onun için üçüncü damıtmaya gerek duyduklarını söylüyorlar.
Publara gittiğimde dikkatimi çeken şey, müşterilerin içecekleri viskiyi markalarıyla istemeleri oldu. Bizim gibi, “Bana bir duble viski ver” diyerek barmenin insafına sığınmıyorlar. Bu da onların, ne kadar bilinçli bir içki tüketicisi olduklarının kanıtı.
İrlandalılar viskiyi genellikle sek veya bir buzla içiyorlar. Viskiye su koyma publarda oldukça hassas bir konu. Bir İrlanda atasözü bu işin ciddiyetini şöyle açıklıyor: “Bir erkeği çıldırtmak istemiyorsan, karısına sarkıntılık etme ve viskisine sakın su koyma...” İrlandalılar bir de viskilerinin yanında, siyah bira içmeyi çok seviyorlar. Viskinin midede başlattığı yangını, kararında soğutulmuş birayla söndürmeye çalışıyorlar.
SİYAH RENKLİ SULU EKMEK
Sanırım artık gerek THY’nin gerekse Turizm Bakanlığı’nın yurt dışında kullandığı tanıtım ilanlarında, Türk mutfağının lezzetini vurgulamanın zamanı geldi (belki de geçti). Çünkü son yıllarda lezzetli yemekler peşinde koşan gezgin sayısı arttı.
Öyle kentler vardır ki, sadece lezzetli lokantaları sayesinde turist çeker. Bunların başında İspanya’nın kuzeyindeki küçük San Sebastian gelir. Yemeye içmeye düşkün olanlar, bu kentteki üç Michelin yıldızlı Arzak lokantasında yemek yiyebilmek için aylar öncesinden yer ayırtır. Şef Juan Mari Arzak, kıymetli eserlerin sergilendiği bir müzeden, bir saraydan, bir tarihi eserden daha fazla ilgi görür. San Sebastian’da öylesine çok yıldızlı, yıldızsız lezzet durağı vardır ki, tur düzenleyen turizm firmaları, gezi taleplerini karşılamakta zorlanır.
Lezzet avcılarının gitmek için can attığı diğer bir küçük kasaba da, Katalan bölgesinin Costa Brava Körfezi’ndeki Roses’tir. Çünkü burada dünyanın en büyük şeflerinden Ferran Adria’nın, “elBulli” adlı restoranı vardır. Burada yemek yiyebilmek için 6 ay öncesinden yer ayırtmak gerekir. Roses sokaklarını dolduran turistlerin büyük bölümünün geliş nedeni elBulli’dir. Bir şef ve bir restoran bölgenin turizmine büyük katkıda bulunmuştur.
OTELLERİ LEZZET AVCILARI DOLDURUYOR
Belçika’nın sahil kasabası Knokke-Heist de lezzetiyle turistleri kendisine çeker. Buradaki Michelin yıldızlı üç lokanta, yemek düşkünlerinin adeta saldırısına uğrar. Bu kasabaya yemek yemeye gelen gezginler, alış verişi de canlandırır. Oteller, bu lokantalar sayesinde bütün bir yıl odalarını doldururlar.
New York bir lezzet cennetidir. Orada bütün dünya mutfaklarının tadına bakma olanağı bulunur. Ben, her New York gezim öncesinde uzun bir “lezzet durağı” araştırması yaparım. Her gün değişik bir yerde yemek yemeye çalışırım. Benim gibi milyonlarca gezgin de, New York’ta yemek yemek için can atar. Onun için bu kentteki binlerce lokanta her akşam doludur.
Türk Şarapçılığı herşeye rağmen koşusunu dörtnal sürdürüyor. Artık bağlardan daha lezzetli mahsul alınıyor, şarapların kalitesi artıyor, yeni üreticiler birbirinden güzel araplarıyla raflardaki yerini alıyor. Şarapçılarımızın arkasında biraz destek olsa (veya köstek olmasa), şaraplarımız dünya sofralarının vazgeçilmezleri arasında yer alacaklar.
Geçenlerde Kapadokya’da şık bir restoronda, Amerikalı bir meslekdaşımla yemek yiyordum. Kendisi San Fransisco’da yaşıyor ve ünlü Napa Vadisi’nde de şarap işiyle de uğraşıyor. Garsonun uzattığı şarap mönüsünü görünce şaşkınlığını gizleyemedi ve “Bunların hepsi Türk şarabı mı?” diye sormaktan kendini alamadı. Mönüde Türkiye’nin kalbur üstü bütün şarapları yer alıyordu. Restoran sahibi arkadaşım, yemekler servis edilmeden önce bizi mahzeninde gezdirdi. Mahzenin geçmişi 2000 yıl öncesine dayanıyordu. Bu eski mağaralarda sıralanmış şişeleri gören Amerikalı dostumun şaşkınlığı hayranlığa döndü. “Dininizin yasaklamasına rağmen bu aşamaya gelmişsiniz, yasak olmasaydı bütün dünyayı sollar geçerdiniz” diyerek övgülerini yağdırdı. Şarapları tattıktan sonra da Türk şaraplarını göklere çıkardı.
Gerçekten de artık çok kaliteli şaraplarımız var. Raflarda her keseye uygun bir veya birkaç çeşit şarap bulmak mümkün. İşte tarzına göre şaraplar...
1. BUNU İÇİYORSANIZ2. TARZINIZ3. BUNLARI DA DENEYEBİLİRSİNİZ / SEVEBİLİRSİNİZ
KIRMIZI ŞARAPLAR
1. KAYRA-Vintage, Öküzgözü
2. Damağınızı yormaktan pek hoşlanmıyorsunuz
Bir balık molası
Bahar aslında balık ayı değildir. Kalkanla birlikte balık mevsimi yavaş yavaş sona erer. Ama tekir, barbun ve istavrit bu mevsimde de çok lezzetlidir. Eğer Bursa üstünden güneye doğru yolculuk ediyorsanız size Gemlik’te, limanda yer alan Boksör Restoran’ı öneririm. Burası yörenin en eski balık lokantalarından biridir. Balıklar çok tazedir. Çünkü balık alım işini hâlâ ‘Boksör’ yapar. İlerlemiş yaşına rağmen, sabah erkenden balık haline gidip en güzel balıkları seçer. Balıkçılar onu yıllardan beri tanıdıkları için, en lezzetli parçaları ona ayırırlar. Tabii balığın yanında, bol kıvırcık salatayı, kütür kütür kırmızı turbu, taze soğanı, bol maydanozu, rokayı, tereyi ihmal etmemek gerekir. Çünkü bu yeşillikler, bahar aylarında tüm lezzetlerini sergilerler.
Oğlak kebabının tam zamanı
Baharda, Trakya’ya renkli halılar serilir. Hâkim renk yeşildir. İnsan çevredeki manzaraları seyretmekten araba kullanmaya zorlanır. Trakya denince akla hemen köfte gelir ama bu mevsimde oğlak tandırın da lezzeti damakları şaşırtır. Köfte her köşede ayrı stilde pişer. Keşan civarında satır köftesi, Tekirdağ civarında klasik köfte. Neredeyse her kasabanın kendine özgü bir köftesi vardır. Hepsi de birbirinden lezzetlidir. Hele bahar kuzusunun etiyle yapılan köftelere hiç doyum olmaz. Fırında oğlak yemek istiyorsanız, Karadeniz’e yakın köylere doğru direksiyon kırmanız gerekir. Buradaki kır lokantalarının çoğu oğlak kebabını çok lezzetli yaparlar. Oğlağın tam zamanıdır. Oğlak pişiren lokantaları bulmakta hiç güçlük çekmezsiniz. Çünkü fırından çıkan kokular tüm çevreyi kaplar, insanın ağzını sulandırır. O kokuları izlediğinizde, kendinizi lokantanın kapısında bulursunuz. Oğlağın tadı baharda çıkar. Onun için acele etmenizi öneririm.
Trakyalılar ayrıca çok lezzetli sucuk yaparlar. Hemen her kasabın kendi sucuğu vardır. Sucuk seviyorsanız, bu kasaplardan birinden birkaç kangal almanızı öneririm. Buraya kadar gelmişken, Peynir Helvası’nın tadına bakmadan gitmek olmaz. Bu helvayı Trakya’da her yerde bulmanız mümkün. Helvanın üstüne bir top kaymaklı dondurma koyarsanız, damağınızı bayram yerine çevirmiş olursunuz.
Mezeler yarışıyor
Baharın en lezzetli rotalarından biri de kıyı kıyı güneye doğru inen yolun kıyısına sıralanmıştır. Örneğin Edremit’teki Cumhuriyet Lokantası’nda mevsim sebzeleriyle yapılan nefis yemekleri yiyebilirsiniz. Bu lokantanın mutfağında pişen yemeklerin tadı insanın damağını çatlatacak cinstendir.
Önce karavan macerası: Arabayı Anchorage kentinden kiraladım. Yanımda, fotoğrafçı arkadaşım Tamer Yılmaz vardı. Karavan, üç yataklı, otomatik vitesli bir araçtı. İçinde büyük boy bir buzdolabı, biri normal ve diğeri mikrodalga olmak üzere iki fırını, ocağı, çay-kahve makinesi, tuvaleti, her daim sıcak suyu akan duşu vardı. Isıtma ve soğutma, klima cihazı ile gerçekleştiriliyordu.
Depoyu doldurduktan sonra, önüme çıkan ilk süper- marketin önünde durdum. Gerekli yol haritaları, yiyecek, içecek derken alışveriş arabası tepeleme doldu.
Önce direksiyonu ülkenin güneyine kırdım. Hedefte, vahşi yaşamın en güzel örneklerini barındıran Kenai Ulusal Parkı vardı. Alaska’da asfalt yol sayısı pek fazla değildi. Birkaç saat yol aldıktan sonra, önümüze yarısı buzlarla kaplı bir göl çıktı. Karavanı manzaranın en güzel göründüğü bir köşeye çektim. Arkadaki yatak-koltuklara uzanıp, manzarayı seyrederek kahvelerimizi içtik. İşte o an, karavanın ne kadar keyifli bir araç olduğunu kavradım.
Kenai’ye yaklaştığımızda öğle olmuştu. Yoldan ayrılıp ormanlık bir alana girdik. Meydanlık yerde durup, yemek hazırlığına başladık. Öğle için makarna ve salata yeterliydi. Masayı çimenlerin üstüne kurup, karnımızı doyurduk. Akşamın geç saatlerine doğru dağ manzaralı bir düzlükte mola verdik. Tamer, etraftan topladığı odunlarla mangalı yaktı. Ben de güzel bir salata yaptım. Daha sonra, dana pirzolalarını marinattan çıkartıp, ızgaranın üstüne dizdim. Ben onları alt-üst ederken, Tamer kaşla göz arasında patates kızarttı. Tüm bunların yanına, bir de Zinfandel marka kırmızı Kaliforniya şarabı açınca, masanın dekoru tamam oldu. Böylesine keyifli bir akşam yemeğini çok az yedim dersem yalan olmaz.
KARAVAN VE ÖZGÜRLÜK
Etrafı toplayıp, kuş seslerini, ayı homurtularını dinleyerek uyumaya çalıştık. Ulusal parkta kaldığımız birkaç gün hep böyle geçti. Canımız nereye isterse kampımızı orada kurduk, dilediğimiz yemekleri yaptık, hoşlandığımız manzaraları seyrettik. Yani karavan sayesinde vahşi doğada lüks içinde yaşadık. Kenai Parkı’ndan sonra başka rotalara saptık. Her karavan parkı tam teşekküllü olmadığı için, iki günde bir büyük parklarda konaklıyorduk. Buralarda, tuvalet tanklarını boşaltıyor, eksilen suyumuzu tamamlıyor, çamaşırımızı yıkıyorduk. Hayatımın en büyük karavanlarını buralarda gördüm. Kimi TIR’dan, kimi otobüsten, kimi kamyondan karavan yapmıştı. Hiçbirinin dayalı döşeli apartman dairelerinden farkı yoktu. Karavanlarda mutlaka bisiklet, motosiklet, kayık gibi yardımcı ulaşım araçları da bulunuyordu. Karavanla Alaska’nın yollarında dolaşıp durdum. Amerika kıtasının en yüksek dağı Mckinley’in eteklerinde park edip, ona övgüler düzdüm. Kimi zaman Eskimo köylerinde konakladım, kimi zaman azgın ırmakların kıyısında, somon balığı avcılarına komşuluk ettim. O gezimden sonra, karavan ve özgürlük kelimelerini hep yan yana kullandım. Nerede frene bastıysam mahallem orası oldu. Sıkıldığımda gaza basıp, başka görüntülerin peşine düştüm. Yukon Nehri kıyısında, kartalların kanat vuruşlarını seyrettim, Kutup çizgisini geçip, tundraların yalnızlığını gözledim.
Şimdilerde bir karavan yolculuğunu öylesine özledim ki... Aklıma geldikçe burnumun direği sızlıyor, yüreğim güm güm atıyor.
09.00
Bülbül Yuvası’nda manzaralı kahvaltı: Bülbül Yuvası adlı butik otelin, deniz manzaralı terasında açık büfeye yanaşıp, tabağınızı lezzetli yiyeceklerle doldurun: Mevsim otlarıyla yapılmış kol böreği, yörenin peynirleri, özellikle kaşar loru ve İzmir deri tulumu. Kırma yeşil ve siyah sele zeytini. Küçük parmak inceliğinde zeytinyağlı sarma. 4-5 mevsim otunun üstüne kırılmış yumurta. Tereyağı ve kaymak ile birlikte uzun süre kaynatılarak elde edilen “Tartı”. Ve reçeller: Karabaşotu, taze ceviz, katırtırnağı, turunç kabuğu, incir, kırmızı şalgam, acı biber, yeşil zeytin… Üstüne limonata ve bol manzara...
10.00
Bankta keyif: Kıyıya inip temposu düşük bir kültür yürüyüşü yapın. Durup tekneleri inceleyin, tepeleri işgal etmeye başlayan evlere küfür edin. Buruna yaklaşıp, Küçük Deniz’e dönmeden önce, gölgelik bir yerde, bir banka oturun. Ve düşünün: Foça’nın tarihi 1275’e uzanıyor. O tarihte Cenevizli iki tüccar kardeşe verilmiş. Zaccaria Kardeşlerin amacı, yarımadadaki şap madenini işlemek. İşe liman inşasıyla başlamışlar. Liman, hızla Foggia Nuova adında zengin bir şehre dönüşmüş. 1455’te Osmanlılar almış.
Yarımada Foça’yı ikiye bölmüş. Siz “Büyük Deniz” tarafındaki banktasınız. Baharda bu kıyıda sessizce akıp giden yaşamı seyretmeye doyum olmaz. Acele etmeyin, güneşin tadını çıkartın. Bu kasabanın geçmişte, delişmen denizcilerin yuvası olduğu hiç aklınıza gelir miydi? John Freely’nin “Türkiye Uygarlıklar Rehberi”nde yazdığına göre, Foça, Yunan dünyasında, denizaşırı kolonileştirme yolculuklarına çıkan ilk kentlerden birisiymiş. MÖ 8’inci yüzyılın ortalarında, Amisos’ta (Samsun) bir koloni kurmuşlar. 50 kürekli kadırgalarla bugünkü Marsilya’ya ulaşmışlar. Oradan bugünkü Nice ve Antibes’in, Korsika’daki Alalia’nın, İber yarımadasında Cadiz’e yakın Tartassos’un temelini atmışlar. Yazar Kemal Anadol kitabı Büyük Ayrılık’ta, 1900’lü yılların Eski Foça’sını şöyle anlatır: “Kale Burnu ile Fener Burnu’nun çaprazındaki İngiliz Burnu, sanki kollarını birbirlerine uzatarak, eşi emsali bulunmayan bir liman yaratmışlardı. İngiliz Burnu’nun hemen ucunda ve yanındaki iki küçük ada, birer takı gibi duruyorlardı. Biraz ötedeki İncir Adası ile hemen arkasındaki Oğlak Adası, ağzını kapattıkları koyu çırpıntısız bir göle dönüştürmüşlerdi. İngiliz Burnu’nun arkasında, büyük Orak Adası ile daha gerilerde duran Metelik ve Hayırsız adaları manzarayı tamamlıyorlardı. Adalar, Foça’nın karşısında demir atmış gemilere benzer. Onlar, bu antik kenti düşmanlar, rüzgarlar ve dalgalardan korumakla görevlendirilmişlerdi sanki...”
Bu bilgiler sizi sıktıysa banktan kalkıp biraz yürüyebilirsiniz. Sıra, burunu dönüp, Küçük Deniz tarafında biraz dolaşmakta. Ama önce, limanın kıyısındaki kahvelerden birinde bir çay içmenizi önereceğim. Önünüzde balıkçı teknelerini göreceksiniz. Geç gelen balıkçılar hâlâ ağlarını temizliyor. Herbirin başında birkaç kedi bekliyordur. Üşenmeyin, birkaç fotoğraf çekin.
12.30
Bence her çiçeğin olduğu gibi her içkinin de bir mevsimi var. Örneğin, konyak soğuk kış günlerine yakışır. Rakı her mevsimin içkisidir ama yaz akşamlarında tadı daha bir başka. Kırmızı şarabın tadı serin günlerde çıkar. Güneşli günlerdeyse kararında soğutulmuş beyazlar ve pembe şaraplar kadehleri buğulandırır. Bira da sıcak günlerin sevgilisi. Kokteyller, yaz günlerinin renkli kızları gibi. Sıcak bir günün akşamında, soğuk bir margarita, Martini, negroni veya bol buzlu cin tonikle yorgunluğunuzdan sıyrılıp, yaşamı daha da keyiflendirdiğinizi düşünün...
Benim için yaz günlerinin güzeli cin tonik. Bol buzlu, az tonikli ve buram buram kokan Bodrum mandalinasıyla tatlandırılmış cinin tadına doyum olur mu?
MAJESTELERİNİN FAVORİSİ
Cin ‘asil içki’ diye tanımlanır. Bunun nedeni, İngiltere sarayının vazgeçilmez içkisi olmasından. Saray yaşamını yazanlar, Kraliçe Elizabeth’in her gün saat 12.00’de cin ve Dubonnet şarabı karışımından oluşan bir aperitif içtiğini dem vuruyor. Kraliçe de bu alışkanlığı annesinden devralmış. Ana kraliçenin, neredeyse ölümüne kadar yüzde 30 oranında Dubonnet ve yüzde 70 oranında da cinden oluşan aperitif içtiğini belirten biyografi yazarları, Elizabeth’in karışımının oranını nedense açıklamamışlar.
BİZDE PAVYON İÇKİSİ
Benim cinle tanışmam gençlik yıllarıma dayanıyor. Ama o yıllarda tanıştığım içki cin tonik değil, ‘cin fizz’.... Cin, limon suyu, pudra şekeri ve sodayla yapılan bu kokteyl, içimi kolay olduğu için o yıllardaki ev partilerinin en favori içkisiydi. İçine konan pudra şekeri yüzünden insanı çabuk sarhoş eder, yerlerde süründürürdü.
1900-1940 arasında Amerika’nın en sevilen içkisi olan cin fizz’in doğum yeri, cazın başkenti New Orleans. Bu kentte kokteylin içine, yumurta akı da ilave edilir. Buyrun size ‘silver fizz’... Yok yumurtanın akını değil, sarısını koyarsanız adı ‘golden fizz’, yumurtanın tümünü eklerseniz ‘royal fizz’ olur.