Tıka basa Fransa

Bahar gelince yerimde duramıyorum. Bu kez rotamın üzerinde Fransa’nın damak çatlatan adresleri vardı.

Haberin Devamı

Havaalanından kiraladığım arabayla Bordeaux’nun çevresinden dolanıp Garonne Irmağı ile okyanusun arasında kuzeye tırmanan dar yola saptım. Bu topraklar birkaç yüzyıldan beri bağlara kucak açmış, onları büyütmüş, katmanlarındaki tüm lezzetleri üzüm salkımlarına doldurmuştu. Asmalar yeni yeni yapraklandığı için, bağlar yeşil bir denizi andırıyordu. Rüzgârla dalgalanan bu yeşil denizin en lezzetli kızı tabii ki Cabernet Sauvignon üzümüydü. Ama diğer kızları da göz ardı etmemek lazımdı; Cabernet Franc, Malbec, Merlot, Petit Verdot, Muscadelle, Sauvignon Blanc...
Tabelaların işaret ettiği yöreleri çok iyi biliyordum. Yıllardan beri şarap yolculuklarımda hep önüme çıkan isimlerdi bunlar: St. Estèphe, Pauillac, St. Julien, Listrac, Moulis... Dünyanın en lezzetli şaraplarının üretildiği şatoların yollarını gösteren tabelaları okudukça heyecanlanıyordum: Şato Margaux, Şato Palmer, Şato Lagrange, Şato Mouton Rothschild, Şato Latour...

Haberin Devamı

ÖNÜM ARKAM ŞATO

İlk durak Margaux kasabası. 2-3 katlı taş evlerin arasındaki daracık sokaklarda yürüdüm. Sokakları aşıp ünlü Margaux Şatosu’na geldim. Sarı benizli bir şatoydu. Çünkü hem kendisi hem çevresindeki sıkımhaneler, depolar hep sarı badanalıydı. Bağlarda yürümek beni acıktırdı. Soluğu kasabanın en meşhur lokantasında aldım: Pavillon de Margaux. Bağ manzaralı bir masaya oturup yemeğimi ısmarladım. Önden ev yapımı ördek ciğerinin tadına baktım. Ana yemek içinse yanında taze patates ve mevsim sebzeleri bulunan ördek göğsü istedim. Yemeği iyi bir şarapla taçlandırdım: Grand Cru Classe en 1855.

500 LİTRE ŞARTI

Yemekten sonra yörenin diğer ünlü şatosu olan Palmer’e gittim. 19’uncu yüzyılda yapılan bu şato, daha sonra İngiliz general Charles Palmer’e satılmıştı. Şatonun sahibesi dul bayan Maria Brunet de Ferriere, satış şartnamesine, ‘ölünceye kadar kendisine her yıl 500 litre şarap verilmesi’ şartını da koydurmayı ihmal etmemişti.
‘Şarap Yolu’, şatoların, bağların arasından döne dolaşa beni Pauillac’a kadar götürdü. Burada üretilen şaraplar, dünyanın en fazla yıllanabilen şaraplarıydı. Dünyanın en pahalı şaraplarını üreten şatolar da bu bölgedeydi: Şato Latour, Şato Lafite ve Şato Mouton Rothschild.
Médoc bölgesindeki gezintimi ikindinin biraz sonrasında tamamlayıp, direksiyonu bir başka şarap bölgesine, St. Emilion’a doğru çevirdim. Bordeaux bölgesinin bu bölümü (Garonne Nehri’nin sağ yakası) uzun yıllar gözlerden uzak kalmıştı.
St. Emilion’da beni önce şarap evlerinin ilanları karşıladı. Neredeyse her boşluğa bir ilan tabelası dikilmişti. Hepsinde davetkâr cümleler yazılıydı. Arabayı park ettikten sonra bir acele kendimi dar sokaklara attım. St. Emilion alımlı bir kasabaydı. Akdenizli bir havası vardı. Parke taşı döşeli sokakları, damları siyah arduaz taşı veya oluklu kiremit kaplı taş evleriyle bozulmamış bir ortaçağ kentiydi. Bu küçücük kasabada tam 98 tane şarap satan dükkan olduğunu öğrenmek beni şaşırttı.

Haberin Devamı

BAŞTAN ÇIKARTICI TATLILAR

Şarap tadımından fırsat buldukça kahvelerde oturdum, tek parça kireç taşına oyularak yapılan şaşırtıcı kiliseyi gezdim, kasabanın ünlü tatlıları macaron ve canelé’lerin tadına baktım. 1600’lerin başından beri St. Emilion’da yapılan macaron bir tür badem ezmesiydi. Şambaba görünümündeki canelé’nin ortası krem karamel benzeri bir sosla doluydu. Bu muhteşem tatlı, pazar günleri öğleden sonra kahvelerde kırmızı şarap eşliğinde yeniyor.
Akşam yemeği yiyecek halimi kalmamıştı ama yine de vazgeçemedim. L’Envers du Decor’un (Sahnenin Arkasında) barına tünedim. Çünkü boş masa yoktu. Truffle püresi eşliğinde süt danası pirzolası yedim. Bu muhteşem yemeğin yanında ise Şato Saint André’nin 2003 yapımı bir kırmızısını yudumladım.
Ertesi gün yörenin ünlü şatoları Cheval Blanc, Magdelaine ve Ausone’u ziyaret edip, St. Emilion ile vedalaştım. Şimdi sırada Fransa’nın kaz ciğeri diyarı Gaskonya vardı.

Haberin Devamı

KÜÇÜK SARLAT’YA YILDIRIM AŞK

Kaz ve ördek ciğerinin başkenti Sarlat’ya geldiğimizde vakit öğleyi geçmişti. Peşinen söylemeliyim ki daha görür görmez bu küçük kente aşık olmuştum. Daracık sokaklarında gezdikçe de aşkım daha da derinleşti. Duvarlarına sarmaşık gülleri dal atmış, cam önlerinden sardunyaların, cam güzellerinin sarktığı, damları siyah arduaz taşı ile kapatılmış asırlık taş evler, küçük meydanlar, küçük lokantalar, kahveler beni bir ahtapot gibi sarıp sarmalıyor, sanki içlerine çekmek istiyorlardı.
Sarlat, Fransa’nın hatta Avrupa’nın görülmeye değer canlı müzelerinden biriydi. İki gün boyunca bu sokaklarda dolaştım, kahvelerde soluklandım, akşamları ise kendime kaz ciğerinin çeşitli varyasyonları ile ziyafet çektim. Zaten yörenin ünlü Monbazillac şarabının eşlik ettiği kaz ciğerinden sonra, insanın canı başka bir şey yemek istemiyordu. Monbazillac şarabı, sadece kaz ciğeri için yaratılmıştı sanki. Dönüş yolunda kendimi daha ağırlaşmış hissettim. Öylesine lezzetli yemekler yemiş, şaraplar içmiştim ki, bu ağırlık yüzünden hiç pişmanlık duymuyordum.

Yazarın Tüm Yazıları