Ve Bülent Arınç’ın da dikkat çektiği gibi bu nedenle yer yerinden oynamış da değil.
Çipras doğrusunu yaptı, inanmadığı bir şey üzerine yemin etmedi. Ne kendisini kandırdı ne de ülkesinin vatandaşlarını.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da, cumhurbaşkanlığı görevine başlarken, TBMM’de, “millet ve tarihin huzurunda, namusu ve şerefi üzerine” yemin etti.
Dilerseniz, yemin metnini tekrar hatırlayalım:
“Cumhurbaşkanı sıfatıyla, devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma, Anayasa’ya, hukukun üstünlüğüne, demokrasiye, Atatürk ilke ve inkılaplarına ve laik Cumhuriyet ilkesine bağlı kalacağıma, milletin huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ayrılmayacağıma, Türkiye Cumhuriyeti’nin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine ant içerim.”
Ama bildiğimiz gibi yeminini tutmuyor.
“Tarafsız Cumhurbaşkanı” gibi davranmıyor, her konuşmasında muhalefete çatıyor, halkın bir bölümünü yok sayıyor.
Cumhurbaşkanı’nın iki önemli gündem maddesi var. Birisi başkanlık sistemine geçmek, diğeri Fethullah Gülen’i Amerika’dan attırmak.
Başkanlık sisteminin faziletlerini anlatırken savunduğu ise bu sistemle ekonominin şahlanacağı!
Şöyle konuştu: “G-20 ülkeleri içerisinde, 10 tanesi başkanlık sistemi ile yönetiliyor. Böyle bir yapı içerisinde bir gerçeği görmemiz lazım. Çok daha seri, çok daha kolay muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarız.”
Tabii parlamenter sistemi savunacak olsaydı, bunun tersini de söyleyebilirdi: “G–20 üyelerinin 10’u parlamenter sistemle yönetiliyor” diye!
Neyse zaten, alttan topla, üstten çıkar ikisi de 10’u bulamıyor, o ayrı mesele!
“Uslu gazeteciler” fazla kurcalamadı tabii ama ben biraz üzerinde durayım.
Bunun tadına kimin doyamayacağını biliyoruz!
Daha önce Obama için “zavallı” sıfatını kullandığını da hatırlıyorum, belli ki başkanlık sisteminin tadına doyamayacak olan Amerikan başkanları olmayacak.
Yani güçler ayrılığı, denge–fren mekanizmalarının olmadığı bir Başkanlık sisteminden söz ediyor olmalı ki “tadına doyulamasın”.Prof. Dr. Kuzu “Diktatörlüğe parlamenter sistem daha müsait” de diyor!
Benzeri görüşlerini önceki akşam Ahmet Hakan’ın programında da tekrarladı.
Burhan Bey, “Prof. Dr.” unvanını Anayasa Hukuku dalında aldı.
Öğrencilerine, başkanlık ve parlamenter sistemlerini böyle anlattıysa, gerçekten çok ilginç.
Sistemleri iyi ya da kötü yapan şey, isimleri değildir.
Halkın sarayın gerçek maliyetini öğrenmesinin ülke ekonomisine nasıl bir zarar verebileceği elbette sadece TOKİ’nin bildiği bir sır olmalı.
Bu sarayın maliyetini bilseydik Türk Lirası değer mi kaybedecekti?Ya da maliyetin oluşturduğu panik havası, halkın bankalara hücum etmesine mi yol açacaktı?
Sanayi şirketleri batacak, insanlar kitleler halinde işsiz mi kalacaktı?
Bunu kimse çözemedi.
Mimarlar Odası, bunun üzerine TOKİ’nin Bilgi Edinme Kanunu’na aykırı davrandığı gerekçesiyle dava açmıştı.
TOKİ’nin mahkemeye gönderdiği savunma, en az ilk yanıtı kadar ilginç.
Meğerse sarayın yapımı halen devam ediyormuş, maliyet rakamlarının açıklanması “haksız kazançlara” yol açarmış!
Bizim liderlerimiz uçağa binince uçarlar biliyorsunuz!
Cumhurbaşkanı da uçmuş tabii, etrafına da “terbiyeli çocuklardan oluşan gazetecileri” topladığı için kimse “Çok uçtuk, hadi biraz da inelim” dememiş.
Başkanlık sistemine artık geçilmesi gerektiğini söyleyen Cumhurbaşkanı, “Gelişmiş ülkelerin tamamına yakınında başkanlık sistemi var. Bu neyi gösteriyor? Demek ki bundan netice alınıyor” dediğinde de uslu uslu dinlemişler mesela.
Hiçbiri “Amerika’dan başka bir örnek verebilir misiniz” diye soramamış.
Oysa bu konuda iddiaya girseler kazanırlardı.
Mesela diyebilirlerdi ki “Başkanlık sistemi olan gelişmiş her bir ekonomiye karşı, parlamenter sistemle yönetilen gelişmiş beş ülke sayarım”!
Başlayalım mı: İngiltere, Almanya, Hollanda, İsveç, Finlandiya, Norveç, Kanada, Avustralya, Belçika, Lüksemburg, İtalya vs.
Öğrenciyken başladığım gazeteciliğe, Adana İTİA’nın “iktisat kürsüsünde” asistanlık sınavı kazandığım için veda edip “akademisyen” olmaya karar vermiştim.
Önümdeki “rol modelleri” şahaneydi çünkü.
O zaman doçent olan rahmetli Ahmet Taner Kışlalı ve bugünkü insan olmamda büyük paya sahip rahmetli Prof. Dr. Kurthan Fişek ile Yankı dergisinde birlikte çalışmıştım.
Kurthan Hoca için “Kankamdı” da diyebilirim, o kadar yakındık.
O tarihte doçent olan rahmetli Ünsal Oskay’ın da “sürekli eğitimi” altındaydım.
Altı ay içinde gazeteciliğin bana daha uygun bir iş
olduğuna karar verip yine Yankı’ya Mehmet Ali Kışlalı’nın “tedrisatına” döndüm ama ciddi akademisyenlere sahip olmanın, bir toplum için ne kadar önemli olduğunu biliyordum, hâlâ da öyle düşünüyorum.
Sabah gazetesi bunu “darbe planı ile ilgili ilk dava” diye tanımlıyor ama haberden de anlıyoruz ki bu bir “darbe” iddianamesi değil.Polis müdürlerine yöneltilen suçlamalar usulsüz soruşturma yürütmek, üst makamlara bilgi vermemek, imha edilmesi gereken ses kayıtlarını muhafaza ederek görevi ihmal etmek!Bu nasıl bir “darbe” soruşturması oluyor, anlayabilmek mümkün değil.
“Görevi ihmal ederek darbe yapmaya kalkışmak” gibi bir suç herhalde!
Dünya Darbeler Tarihi’ne geçecek bir suç da yaratılmış oluyor, bu da Türk adaletinin bir zaferi sayılmalı!
Öyle görünüyor ki savcılığın elinde, bir darbe iddianamesi hazırlamaya yetecek delil yokmuş!
Bununla ilgili haberde şöyle bir bölüm var ki Beştepe ve AKP’nin, “bu bir darbe girişimiydi” iddialarını da sarsacak gibi.
Buyurun Sabah’taki haberden okuyalım:
“Adli Kolluk Yönetmeliği’nin 5. maddesinde dikkat çekilen ‘karşılaşılan suçun işlenmesinin önlenmesinin öncelikli görev olduğu’ ibaresine dikkat çekilen iddianamede, şüphelilerin bu hükmü hiçe saydıkları, soruşturma süresi ve sonuçları dikkate alındığında iddia ettikleri suç işlenmeye başlandığı aşamada müdahale edilmeyerek iddia suçun oluşması için bekleyerek görevlerini ihmal ettikleri kaydedildi.”
İki odalı bir çiftlik kulübesinde, 2 Ocak 1906 tarihinde doğmuştu.
Jessie Hanım, uzun yaşamasının sırrını Daily Mail gazetesine şöyle açıkladı:
“Uzun yaşamamın sırrı erkeklerden uzak durmamdır. Erkekler, sahip oldukları değerden daha fazla bela açarlar.”
Jessie Gallan, her gün spor yaptığını ve her sabah bir kâse dolusu sıcak süt ile pişirilmiş yulaf lapası yediğini de söylüyor.
Geçen haftanın başında, İngiltere’nin en yaşlı kadını olan 112 yaşındaki Gladys Hopper da uzun yaşamasının sırrını “Aptalca şeylerle uğraşmamak” diye açıklamıştı.
Gladys Hanım’ın “aptalca işler” tanımının içine erkekler ile uğraşmak da giriyor muydu, bilemiyorum.Bunları okuyunca yıllar önce, bir kadın arkadaşımızın annesinden aktardığı bir sözü hatırladım. Milliyet’teki bir yazımda aktarmıştım bu alıntıyı ama aradan çok zaman geçti, tekrarlamakta bir sakınca yok.
Şöyleydi: “Anadolu erkeğinin iyisi 30 yılda adam olur. Kötüsü için 40–50 yıl gerekir. Sonunda adam olurlar ama kadınlarda da artık hal kalmamış olur.”Geçen gün Elele dergisinin düzenlediği Avon Yılın Kadınları ödül töreninde, ödül alanların konuşmalarında da benzer bir “tını” vardı.