Açıkladığına göre “iyi bir fotoğraf olmamış”!Nesini iyi bulmadı, anlayamadım.
Hükümetin bir bakanı, milletin oyunu alarak seçilip, milletvekili olmuş ve bir siyasi partiyi temsil eden siyasetçiler.
Bir demokraside bundan daha normal bir “tablo” olur mu?
Ardından hükümetin “barış sürecini izlemesi için” bir heyet kurulması fikrini de yanlış bulduğunu söyledi.
Söylediklerinin bir iç tutarlılığı var.
Çünkü Kürt sorunu diye bir şeyin olmadığını, Kürtlerin isterlerse Cumhurbaşkanı bile olabileceğini düşünüyor.
Böyle düşününce de zaten ne izleme heyetine ihtiyaç var ne de Öcalan’ın açıkladığı on maddelik “yapılması gerekenler listesine”!
“Bir ağrı saplandı yüreğime, ne zaman sevdiğim kızın şu koskoca dünyada benden farklı bir yöne gittiğini görsem olduğu gibi.”
Bu sözleri yeni yayınlanan bir kitaptan aldım. (Aşkın Canı Cehenneme, Doğan Novus Yayınları, Derleyen: Adams Medya Editörleri, Çeviren: Omca A. Korugan.)
Bu bir “özlü sözler” kitabı. “Ayrılıklar, reddedilişler, ve kırık kalpler için teselli sözleri” içeriyor.
Her ayrılık, reddediliş ve kalp kırıklığı sonunda bir öfkeye de dönüştüğü için elbette onlar da var.
Bugün bu kitabın sayfaları arasında gezineceğiz.
* * *
Cumhurbaşkanı’nın kafasındaki “başkanlık sistemi”nin neye benzediğini artık biliyoruz.
Denge ve fren mekanizmaları olmayan, Meclis’i işlevsizleştirecek, her şeyin tek hâkimi Başkan’ın olacağı bir sistemden söz ediyor.Böyle bir ülkede demokrasiden söz edilemez.
HDP’nin böyle bir sistemde, kendi programını uygulayabilmesi mümkün mü?
Erdoğan gibi inişleri çıkışları son derece keskin olan bir başkanın yönettiği bir ülkede, Kürtlerin istediği demokratik açılımlar olabilir mi?Bu mümkün değildir.
Ülkenin bir bölümünde faşizm sürerken, diğer bölümünde demokrasi olmaz.
Öte yandan “uzlaşma” da kötü bir şey değildir.
Diyelim ki Demirtaş verdiği sözü tutmadı, birçok kişinin korktuğu şey gerçekleşti, Erdoğan ile uzlaştı ve Anayasa’da kendilerine göre bir değişiklik yaptılar.
Şöyle diyor:
“Türkiye toplumunda, evet, ate ve ateistler ile eşcinsellere kötü bakış yaygındır; ancak bu hem bir vakıadır, hem de bir haktır. İnsan haklarına dayalı demokrasilerde bir kimsenin ate ve eşcinsel olma ve bu oluşları savunma hakları varsa, böyle olmayanların da kendi değerlerine dayalı olarak ateistlere ve eşcinsellere ‘kötü bakma’ hakları, hatta Müslüman iseler vazifeleri vardır.”
Karaman, ayrıca devletin bu tür “kötü bakışları önlemek için” tedbir almasını da “inanç ve düşünce özgürlüğüne aykırı” buluyor.
Karaman’ın bu yazısını yazmasından kısa bir süre önce, IŞİD, eşcinsel olduğunu iddia ettiği iki kişiyi yüksek bir binanın üst katından aşağıya atarak idam etmişti.
Bunu okuyunca, o olay aklıma geldi ve kendime şu soruyu sordum:
“Acaba bugün Türkiye’deki İslamcıların kaçta kaçı Suriye ya da Irak’ta yaşıyor olsaydı, IŞİD’ci olurdu” diye.
Kendi kendime verdiğim yanıtı burada yazmayacağım, siz de bir düşünün bakalım ne sonuca ulaşacaksınız.
Benim için yazısındaki en ilginç bölüm şuydu:
“2011 seçimlerinden beri bizzat iktidar eliyle, diliyle manipüle edilen kutuplaşmanın giderek şeytanlaştırmaya dönüştüğünü yaşıyoruz her gün, hayatın her alanında. Taraftarlarına aidiyet duygusu ve motivasyonu üreten iktidarın bu dil ve tarzının giderek kendi taraftarlarının bir bölümünde de huzursuzluk üretmeye başladığını gözlüyorum ben. Araştırmalarda ilk kez ‘AK Parti karşıtlarının’ oranı ‘AK Parti yandaşlarının’ oranını geçti.”Cumhurbaşkanı, neredeyse her gün birilerini fırçalıyor.
Bundan kendisini kimse kurtaramıyor.
Bizzat kendi atadığı memurlarıyla bile kavgalı.
Bir vakitler yere göğe sığdıramadığı “ne istedilerse verdiği” Fethullah Gülenciler ile de!
Ettiği tarafsızlık yeminine rağmen her gün muhalefete laf yetiştiriyor.Herkesin hayatına, işine gücüne karışma isteğini bir türlü engelleyemiyor.
Televizyonlardan, gazetelerden, radyolardan her gün yükselen o gergin sesin giderek daha fazla kulağı tırmalamaya başlaması sürpriz olmamalı.Bu toplum, genel olarak kavgadan hoşlanmıyor, huzur arıyor.
Bunun için de “başkanlık sistemi” gerekiyormuş!
Böylece Erdoğan’ın kafasındaki “Türk tipi başkanlık sistemi” giderek daha netleşiyor, anlam kazanıyor.
“Otoriter tek adam yönetimi” diye tanımlıyorduk, buna bu açıklamasıyla bir de “corporatizm” (şirketçilik) eklendi ki Mussolini’nin faşist İtalya’sı da işte tam da böyle bir devletti.
Zaten bunun ipuçlarını da yavaş yavaş alıyorduk.
“Güvenlik paketi” diye halka yutturulmaya çalışılan ama aslında bir polis devleti kurmayı amaçlayan kanunlar dizisine bakınca, bunun neyin hazırlığı olduğunu anlamıştık.
-Yargı, Başkan’a bağlanacak.
-Yürütme gücü Başkan’ın elinde olacak.
Geziciler gibi filan olmayacaklarmış, ona göre yetiştirmek gerekiyormuş.
“Gezici” diye tanımladığı insanları o günlerde meydanlarda gördüm.
Hepsi okumuş, iyi çocuklardı. Yardımlaşmacı, haklarına sahip çıkmayı bilen, haklı olduğu bir meselede güce boyun eğmeyi reddeden çocuklar.
Bu konuşmasını dinlerken “Benim de bu işe bir katkım” olsun diye düşündüm ve gençlerin nasıl yetiştirilmemeleri gerektiği ile ilgili birkaç not aldım, sizlerle de paylaşayım da memlekete bir faydam olsun dedim!
-Her şeyden önce çocuklara, gençlere iyi örnek olmak gerek. Onlarla birlikte hırsızlık, yolsuzluk yapmamak lazım.-Çocuklarımızı rüşvet işlerimizde bir aracı olarak kullanmak da hiç doğru bir yetiştirme yöntemi sayılmaz.
-“Oğlum sen ‘danışmanım’ de, böylece aldığımız rüşvetleri kamufle edebiliriz” diye bir yaklaşım, gençlerin yetişmeleri açısından hiç doğru bir tutum sayılmaz.
-Çocuklarımız, bulunduğumuz mevkilerden yararlanarak, birileriyle işler çevirip para kazanıyorlarsa onlara kasa hediye etmek yerine, yaptığının hem suç hem de ayıp bir davranış olduğunu söylememiz gerekir.-Kaynağı belirsiz milyonlarca Euro’nun, doların “sıfırlanması” ve bir yerden diğerine nakledilmesi işinde de çocuklarımızı kullanmayalım lütfen. Onlar bu yaşlarında bu işlere bulaşırlarsa, ayıp ve suç kavramlarını algılayış biçimleri zedelenir, “Babam alıyor, ben de alayım o halde” diye düşünmelerine yol açar.
Ben bilmiyorum, okuduklarımın yalancısıyım. Gerçi bu devirde okuduklarımızın hepsine nasıl inanabiliriz, onu da bilmiyorum. İnternette yalan yanlış o kadar çok bilgi var ki!
Düşünün benim Vikipedi’deki hayat hikâyemi yanlışlardan arındırabilmem bile ancak bilgisayar sihirbazı diyebileceğim bir arkadaşımın yardımıyla mümkün olabildi!
Neyse, bunu daha önce de yazmıştım zaten, bugüne kadar bununla ilgili bir düzeltme almadığıma göre, bu bilginin doğru olduğunu varsayabilirim.
O halde başa dönüyorum, Japoncada “Seni seviyorum” anlamına gelen bir cümle yokmuş!
Japon âşıklar birbirlerine bu türden cümleler söylemezlermiş.
“Gülüm, nar çiçeğim, mor menekşem, sarı mimozam, beyaz manolyam” gibi hitaplar da kullanmadıkları söyleniyor.
Hatta evlenip çocukları olduktan sonra da çiftler birbirlerine “anne–baba” diye hitap ederlermiş.