Siemens soruşturması vesilesiyle bunu da görmüş olduk, gözlerimiz açık kaldıkça kim bilir daha nelere tanıklık edeceğiz!
Siemens şirketi uluslararası ihalelerde rüşvet dağıttığı için ABD’de 800 milyon Euro, Almanya’da ise 395 milyon Euro ceza ödemişti.Şirketin yetkilisi Almanya’da savcılığa verdiği ifadede, 150 milyon dolarlık bir ihale için Türkiye’de de rüşvet verildiğini, “telekomünikasyon bakanı” ile yemek de ayarlayan bir aracı vasıtasıyla bu işin bitirildiğini anlatmıştı.
Savcılık bununla ilgili Almanya’dan belgeler istemiş, Almanya bu talep ile ilgili “daha fazla ayrıntı” isteyince de takipsizlik kararı vermiş.
Bunları dünkü yazımda anlatmıştım.
Asuman Aranca’nın, Sözcü’de yayınlanan haberiyle öğrendiğimiz bu takipsizlik kararının ilginç diğer boyutu bunun bir “torba takipsizlik kararı” olması.
Amerikan Delta Pine şirketinin, Türkiye’de GDO’lu tohumları denetimden kaçırabilmek için Tarım Bakanlığı’ndaki bazı görevlilere seyahat, hediye gibi rüşvetler dağıttığı ortaya çıkmıştı.Delta Pine, bu nedenle ABD Colorado Bölge Mahkemesi’nin verdiği 300 bin dolar cezayı ödemişti. Savcılık bu rüşvet olayı ile ilgili takipsizlik kararını da, Siemens takipsizlik kararı ile birlikte vermiş.
Birbiriyle alakasız iki dosyanın, neden birleştirildiğinin sırrına vâkıf olamadım.Ama böylece takipsizlik kararlarında da “torba karar” uygulamasına geçildiğini öğrenmiş olduk. Merak ettim. Neden bu torbanın içine Smith Wesson ve 3M rüşvetleri ile ilgili iddiaları da atmamışlar?Hepsini birden daha sonra yine hatırlatacağım, yeni bir torba dikmeye başlamalarında yarar var!
Abdullah Öcalan, 10 maddelik bir liste yapmış, heyetler de bu liste üzerinde anlaşmaya varmış.
Olumlu bir gelişme, en azından çatışmasızlığın bir süre daha devam edeceğini garantiliyor.Ancak “barış sürecinin yeni bir aşamasında” olduğumuzu düşünmüyorum, üç gün önce hangi aşamadaysak, şu anda da aynı yerdeyiz diye düşünüyorum.
Birincisi PKK’nın tutumunda bir değişiklik görünmüyor.KCK yöneticisi Murat Karasu, açıklamanın yapılacağı günün sabahında bakın ne dedi:
“Kandil, devlet heyetinin, seçim öncesinde hiçbir müzakere yapılmadan, hiçbir mutabakata ulaşmadan silah bıraktırma çağrısı yaptırma çabasının bir oyun olduğunu ve bunun kabul edilemeyeceğini HDP heyetine bildirmiştir. Bu sorun çözülmeden PKK silah bırakacak, PKK kongresini yapıp silah bırakma kararı alacak biçimindeki yaklaşımlar demagojidir, toplumu aldatmaktır.”
İkincisi, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ın, Öcalan’ın 10 maddelik “mutabakat önerisi” ile ilgili olarak yaptığı açıklamasında saklı: “Demokratik siyasetin bir yöntem olarak öne çıkarılması konusundaki açıklamayı önemli görüyoruz” diyor.
Türkiye’yi bir polis devletine dönüştürmek konusunda ısrarlı olan bir hükümet, demokratik siyasetin önünü nasıl açacak, merak ediyorum.
Üçüncüsü, Sırrı Süreyya Önder’in sözlerinde. Okuyalım: “Hem gerçek bir demokrasinin hem de büyük barışımızın omurgasını teşkil edecek olan olgusal başlıklarımız şöyle: 1– Demokratik siyaset, tanımı ve içeriği. 2– Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması. 3– Özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvenceleri. 4– Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına yönelik başlıklar. 5– Çözüm sürecinin sosyoekonomik boyutları. 6– Çözüm sürecinde demokrasi güvenlik ilişkisinin, kamu düzenini ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması. 7– Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri. 8– Kimlik kavramı, tanımı ve tanımlanmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi. 9– Demokratik cumhuriyet, ortak vatan ve milletin demokratik ölçütlerle tanımlanması, çoğulcu demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması. 10– Bütün bu demokratik hamle ve dönüşümleri içselleştirmeyi hedefleyen yeni bir anayasa.”
Aslında ne kadar “istemeden” diyebilirim, bilemiyorum.
Dürüst olmam gerekirse hikâyenin devamını öğrenmek için de şansımın bir gün bana yine gülmesini heyecanla bekleyeceğim.
Akşam iş çıkışı hep gittiğimiz kafenin barında arkadaşların da işlerini bitirip gelmelerini beklerken, arkamdaki masada konuşulanlara kulak misafiri oldum.
Ama galiba “Kulak kabarttım” demeye utandığım için böyle yazıyorum.
İki genç kadın oturmuş sohbet ediyorlardı, yan gözle baktım yaşları olsa olsa geç 20’ler, erken 30’lar olabilir.
Neredeyse nefes almadan konuşanı, ki ona artık “anlatıcı” diyeceğim, diğerine de “dinleyici” derim, erkek arkadaşını bırakmak istiyormuş.
“Dinleyici” de bunun ne kadar saçma bir fikir olduğunu araya girmeye çalışarak anlatmaya çalışıyordu ama “anlatıcı” tınmıyordu.
Savcı esas hakkındaki mütalaasını açıkladı ve 20 sanık için beraat kararı verilmesini istedi.
Sadece sanıklardan Mehmet Gürhan için 2 yıldan 6 yıla kadar hapis cezası isteniyor. Onun nedeni de Almanya’da tutuklu olarak bulunurken verdiği vekâletnamedeki imzasının resmi vekâlete sahte olarak dönüştürülmüş olması nedeniyle “resmi evrakta sahtecilik”!
Olayı en başından beri soruşturan savcılar görevden alınmamış olsaydı, sanıklar suç işlemek için örgüt kurmak ve nitelikli dolandırıcılık suçundan yargılanacaklardı.
Savcılar değiştirildi ve suç “Hizmet nedeniyle görevi kötüye kullanma”ya dönüştü.
Mümkün olabilseydi sanıklar hiç yargılanmayacaktı.
Ama ortada Almanya mahkemesinin kararı ve Türkiye’ye aylarca uğraşıdan sonra zorla getirilebilen dava dosyası mecburen bir davanın açılmasına neden oldu.
Ve soruşturmayı yürüten ilk savcıların başına gelmeyen kalmadı, görevden alındılar, Yargıtay’da yargılandılar, az kalsın hapse bile atılacaklardı.
“Sözler iftira, ihanet boyutunu aştı. Genelkurmay Başkanımıza akla hayale gelmedik ifadelerle saldıran bu zat önce aynaya bakmalı. Sen şu anda Genelkurmay Başkanımızın atılacak tırnağının bir paresi bile olamazsın.”Kendisine yapıldığını düşündüğü hakaretler için son derece hassas olduğunu bildiğimiz Cumhurbaşkanı’nın bir muhalefet liderine bu sözleri bir çırpıda söyleyebiliyor olmasında bir tuhaflık yok mu?
Tersi olsaydı, aynı sözleri Cumhurbaşkanı için herhangi bir vatandaş söyleseydi, şu anda “tutuklu olarak” yargılanmak üzere kodese tıkılmıştı.
Cumhurbaşkanlığı makamı, devletin ve milletin birliğini temsil ediyor.
Bu nedenle ona yapılmış hakaretler cezalandırılıyor ki “kutsal” sayılan bu kavramlar korunabilsin.
Ama bu görev vatandaşlara olduğu kadar o makamın sahibine de düşüyor olmalı.
O da bulunduğu makamın ve ettiği yeminin anlamını biliyor olmalı ve sözlerine de dikkat etmeli ki böyle tuhaflıklar yaşanmasın.
Cumhurbaşkanı, günlük siyasetin içinde bu kadar olursa, her gün birilerine yanıt yetiştirmeye kalkışırsa sonunda varacağımız yer, o makamın halkın bir bölümünün nezdindeki değerini kaybetmesi olur.
“Çılgın projenin ayrıntıları netleşmeye başladı.”Bunu okuyunca merak ettim tabii.
Tahmin ettim ki bu proje ile ilgili olarak gerekli çevre etütleri yapılmış, bilim adamlarının dikkat çektiği tehlikeler incelenmiştir.
Hatırlarsınız, Prof. Dr. Cemal Saydam, Marmara Denizi’ne böyle ciddi bir müdahalenin ciddi çevre sorunları yaratacağı ile ilgili bilimsel yayınlar yaptı.
Marmara Denizi’nin olağanüstü dengesinin bozulabileceğine, İstanbul’u bir kükürt kokusunun sarabileceğine, Karadeniz’in daha hızlı tuzlanacağına dikkat çekti.Bugüne kadar bu tezin aksini iddia eden bir bilimsel yayın da yapılmış değil.
Belki dedim kendi kendime, İstanbul Boğazı’nın Avrupa yakasının anakara ile ilişkisinin bir kanal ile kesilmesinin yaratacağı doğal su kaynakları sorunu ile ilgili çalışmalar da yapılmıştır.Tabii ki bunların hiçbiri değilmiş.
“Çılgın proje”de ayrıntısı netleşmekte olan konular, Kanal İstanbul’un çevresine kurulacak yeni kentin nüfusunun 500 bin olacağı, imar planlarını İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yapacağı, kanal üzerine 6 köprünün yapılacağı, yeni kurulacak şehirde kat yüksekliğinin 6’yı geçemeyeceği ve şehrin mimarisinin Anadolu Selçuklu mimarisinden esinleneceği imiş!
Ciddi bir bilimsel çalışma yok.Türkiye’nin ve dünyanın önde gelen denizbilimcilerini, çevrebilimcilerini bir araya getirip, kanalın gerçekten böyle sorunlara neden olup olmayacağını tartışan yok.
Zaten servis edilen fotoğraflar da bu amaca hizmet etmek için tasarlanmıştı.
“Komuta merkezinde” Başbakan, yanında Genelkurmay Başkanı, iki taraflarında kuvvet komutanları, önlerinde haritalar filan!
Biliyoruz ki IŞİD, bölgedeki türbeleri “puta tapmak” olarak değerlendiriyor ve önünde sonunda sıra Süleyman Şah Türbesi’ne de gelecekti.
Zaten aylardır türbedeki askeri değişim yapılamıyordu, bu IŞİD’in bölgedeki hâkimiyetinden kaynaklanıyordu.
Yani Türkiye’yi Suriye’deki içsavaşa daha da çok bulaştıracak ciddi bir tehlike vardı ve bu tehlikenin bu şekilde ortadan kaldırılması, doğru bir karardı.Ama bundan bir “askeri zafer” çıkarmak için elbette havuz medyası gerekiyordu. Zaten medya üzerinde kurdukları oyun planının temel gerekçesi de bu tür gelişmeleri halka “zafer” diye yutturmak için gerekli araçları temin etmekten başka bir şey değildi.
Bu bir zafer değil, tam tersine hükümetin Suriye politikasının çarptığı bir son duvardır.Hem bölgenin “ağabeyi” olacaksın, bölgesel güç olduğunu zannedeceksin, bin küsur odalı sarayında bir “dünya lideri” oturacak ve terör örgütü olarak tanımladığın örgütlerin göz yummasıyla üzerinde bayrağın olan bir toprağı terk edeceksin!
Tarihsel olarak önemi olan bir türbeyi korumak için belli ki caydırıcı bir gücün bile yok.
Tıpkı o eski şarkıdaki gibi yani: “Bana her şey seni hatırlatıyor”!Suudi Arabistan Kralı Selman, tahta çıktığından bugüne kadar geçen bir ayda, hediye ve ikramiye olarak 32 milyar dolar dağıtmış.
Bunların önemli bölümü Suudi vatandaşlarına yapılan “tahta çıkış ikramiyeleri”.Suudi kralları bonkör insanlar, kutlamak için de gelip gidenlere de kendi şanlarına uygun hediyeler veriyorlar tabii.
Bu haberi okuyunca, o yıllardır sorup yanıtını alamadığım, “Suudi Kralı’nın hediyeleri” konusunu hatırladım.
Eski Cumhurbaşkanı da, şimdiki Cumhurbaşkanı da bu konuda bir açıklama yapmadılar.Biliyoruz ki Suudi Kralı, sadece yabancı devlet adamlarına değil, eşlerine de pahalı mücevherler hediye ediyorlar.
Nitekim yine dün gazetelerde yer alan bir haber gösteriyor ki eski Kral Abdullah, kendisini ziyaret eden Prens Charles’ın eşi Camilla Parker’a 1 milyon sterlin değerinde bir mücevher takımı armağan etmiş.Bizimkilerin eşlerine ne armağanlar verdiğini bilemiyoruz, çünkü kanun ve yönetmeliklere uymadılar, hediyeleri zamanında beyan etmediler.
Kim bilir yeni Kral da kendilerini kutlamak için ayağına kadar gelen liderlerimize neler hediye etti.
Hatırlarsınız, bu işten haberdar olmamıza neden olan olay Ekvador Cumhurbaşkanı’nın eşine Kral tarafından hediye edilen mücevherleri satarak, bir yardım kuruluşuna bağışlamak istediğini açıklamasıydı.