Bunu niye yapıyor, biliyoruz.
Milletvekili yemininde “Büyük Türk milleti önünde namusum
ve şerefim üzerine
ant içerim” diye bir cümle var ve Zana da Türkiye’de, Türklerden başka milletlerin de olduğuna dikkat çekmek istiyor olmalı.
Düşündüğü şeyi bizlere aktarmasının yolu bu değildir elbette.
Yeminin nasıl yapılacağı Anayasa’da yazılı ve o yazılı metni herkesin kafasına göre değiştirmesi kabul edilebilir
bir şey değildir.
Bizim memlekette herkesin en iyi bildiği iki işten birincisi futbol teknik direktörlüğü ise ikincisi de gazete yöneticiliğidir.
Onun için Başbakan’ın medyaya ders verme çabasını yadırgamamak gerek.
Aslına bakarsanız bu “örnek alma” meselesini o kadar da küçümsemiyorum.
Evet, biz gazeteciler Fransız basınından ders alabiliriz, almalıyız da.
Ama sadece biz mi? Başbakan’ın da Fransa’dan alması gereken dersler yok mu?
Mesela Paris’te bombalar patladıktan saatler sonra Fransız Savcı’nın yaptığı açıklamayı Başbakan dinledi mi acaba?
Bizde böyle bir şey asla olmuyor, olmadığı gibi bir de basına “yayın yasağı” konuluyor ki mesele konuşulmasın, tartışılmasın.
Şöyle diyor: “Biraz az kazanın ve kazandıklarınızı özellikle dar gelirli olan insanlarla paylaşın. Bunu bir defa başarmamız lazım. Neden? Fakiri tahrik etmeyelim ve paylaşımcı anlayışı hayatımıza egemen kılalım. Buradan bir şeyi özellikle vurgulamak isterim, hepimiz ölüp gidiyoruz, paraları beraber götürüyor muyuz? Paralar beraber gelmiyor, onlar bu dünyada kalıyor, arkada vârisler bunu paylaşacak. Gel bunu işçinle, onunla beraber bir kısmını paylaş, ondan sonra da gök kubbede hoş bir seda bırak. Önemli olan bu ve öldükten sonra da ‘Sorma, bizim öyle bir işverenimiz vardı ki, öyle bir patronumuz vardı ki gerçekten işçisinin hakkını çok ciddi manada gözetir, onun maaşını da gerçekten iyi bir konumda verirdi’, aslolan burası, bunu başarmamız lazım.”
Bugüne kadar gelir dağılımı meselesiyle uğraşan iktisatçıların ve politikacıların hiç aklına gelmemiş bir teori bu.
Ve gelecek yıl “üst akıl” bir dümen çevirmez ise Nobel Ekonomi Ödülü’nü rahatlıkla kazanabilecek bir teori!
Doğruluğu ampirik gözlemlerle defalarca kanıtlanmış “Kefenin cebi yok” kuramından gücünü alıyor.
Vergi ve istihdam politikaları gibi araçlar yerine de “hayır duasının yararlarını” öne çıkarıyor.
Ve nihayetinde de “Sen yemezsen başkaları yiyecek” hipoteziyle adil gelir dağılımını sağlayacak teoriyi kuruyor!
Şimdi sıra havuz müteahhitlerimizin bu işe öncülük etmesindedir diye düşünüyorum.
Terörist örgütle acımasız bir şekilde savaşılacakmış, bu bir savaş ilanıymış, terörün dini ve milliyeti olmazmış vs.
Bir sürü işe yaramaz laf salatası.
Ama bu işler böyle yürüyor. Böyle olayların ardından söylenecek sözler muhtemelen önceden yazılmış, bir çekmecede bekliyor, zamanı gelince çıkarılıp basına servis ediliyor.
11 Eylül saldırısından sonra Bush’un söyledikleriyle, Paris katliamının ardından Hollande’ın söylediklerini karşılaştırın isterseniz.
Bir-iki farklı cümle elbette vardır ama genel hatlarıyla aynı tahlili yaptıklarını, aynı sonucu çıkardıklarını görebilirsiniz.
Bush’un “savaş ilanı” değerlendirmesinin ardından Afganistan ve Irak’ta neler yaşandığını gördük.
Gereklilikten doğan ve her gün tekrarlanan, zaten olmasını beklediğimiz olaylar Kundera’ya göre “dilsiz”dir.
Dili olan ve bize bir şeyler anlatan olaylar rastlantılardır.
O rastlantılara bir kahve falı bakar gibi bakarsak, ne söylediklerini anlayabiliriz. Kundera bunları söyledikten sonra bir aşkı unutulmaz kılacak olan şeyin de binlerce küçük rastlantıdan oluşacağını söylüyor.
Romandan şu sözü not etmiştim:
“Bir aşk unutulmaz olacaksa eğer, küçük rastlantılar Assisi’li Francesco’nun omzuna konan minik kuşlar gibi hemen o an kanat çırpa çırpa gökten aşağı doğru süzülmelidir.”
Kim bilir, John Lennon ile Yoko Ono’nun hikâyesindeki derinlik belki de o küçük rastlantıların gökten aşağıya doğru bir anda boca edilmesinden kaynaklanıyordu.
“Suriye ateşine odun taşıyan herkes çok yakında kendini aynı ateşin içinde bulmaktan kurtulamayacaktır. Bu samimiyetle ifade edilmiş, dostça bir ikazdır.”
Ben de bir şey ekleyeyim: Bu sözler, Cumhurbaşkanı’nın “samimi ve dostça ikazı” olmakla birlikte aynı zamanda bir “uzman görüşü” de sayılmalıdır.
Çünkü “Suriye ateşine odun taşımanın” neye mal olabileceğini en iyi bilebilecek durumda olan biziz.
Bakın şu anda 2.5 milyon Suriyeli göçmen, topraklarımızda yaşıyor.
Güney sınırımızdaki küçük kentlerde Suriyeli göçmen sayısı, orada yaşayan Türk vatandaşlarının sayısını geçti.
Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş, Suriyeli mülteciler için bugüne kadar 7.6 milyar dolar harcadığımızı açıkladı. Daha da harcamaya devam edeceğiz.
Bunca para harcadığımız insanları mutlu edebilmiş olsak neyse, öyle bir şey de yok.
Ancak Saray çevresinin ekonomi ile ilgili düşünceleri ile Babacan’ın görüşlerinin uyuşmadığı hatta bazen tam tersi yönde oluştuğu da bir sır değildi.
Bu fikir ayrılığı neredeyse iki yıldır sürüyor ve Cumhurbaşkanı’nın kontrolündeki havuz medyasında Babacan’ın çoğu konuşmaları haber bile olmuyor.
Ben de bu köşede bu ayrılığa dikkat çekmiş, kurulacak hükümetin Davutoğlu ile Erdoğan arasında bir tür koalisyon olacağına dikkat çekmiştim.
Yeni Şafak’ın Ankara Temsilcisi Abdülkadir Selvi, bu tartışmayı aydınlatan bir yazı yazdı.
Buna göre, seçmendeki “istikrar kaygısı” dikkate alınacak ve ekonomi hükümet içinde bir “mini kabine” tarafından yönetilecekmiş.
Hükümet içinde hükümet denilebilecek bu mini kabinenin başında da Başbakan Ahmet Davutoğlu bulunacak ve “ekonominin patronu Berat Albayrak mı olacak, Ali Babacan mı olacak” tartışması sona erdirilecekmiş.
Selvi, “Başbakan hem ekonominin patronu hem kaptanı olacak. Böylece ekonomin patronu Ali Babacan mı olacak, yoksa Berat Albayrak mı gelecek sorusu da ortadan kalkacak. Belki mini kabinede yer alacaklar ama ekonominin patronu Başbakan olacak” diye yazıyor.
“Bunu birileri bize ispatlasın, görelim. Öyleyse artık rejim endişelerini gündemimizden çıkarmalıyız. Bunları konuşarak birbirimizi yormaya gerek yok.”
Rejimden kastettiği şey “Cumhuriyet idaresi” ise bunda bir sorunumuzun olmadığı görülüyor.
Ama meselemiz “demokratik–liberal bir Cumhuriyet” ise tam da “rejim” tartışmalarını yapmamız gereken bir noktadayız.
Çünkü şu anda bir yandan Türkiye’de “illiberal demokrasi” şartları altında yaşarken başka bir şey de yapamayız zaten.
Yeni bir sivil anayasa yapmak için genel bir ittifak var.
Ancak bu genel ittifakın bozulduğu bir nokta var ki o da AKP’nin geçen dönem Meclis’teki anayasa hazırlıkları sırasında komisyonu kilitleyip, yeni anayasanın yapılamaması sonucunu doğuran önerisidir.
O öneri, bugün de açıkça görülüyor ki AKP’nin bu dönemde de ısrarla üzerinde duracağı konudur.