Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, kendi anayasal durumunu meşru bir zemine taşımak istiyor çünkü şu anda yaptığı her hareket, Anayasa’yı çiğnemek sonucunu doğuruyor.
AKP MKYK üyesi Mustafa Şentop’a göre Anayasa’nın tümden değişmesi gerekiyor. “Temel hak ve özgürlüklerin kapsamının genişletilmesi de tek başına yeterli değil. Siz devletin yapısını daha özgürlükçü düzenlemezseniz hak ve özgürlükleri genişletmenin bir anlamı kalmaz” diyor.
Şentop’un bu sözlerine itiraz edebilecek kimsenin çıkacağını zannetmiyorum.
Son derece doğru bir şey söylüyor, dilerim bu sözlerini yeni anayasa konusunda Meclis’te çalışmalar başladığında da hatırlasın.
Ancak AKP çıkışlı anayasa tartışmalarının çıkış noktası, bu sözlerle de uyuşmuyor.
Geçen dönem Meclis’te ortaya koydukları “frenlerinden arındırılmış başkanlık sistemi” ile varabileceğimiz yer özgürlükçü bir anayasa olamaz çünkü.
Özgürlükçü bir anayasanın sistemlerle bir ilgisi de yoktur.
Türk aydını, “içinde yaşadığı toplumun irfanına sırtını dönmüş”, milletini tanımıyormuş, milletini tanımadığı için 1 Kasım’da tokadı yiyince ne yapacağını şaşırmış vs.
Bu arkadaşlara göre, AKP’yi desteklemeyen, Erdoğan’a tapmayan bir yazarın, şairin, ressamın, film oyuncusunun, gazetecinin bu ülkede artık yeri yok.
Neden? Çünkü AKP seçimde yüzde 49 oy almış, iktidarı tek başına sürdürmek için milletten onay almış.
Onun için AKP’yi desteklemeyen, seçimlerde AKP’ye oy verin diye çığırtkanlık yapmayanların artık konuşmaya, yazmaya vs. hakkı da yok!
Bu beylerin tezine göre, bir insanın “aydın” sınıfına girebilmesi için çoğunluk partisine oy vermesi ya da o partiye oy istemesi gerekiyor.
Eğer bunu yapamıyorsanız aydın da olamıyorsunuz çünkü sizin tercihlerinizle milletin tercihleri örtüşmüyor!
Bunları okuyunca içimden sormak geliyor: Aydın olmanın önkoşulu milletin çoğunluğunun oy verdiği cenahta yer almak ise bu ülke halkının yüzde 51’i nereye gitti?
AK Partililere sesleniyorum, bugün zafer olduğu kadar tevazu günüdür” demişti.
Aynı konuşmasında Davutoğlu “Bundan sonra kibrin, böbürlenmenin bu kapıdan girmesine izin vermeyeceğiz” de diyordu.
Daha sonra AKP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik de “Seçimin kazananı AK Parti’dir ama kaybedeni yoktur” dedi.
Onlar böyle söylüyorlar ama yandaş medyadaki çığırtkanlara bakarsanız şimdi “intikam, diz çöktürme, boyun eğdirme, hesap sorma” zamanıymış!
Başbakan Ahmet Davutoğlu bu yayınları okuduğunda “Ben ne söylüyorum, tamburam ne çalıyor” diye düşünüyor mu bilemeyeceğim ama durum bu.
Yandaşlar sanki bir seçimden değil bir savaştan çıkmışız havasındalar.
Hadi biz gazeteciler bunlara alışkınız, gülüp geçiyoruz.
Sayın Başbakan, size oy versin ya da vermesin seçmenlerin ezici çoğunluğunun aslında bir tek dileği var: Huzurlu bir ülkede yaşamak.
Normal demokrasilerde vatandaşlar seçimlerde oylarını kullanırlar, görevlerini yerine getirirler ve günlük hayatlarını sürdürmeye devam ederler.
Bizde de öyle. Oylarımızı kullandık, milletvekillerini seçip Meclis’e gönderdik, artık onlardan ve yürütmenin başı olarak sizlerden beklediğimiz en önemli şey budur.
Size oy versin ya da vermesin, seçmenlerin ezici çoğunluğu hayatlarına devletin karışmasından hoşlanmıyor.
Çocuklarını nasıl yetiştireceklerine, nasıl yaşayacaklarına, hayat biçimlerine kendileri karar vermek istiyorlar.
Size oy vermiş olsak da olmasak da istiyoruz ki insan olmaktan kaynaklanan temel haklarımız korunsun, devlet bu hakların kullanımına müdahale etmesin.
Size oy versin ya da vermesin seçmenlerin ezici çoğunluğu öngörülebilir bir ülkede yaşamak istiyor.
Seçmen oyunu verirken, gerçekten öyle mi demek istedi, yoksa çok daha basit bir saikle mi hareket etti, bunun pek önemi yoktur.
Seçmen birey olarak oy tercihini kullanırken, “Ben şöyle bir mesaj vereyim de memleketin siyasetçileri bunu anlasın ve ona göre davransın” demez.
Her seçmenin kendine göre bir nedeni vardır.
Ama aynı yönde kullanılan oylar, geçmiş seçimlerdeki seçmen davranışları ile bir araya geldiğinde bundan siyasi bir mesaj çıkar.
Bu mesajın doğru algılanıp algılanmamasının sonuçları bir sonraki seçimde görülür.
Nitekim 7 Haziran’da koalisyon yönünde oy kullanan seçmen, bu mesajı alınmayınca bu kez tek parti iktidarını tercih etti.
Seçmenin bu kez verdiği mesaj doğru algılanmaz ise gelecek seçimde bunun sonuçlarını bir kez daha görürüz.
Bir demokraside seçim sonuçlarını saygıyla karşılamamak gibi bir tutum zaten olabilir mi ki her seferinde bunu söylemek zorunda kalıyoruz, orası da ayrı mesele!
Bu yazıyı yazdığım saatte seçimi AKP’nin tek başına iktidar olabilecek şekilde kazandığı belli olmuştu.
Geriye kalanların da kaybettiği!
Bundan sonra tartışılacak konu öyle görünüyor ki kaybedenlerin hangisinin daha çok kaybettiği olacaktır.
Ben de oradan başlayayım.
Devlet Bahçeli
Bu tanıtım filmi Saray’ın bahçesinde Mehter Marşı ile başlıyor, el konulan gazetelerin ve televizyonların, polis zoruyla gazeteden atılan gazetecilerin görüntüleri ile devam ediyor.Delinen mülkiyet hakkı, sindirilmeye çalışılan aykırı sesler filmin sahneleri arasında.Tehdit, küfür, zorlama, şiddet ve aşağılama bu filmin senaryosunun ruhunu oluşturuyor. Gerçi, ciddiye alınacak şirketlerin yaptıkları araştırmalar böyle bir tek başına iktidar sonucunun çıkmayacağını gösteriyor ama unutmayın ki şu anda ipler polis marifetiyle gazeteden gazeteci attırabilen bir zihniyetin elinde bulunuyor.Özellikle küçük oy farklarının bir milletvekili kazandırıp kaybettirebileceği yerlerdeki sandık müşahitlerinin ve görevlilerinin gözü açık olmalı, çünkü artık biliyoruz ki iktidar için her şeyi yapabilecek tıynette bir ekip var orada.Seçime doğru giderek azgınlaşmaları, aslında büyük bir korku içinde olduklarını da gösteriyor.Hürriyet’e saldıran magandaların şefinin horozlanmalarına, gazete basan kayyum müsveddesinin üst perdeden atıp tutmasına, ölüm tehditlerini gazete köşesinden uluorta yazmakta tereddüt etmeyen kifayetsizin her gün bir gazeteciyi tehdidine bakarsanız bunlar açıkça görülüyor.Artık işi bu noktaya kadar getirdiler çünkü korku dağları bekliyor.Ellerinde olsa seçimi iptal edip, giriştikleri sivil darbeyi de bir adım daha ileri taşıyacaklar ama şimdilik güçleri ona yetmiyor.Günün birinde onu da denemekte tereddüt etmeyeceklerdir çünkü bütün mesele iktidarı korumak.Biliyorlar ki günün birinde iktidardan gittiklerinde arkalarında bırakacakları belgeler kamyonlarla adliyelere taşınacak.Biliyorlar ki havuzların suyu kesilecek, kucağa oturtmak için işadamı da bulunmayacak.Biliyorlar ki yolsuzlukları “darbe” çığlıklarıyla örtbas etmeye devam edebilmeleri için de iktidarda olmaları şart!Seçmenin geçen seçimdeki iradesini yok sayıp bir yenileme seçimine zorlamalarının nedeni de buydu.Bakalım seçmenin buna yanıtı ne olacak?
Eleştiriye tahammül noktasında!
ÇETİN Altan’ın ölümünden sonra dikkat ettim, Saray’dan herhangi bir başsağlığı açıklaması gelmedi.Erdoğan’ın, kendi elleriyle 2008 Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü verdiği bir yazarın hayatını kaybettiğini duymamış olması düşünülemez.Mutlaka duymuş olmalı ama yine de bir başsağlığı açıklamasını ve bir rahmet duasını Çetin Altan’dan esirgedi.Oysa o gün ödül töreninde Çetin Altan’ı yere göğe sığdıramamıştı.Bakın Çetin Altan için ne diyordu: “Bütün gel-gitlerin, med-cezirlerin, fırtınaların olduğu, tıpkı Türkiye gibi zor yol alan bir serüven. Bu serüvende hem güler yüzlü hem yakıcı bir eleştiri var, mizah var, akıl var, birikim var. Her kalemi ele alışında tazelenen umut ve heyecan var. Bu birikimin, bu sonsuz entelektüel tecessüsün sonucu olarak bugün elimizde roman, tiyatro, deneme, tarih incelemesi, politik analiz, gezi kitabı, hatıra ve mizah türlerinde yayınlanmış, dünya dillerine çevrilmiş 40 tane eser var.”Bu Erdoğan’ın bugünkü yandaş yazarlarının da kulağına küpe olsun. Günün birinde sizi de satabilir, arkanızdan bir duayı bile çok görebilir, haberiniz olsun.Neyse sorunumuz bu değil zaten.Bakın Erdoğan, o günkü törende yaptığı konuşmada neler diyor:“Eleştirel akıl olmadan, eleştiriye tahammül olmadan yol alamayız. Söz olmadan, yazı ve fikir olmadan uygarlık iddiamızı gerçekleştiremeyiz. Farklı düşünmek asla birbirimizi anlamaya en azından anlama çabasına mani olmamalıdır. Demokrasinin temeli, tahammül duygusudur. Eleştirel aklın, farklılıklar arasında diyaloğun geçerli olmasıdır. Her türlü düşünceye saygı duyulmasıdır. Bugün mutlulukla ifade ediyorum ki Türkiye artık ne Çetin Altan’ı 300 kez mahkeme kapılarına çağıran ve düşünceyi mahkûm eden bir Türkiye’dir, ne de Nâzım Hikmet’i 12 yıl boyunca hapishanelerde tutan Türkiye’dir. O alıngan, o vehimler üreten Türkiye, artık yerini özgüvene bırakmıştır.”Hey gidi günler hey!“Eleştiriye tahammül noktasından” geldiği yere bak!Bu arada öğrendiğime göre, Irak Cumhurbaşkanı Fuad Masum Havrami, Çetin Altan’ın ailesine bir taziye mesajı göndermiş.
Vali ve Emniyet Müdürü’ne bak
Mesela hâkimlere, savcılara, yüksek yargı mensuplarına “brifing” vermeyi akıl ettiler ama aynı savcıları ve hâkimleri kullanarak Ergenekon-Balyoz gibi davalar icat etmeyi akıl edemediler.
Halbuki o tarihte böyle davaları kolayca açabilirler, sevmedikleri herkesi tıpkı AKP–cemaat ortaklığının yaptığı gibi yıllarca hapiste tutabilirlerdi.
Fethullah Gülen’e “terör örgütü” davası açtılar ama tek sanık Gülen olduğu için herkes “Bu nasıl örgüt, tek kişilik örgüt mü olur” dedi.
Halbuki bakın İslamcıların aynı kişiye, aynı suçlamayla açtırdığı davada kaç tane “örgüt üyesi var.
Kafaları sadece “satın alınmayacak ürünler listesi” yapmaya çalıştı, kayyum atayıp şirketlere el koymayı akıl bile edemediler.
Ellerinin altında “vergi dairesi” bulunduğunu bile bilmiyorlardı. Bakın İslamcılara, vergi dairesi meğerse ne kadar büyük bir silahmış, anlayın.
Gece yarısı televizyon basıp yayın kesmeyi de akıl edemediler, gazetelere, televizyonlara el koyup, gazetecileri sürükleyerek dışarı atmayı da düşünemediler.