Paylaş
“Bunu birileri bize ispatlasın, görelim. Öyleyse artık rejim endişelerini gündemimizden çıkarmalıyız. Bunları konuşarak birbirimizi yormaya gerek yok.”
Rejimden kastettiği şey “Cumhuriyet idaresi” ise bunda bir sorunumuzun olmadığı görülüyor.
Ama meselemiz “demokratik–liberal bir Cumhuriyet” ise tam da “rejim” tartışmalarını yapmamız gereken bir noktadayız.
Çünkü şu anda bir yandan Türkiye’de “illiberal demokrasi” şartları altında yaşarken başka bir şey de yapamayız zaten.
Yeni bir sivil anayasa yapmak için genel bir ittifak var.
Ancak bu genel ittifakın bozulduğu bir nokta var ki o da AKP’nin geçen dönem Meclis’teki anayasa hazırlıkları sırasında komisyonu kilitleyip, yeni anayasanın yapılamaması sonucunu doğuran önerisidir.
O öneri, bugün de açıkça görülüyor ki AKP’nin bu dönemde de ısrarla üzerinde duracağı konudur.
Güçler ayrılığını sağlayacak bütün denge mekanizmalarından arındırılmış, gücü bir tek kişinin elinde toplayan sistem önerisi ortada dururken, rejimin geleceğinden başka ne tartışacağız ki zaten.
Sorunumuz bu ülkenin gelecekte nasıl bir ülke olacağı sorunudur.
Batılı anlamda gerçek bir demokrasi mi olacağız, benzerlerine Ortadoğu’da,
Orta Asya’da rastladığımız türden bir “seçim de yapılan diktatörlük” mü?
Başbakan haklı ama...
BAŞBAKAN Ahmet Davutoğlu, başkanlık sistemi tartışmaları ile ilgili olarak “parlamenter sistem mi, başkanlık sistemi mi tercihini ortaya koyamamış bir sistem var. Ortada problem var. Bu problemi yaşıyorum. Mesele Sayın Cumhurbaşkanımızın yetkisi meselesi değil. Başbakan ile cumhurbaşkanı arasında problem çıkarmaya yönelik bir sistem var” dedi.
Evet, 12 Eylül Anayasası’nın yarattığı bir sorun bu. Başbakan haklı yani.
Cumhurbaşkanı’nın yetkileri, bir parlamenter rejimde olmaması gerektiği kadar fazla.
Bunu düzeltmenin yolu, “başkanlık” sistemine geçmekten mi geçiyor, yoksa parlamenter rejim gerçekten işler hale getirilebilir mi? Tartışmamız gereken bu.
Parlamenter sistemi işler hale getirmek için Cumhurbaşkanı’nın yetkilerinin sınırlandırılması dışında da bazı şeyler yapmak gerekiyor.
Yasama ile yürütme arasındaki güçler ayrılığını tahkim edecek düzenlemeler bunlar: 12 Eylül kalıntısı Siyasi Partiler Kanunu ve Seçim Kanunu’nu yenilemek, demokratik hale getirmek mümkün.
Bunun için anayasa değişikliğine bile aslında ihtiyaç yok.
Üçüncü güç yargının siyasi iktidarın müdahalelerinden kurtarılarak, gerçekten bağımsız ve tarafsız olmasını sağlamak da bir diğer mesele.
Ve bütün bunları yeni anayasada düzenleyerek sistemi normalleştirmek, kuşkusuz ki yepyeni bir sisteme geçmekten daha kolay.
Bunu yapmak dururken, bütün yetkileri götürüp bir tek adamın eline emanet etmek, o gücü denetleyip dengeleyecek mekanizmalardan hiç söz etmemek ortada olunca insanın aklına haliyle başka şeyler geliyor.
Bir an için diyelim ki Recep Tayyip Erdoğan, eline verilecek bu gücü kullanmayacak, gerçek bir demokrat lider gibi davranacak.
Olmaz ama öyle oldu diyelim.
AKP’lilere şunu sormak isterim: Tarif ettikleri başkanlık sisteminde, başkan olacak kişinin isminin yerine AKP’li olmayan her hangi bir kişinin ismini yazsınlar.
Öyle bir ülkede, yarınlarından emin bir şekilde yaşayabilirler mi?
Savcılar nerede?
6 ve 8 Eylül günleri Hürriyet’e saldıranlar ile ilgili herhangi bir işlem yapılmış değil.
Kim oldukları belli, nerede oturdukları, yaşadıkları belli.
İşledikleri suçun kamera kayıtları ortada.
Başlarındaki maganda zaten suçunu itiraf etmeye de çekinmiyor, her fırsatta aynı eylemi yapacağını söylüyor.
“Dokunulmazlıklarını kaldırdık” diye övünüyor, “Bunları zamanında dövmeliydik” diye atıp tutuyor.
Ve “bağımsız” Türk adaleti, kentin ortasında işlenen bu ağır suç ile ilgili olarak kılını kıpırdatmıyor!
Nasıl bir ülkede yaşadığımızı gösteren bir durum bu.
Canınızı, malınızı korumakla görevli olanlar, kanunları uygulamakla yükümlü olanlar yukarılardan esen rüzgârlardan çekindikleri için kulaklarının üzerine yatıp, öylece bekliyorlar.
Onlar böyle yaptıkça saldırganların daha da cesaret kazanıp, saldırganlıklarını arttıracaklarını bilmiyorlar mı?
Yoksa niyetleri de zaten bu mu?
Paylaş