Olaylar bir taksinin polis tarafından durdurulması ile başlıyor.
Taksinin içindeki şahısların, bir gün önce polislere yönelik saldırıyı düzenleyenler oldukları söyleniyor.
Taksi durunca video kayıtlarından göründüğü kadarıyla üç sivil polis koşarak araca yaklaşıyor.
Ve taksinin kapısının açılmasıyla, taksinin içinden ateş açılması da bir oluyor, ilk polis tam bu anda şehit düşüyor.
Aracın önündeki polis de yine taksinin içinden açılan ateş ile yaralanıyor, sonra hastanede hayatını kaybediyor.
Taksi durur durmaz polisler harekete geçtiğine göre, takside şüpheli ve tehlikeli şahısların varlıklarının bilindiğini varsaymamız gerekiyor.
Yolu kapatıp, gelen bütün araçları aramak gibi bir durum söz konusu değil. Taksi duruyor ve üç polis, taksiye doğru hareketleniyor.
Ama neden bu emri “şimdi” verdiğini açıklamadı.
Niye daha önceki ihlallerde değil de bu son ihlalde vur emri verildi?
Sırayla gidelim ki yandaş medya tabiriyle “Putinci” olmayalım!
1– Türkiye’nin angajman kurallarını, bu kurallar bozulduğu vakit Türkiye’nin silah kullanabileceğini herkes gibi Ruslar da biliyordu.
2– Türkiye, her egemen devlet gibi sınırlarının ihlal edilmesini önleme hakkına sahip.
3– Düşürülen Rus uçağı sınır ihlalinde bulundu, uyarılara rağmen yanıt vermedi, geri dönmedi.
4– Bu durumda uluslararası hukuk açısından Türkiye’nin bir sorunu yok, müdahale meşru.
Ancak sanırım en ilginci, sinemanın büyük isimlerinden biri sayılması gereken François Truffaut’nun uyarlamasıydı.
Truffaut, Bradbury’nin 1951’de yayımlanan romanını 1966 yılında filme çekti. (Bu film, Truffaut’nun öznel sinema anlayışından ayrılan tek filmi olarak sinema meraklıları için bir başka ilginç özellik de taşıyor.)
Türkiye’de “Değişen Dünyanın İnsanları” adıyla gösterilen film (ve Fahrenheit 451 isimli roman), kitap yakmanın ve kitap düşmanlığının en önemli “değer” olduğu bir “uygarlığı” anlatıyor.
Bradbury’nin hayali toplumunda, faşist kara gömleklileri andıran “itfaiyeciler” yangın söndüren değil, evleri basıp kitaplarla birlikte evleri de yakan insanlar olarak ortaya çıkıyorlar.
Kitaplar yakılıyor, toplumun yasa koyucuları, kitapları bütün kötülüklerin anası olarak görüyorlar.
Cumhurbaşkanı, pazartesi günü Ankara’ya döndü ve Başbakan ile değil, MİT Müsteşarı ve yeni TBMM Başkanı ile görüştü.
Yani Başbakan’ın sözünü deyim yerindeyse “ezdi” ve Başbakan’ı değil, Başbakan’a bağlı bir memur olan MİT Müsteşarı’nı kabul etti.
Elinde hükümet listesiyle, Cumhurbaşkanı’nın Ankara’ya dönmesini bekleyen bir Başbakan var ve Cumhurbaşkanı onunla değil, onun emrindeki MİT Müsteşarı ile görüşüyor!
Size de tuhaf gelmiyor mu?
Denebilir ki “MİT Müsteşarı’ndan önemli bilgiler alacaktı, onun için Başbakan’a randevu vermedi”.
O zaman şunu söylemek mümkün: MİT Müsteşarı, zaten Başbakan’a her şeyi rapor ediyor olmalı, çünkü ona bağlı. Cumhurbaşkanı, bunları neden Başbakan’dan dinlemedi de, doğrudan MİT Müsteşarı’nı çağırdı?
Başbakan’ın bilmemesi gereken bir şey mi konuştular yoksa?
FKÖ Başkanı Yaser Arafat, Çin Komünist Partisi Merkez Komitesi Başkanı Mao Zedong’a İsrail ile ilgili sorunlarından söz ediyormuş.
Mao, “Kaç kişi bunlar” diye sormuş, Arafat, “2 milyondan biraz fazlalar” diye yanıtlayınca Mao merak etmiş: “Hangi otelde kalıyorlar?”
Bu eski fıkrayı hatırlamama neden olan haber geçen gün Financial Times gazetesinde yayınlandı.
Gazetenin haberine göre Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Avrupa Komisyonu Başkanı ve eski Lüksemburg Başbakanı Jean–Claude Juncker’in de katıldığı toplantıda Lüksemburg’dan “Bir Türk şehri büyüklüğünde bir ülke” diye söz etmiş.
Juncker’in toplantıdan sonra “Sportif ve yorucu bir görüşme oldu” dediği de belirtiliyor.
Yani bir tür boks maçı gibi!
Anlayamadığım şey, yandaş medyanın bunu nasıl olup da atladığı.
“Bir ilçemizde kadınlar gece vakti toplantı var diyerek evlerinden alınıyor, kocaları karşı çıkınca da ölümle tehdit ediyorlar. Bir ilimizde 40’a yakın genç kız dağa kaçırılarak iğfal ediliyor ve siz bu halde ailelerinize dönemezsiniz diyerek orada zorla tutuluyorlar.”
Bu sözleri gazetelerde yayınlandıktan sonra, 24 Ağustos 2015 tarihinde, Vali Bey’e bazı sorular sormuştum. Onları da hatırlayalım:
-Kocalarının elinden eşlerinin alınıp götürüldüğü ilçe hangisi?
-PKK’nın ne tür bir örgüt olduğunu anlatmak için yalana ihtiyacınız mı var?
-Hangi ilimizden 40’a yakın genç kızı dağa kaldırıp tecavüz ettiler?
-Bugüne kadar yaptıkları işler size yeterince kötü gelmiyor mu?
Vali Bey bunlara cevap vermedi.
Şöyle yazmış: “Yüceltip durduğumuz, bizi bütün yaratıkların efendisi yaptığına inandığımız aklımızın, aslında azap çekmemiz için bize sunulduğunu söylemeye cüret edebilir miyiz?”
Evet, ne yazık ki aklımız yüzünden azap da çekiyoruz.
Ve şu cep telefonu denen alet de zaten tam olarak bunun için icat edilmiş olmalı. Bakmayın siz, “Hayır efendim, o alet iletişimi hızlandırmak için yapıldı” diyecekler çıksa da gerçek budur.
Ve bu nedenle de yeni bir ruhsal problem literatüre girmiş bulunuyor: Nomofobi!
“Cep telefonsuz kalma korkusu” diye tanımlanabilecek nomofobi hayli yaygın.
Bugün geldiğimiz noktada artık bunu merak etmemize gerek kalmadı.
Türkiye, IŞİD için önemli bir insan kaynağı haline geldi.
Suriye içsavaşına benzin döküp, sınırlarımızın yol geçen hanına çevrilmesine göz yumduğumuz zaman gördük ki, IŞİD artık sadece Irak ve Suriye’nin değil, bizim de sorunumuzdur.
ABD merkezli araştırma şirketi Pew, Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu ülkelerde bir araştırma yaparak IŞİD’e sempati oranını tespit etti.
IŞİD’e sempati oranı genel olarak düşük olsa da, Türkiye, yüzde 8 ile anketin yapıldığı ülkeler arasında beşinci oldu.