Köşe yazılarına hâkim olan genel hava, İhsanoğlu’nun seçimi neden kazanamayacağını anlatmaya yönelik.
Bu duruma sevinmeleri gerekiyorken neden böyle endişeli oldukları da zaten ileri sürdükleri gerekçelerin içinde saklı. En çok üstünde durdukları konu, İhsanoğlu’nun “siyaset tecrübesinin” olmaması, meydanlarda Recep Tayyip Erdoğan gibi bir laf ebesiyle boy ölçüşemeyeceği.İhsanoğlu, Erdoğan’ın tam tersi bir kişilik.
Sakin, düşüncelerini bağırıp çağırmadan ifade edebiliyor, sinirlerine hâkim, ince bir espri duygusu var.
Erdoğan ise karşısında bir mikrofon görünce bağırıyor, sinirleniyor, espri duygusu neredeyse hiç gelişmemiş, yüzünde her zaman öfkeli bir ifade var, vücut dili kavgaya yatkın olduğunu gösteriyor. Bir cumhurbaşkanı seçeceğiz. Türkiye’nin siyasi geleneğinde cumhurbaşkanlarının rolü sembolik, ülkeyi cumhurbaşkanları değil, başbakanlar yönetiyor. Bu, Türkiye’de seçmenlerin alıştığı bir durum.
Şimdi karşılarına çıkacak iki adaydan biri Erdoğan, diğeri İhsanoğlu olduğunda alıştıkları profili mi tercih edebilirler, yoksa her şeyi değiştirecek, deyim yerindeyse düzeni bozacak birisini mi?
Türkiye’de seçmenlerin düzenin bozulmasından pek hazzetmediklerini biliyoruz. Seçmen, bu seçim süreci içinde öğrenecek ki Erdoğan seçilecek olursa başkanlık sistemini getirmek için zorlamalar içinde olacak. Bunu hemen yapamayacağı da belli olduğuna göre hangi yolu izleyeceği belli: Bir emanetçi başbakan bulacak, bu başbakan silik bir kişiliğe sahip olacak ki Erdoğan’ın sözünden çıkmasın. Sizce Türkiye’de seçmenler böyle bir başbakan profilinden hoşlanırlar mı?
Başbakan demek, Türk halkının özünde “muktedir” insan demektir. Tersi olduğunda düzenlerinin bozulacağını, işlerin iyi gitmeyeceğini düşünürler. Geçen seçimde oylarını neden Recep Tayyip Erdoğan’a verdilerse, bu kez işte tam da bu nedenle vermekte tereddüt edeceklerdir.
CHP’nin ulusalcı kanadı doğal olarak tepkili.
“Onlar seçimi kaybedeceği baştan belli bir adayı mı tercih ediyorlardı” derseniz, sanırım öyleydi.
MHP, daha disiplinli bir parti olduğu için oradan bir itiraz sesi henüz yükselmedi. Orada itirazlar varsa bu seçim için gönülsüzce çalışmak olarak kendini gösterecektir, tıpkı Anayasa referandumunda olduğu gibi.
En ilginci kuşkusuz ki AKP cephesinin tepkisi.
İhanoğlu’nun adına söyleyebilecekleri çok şey olmadığından, öne daha çok “Mısır’daki darbeyi eleştirmedi” görüşünü çıkarıyorlar.
Ama günümüzde bunun da çok iş yapacağını söyleyemeyiz, çünkü bizzat Abdullah Gül, darbeci General Sisi’yi, o uyduruk seçimde seçilmeyi başardı diye kutlamadı mı?
O dönemde İhsanoğlu, İKÖ Genel Sekreteri idi ve o örgütün Türkiye dışındaki üyeleri, zaten böyle bir kınama içinde de değillerdi.
Kılıçdaroğlu’nun, çatı aday için Ekmeleddin İhsanoğlu’nu önermesi ve Bahçeli’nin de bu öneriyi “Artık çatısı, bacası kalmadı” diye karşılaması ve MHP’nin bu isim üzerinde bütünleşeceğini söylemesi ile birlikte Cumhurbaşkanlığı seçimi için yeni bir dönem de başlamış oluyor.
Ben başından beri “ortak aday” fikrinin yanlış olduğunu düşünüyordum, bunu da yazmıştım.
Bana göre doğrusu, her partinin, başka siyasi görüşlerdeki insanları da rahatsız etmeyecek, benimsemekte zorlanmayacakları isimler ile ilk tura girmeleri ve en çok oyu alan aday üzerinde ikinci tur için bir ittifak tesis etmeleriydi.
Artık bu aşamayı geçmiş bulunuyoruz.
Ekmeleddin İhsanoğlu ile siyasi düşüncelerimiz açısından farklılıklarımız var ama entelektüel birikimine, saygın bilim adamı kimliğine ve temsil yeteneğine söyleyecek bir sözüm yok.
Şimdi bütün mesele, iki parti örgütünün, birlikte ya da ayrı ayrı samimi olarak bu ortak aday için fedakârca çalışıp çalışamayacakları ile ilgilidir.
Parti genel başkanlarının ve yöneticilerinin, örgütlerine ne kadar hâkim olabildikleri ile ilgili bir sorundur. Seçim süreci başladığında bu ortak çalışmanın etkin bir şekilde yapılıp yapılamayacağını da göreceğiz.
Cumartesi günü şöyle bir haber yayınladılar mesela:
“Ankara’nın emri faciayı önledi.”Habere göre, konsolosluk binası ağır silahlı 900 terörist tarafından kuşatıldığında “Son mermimize kadar direniriz” diyen özel harekât görevlilerini durduran şey, Ankara’dan gelen “Çocuk ve kadınların can güvenliğini riske atmayın” talimatıymış!
Fıkra gibi değil mi?
Ankara’da, Musul Konsolosluğu’ndaki kadın ve çocukların can güvenliklerini düşünen birileri vardıysa, bunu daha önce hatırlamalıydı.Konsolosluğun esas personelini Musul’da tutma ısrarının sebebi, o bölgeyi terk etmemek olabilir.
Bunun gerekliliği tartışılabilir tabii ama sonuç itibariyle bir politikadır, konsolosluğun tümüyle boşaltılması istenmemiş olabilir, orada görevli personel de zaten bulundukları görevin tehlikelerinin bilincindedir, bunu göze alarak orada bulunuyorlardır.
Peki tehlike “geliyorum” derken, konsolosluktaki kadınları ve minicik çocukları boşaltmayı akıl edememek ne anlama geliyor?Ankara, yaklaşmakta olan tehlikeyi ciddiye alabilseydi ya da farkına varabilseydi, kadınları ve çocukları Musul’dan sağ salim çıkarabilmek mümkün olurdu. IŞİD’in Musul’u adım adım ele geçirmekte olduğu, konsolosluğun işgalinden üç gün önce belli olmuştu.
Hatta MHP Milletvekili Sinan Ogan, bu durumu TBMM kürsüsünden dile getirmiş, ama uyarıları AKP milletvekillerince “safsata” diye nitelenmişti.
Okumamış olanlar için yazının anafikrini de şöyle özetleyebilirim: “Eğer bir ilişki içindeki kadında ya da erkekte, aşktan bağımsız bir cinsel istek gelişebiliyorsa, bu, o ilişkide başat olan unsurun aşk olmadığının delilidir. Âşık kadın, şu ya da bu nedeni ileri sürüp bir başkası ile gitmez.”
Yazım yayınlandıktan sonra bir okuyucu mektubu aldım.
Mektubun sahibi bir kadın okuyucum, iznini almadığım için ismini veremiyorum.
Önce o mektubu birlikte okuyalım:
“Kime âşık olacağınızı seçemezsiniz. Gönlünüz o adamı, ne olursa olsun dünyanın en güzeli yapar. O sizin güneşiniz olur, mavi dünyanızın ışığı.
Hayallerinizin diğer yarısı, size hayat veren soluğunuz.
Ona her baktığınızda çocukluğunu, ilk gençlik yıllarını, şu anını, geleceğini görürsünüz.
Türkiye’nin bölgede bir duvara çarpmasına neden olan dış politikanın mimarı Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da boş durmadı tabii, o da bir demeç patlattı: “Türkiye’nin kudretini kimse test etmeye kalkmamalıdır!”Adalet Bakanı Bekir Bozdağ “Şunu herkesin bilmesi gerekiyor, bu konudaki Türk milletinin ortak hassasiyeti hükümetimizin hassasiyetidir” dedi.
Böyle her olayda duymaya alıştığımız, içi boş konuşmalar demeti!
Her gün parmağını sallayarak her konuda konuşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise “Haddini bil IŞİD” demedi.
Geziciler ile IŞİD arasındaki işbirliğine değinmedi, “paralel yapının” IŞİD’i kullandığından söz etmedi.
Musul meselesinin aslında İsmet İnönü’nün bir hatasından kaynaklandığını açıklamasını bekliyordum ama yapmadı.
“CHP Genel Müdürü”nün, SSK’yı batırmasının olağan sonucunun Musul’un işgali olduğunu açıklamadı.
Sadece Merkel’i telefonla aradı, ABD Başkan Yardımcısı ile telefonda konu üzerine “chat” etti. Çankaya’daki toplantıya katıldı, önlerindeki haritalara baktılar!
Bu haberin hemen ardından Türkiye’de Dışişleri Bakanlığı açıklama yaptı: “İddiaları inceliyoruz!”
Bir gün önceki çatışmalar sırasında bölgedeki baz istasyonlarının zarar gördüğü ve haberleşmenin güçleştiği biliniyor ama koskoca Türkiye’nin, konsolosluğu ile uydu üzerinden haberleşme olanağı yok muydu, anlayamadım!
Böyle bir olayda “inceleme” şöyle yapılır: Konsolosluktaki görevli, uydu telefonundan aranır, durum sorulur. Hepsi bu kadar.
“Durumu inceliyoruz” açıklaması bir aczin ifadesinden başka bir şey sayılmaz.Bir de şunu merak ediyorum haliyle: AKP propaganda makinesinin bir “dünya devleti” olduğunu pompaladığı Türkiye’nin istihbarat örgütünün o bölgede hiç faaliyeti yok muydu ki bölgede böyle bir gelişmenin olacağı kestirilememiş?
Böylece Suriye’de “komşu” haline geldiğimiz ve terörist örgüt olarak tanımladığımız IŞİD ile Irak’ta da komşu olma tehlikesi ile karşı karşıyayız.Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye’de Esad’ı devirmek için sınırımızı bu kadar açmamış olsalardı, o bölgede bu tür örgütlerin güçlenebilmesi de mümkün değildi.
O günlerde “Yapmayın, Türkiye–Suriye sınırı Peşaver’e dönecek” eleştirilerini yaptığımızda da “vizyonsuzluk” ile suçlanıyorduk.
Kimin vizyonunun nereye kadar olduğu, bütün dünyanın terörist olarak tanımladığı bir oluşumla komşu haline gelmiş olmamızla artık açıkça görülüyor.IŞİD ile mücadelede Türkiye’nin bölgede ittifak yapabileceği üç güç var: Birisi Irak’taki Kürt Özerk Yönetimi, diğeri Rojava’daki PKK uzantısı PYD, sonuncusu da Irak’taki Maliki yönetimi.
“Şimdi çıkacak birisi garnizonun duvarlarını aşacak, Türk bayrağını indirecek, o bayrağı indirirken o görevliler seyredecek. Neymiş? Çözüm sürecini sekteye uğratmayalım. Ne demek ya? O bayrağı indireni, neyse alacaksın, indireceksin, gereğini de yapacaksın. Yapmıyorsan da sorumlusun. Herhalde ben Ankara’dan gelip de o bayrağı indireni, indirmeyeceğim. Burada çözüm süreci.. böyle bir şey olmaz. Bunun gereği neyse bunu yapmaya mecbursun. Askerin polisin bahanesi olamaz.”
Başbakan’ın genel konuşma üslubu biraz “argo” sayılabileceği için “adamı indireceksin” sözleriyle kastettiğinin, bayrağı indirmeye çalışan kişinin vurulması olduğunu söyleyebiliriz.
“Ankara’dan gelip, bayrağı indireni, ben mi indireceğim” diyor ve orada görev yapan komutanları ve askerleri suçluyor.
Zaten olaydan sonraki ilk açıklamasında da şöyle demişti: “Orada bulunan askerdi, komutandı hepsi bunun bedelini ödeyecektir. Ben bunu özellikle söylüyorum.”
Ve büyük bir haksızlık yapıyor!
Askere, “barış sürecinin” ilk günlerinden itibaren olaylara müdahale etmeme, PKK’nın yoluna çıkmama talimatını veren kimdi? Başbakan’ın hükümetinden başkası değil.
Nitekim bakın Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ne diyor: