Hoş, çekici bir genç kadın ama eski imajının ne olduğunu doğrusunu isterseniz bilemediğim için yeni imajı konusunda bir fikir yürütmem doğru olmaz.
Dergide Bingöl ile yapılmış bir de söyleşi var, “Evlilik aşkı öldürüyor mu” diye sorulmuş, verdiği yanıt dikkatimi çekti, şöyle diyor:
“O duygunun aynı şiddette uzun yıllar devam edebileceğini düşünmüyorum. Bu, aşkın doğasına aykırı bir durum.” Ayça Hanım’ın biyografik geçmişini de bilmiyorum, ama fotoğraflarından anladığım, çok uzun bir hayat tecrübesine sahip olamayacak kadar genç olduğu.
Öyle olduğu için de bu fikre bir önyargı nedeniyle sahip olduğunu düşündüm. Hayli yaygın bir önyargı bu.
Mesela Stendhal, “Evlilik aşkın mezarıdır” demiş. Hiç evlenmeyen bir insan, bunu nasıl söyleyebilmiş derseniz, yine aynı yanıtı veririm: Önyargı!
Hem âşık olup hem de evlenmeyi başarabilen Tolstoy onun tam tersini söylüyor çünkü: “Evliliğe kutsallık veren aşktır” demiş ki, elbette bu cümle bir deneyime işaret ediyor olmalı.
Üslubuna hayranlık duyduğum Ahmet Rasim de “Birbirleriyle hiç evlenmemesi lazım gelen kişiler âşıklardır” diye yazmıştı.
Elbette bunu isim vererek yapmadılar ama Başbakan Yardımcısı Ali Babacan ile Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in, Merkez Bankası’nın bağımsızlığının önemine vurgu yaptıkları konuşmalarının başka bir anlamı yok.
Bugüne kadar AKP tarihinde hiç rastlanmamış bir durum bu.Bildiğimiz genel tutum Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekci’nin yaptığı gibi olurdu çünkü.
Başbakan bir söz söylediyse, ondan sonra konuşan bakan, o sözü bir adım ileri götürmeye gayret ederdi ki Başbakan’ın gözüne girsin.
Başbakan’ın açıkladığı düşünceye katılmayan da sesini çıkarmaz, bu düşünceye karşı da olsa onu ifade etmezdi.
Çünkü bilirlerdi ki siyasi gelecekleri “tek seçici” Erdoğan’ın iki dudağı arasındadır, onu tehlikeye atmak istemezlerdi.
Ali Babacan’ın artık yeniden milletvekili seçilmesine AKP tüzüğü gereği olanak yok.
Ama hâlâ bir siyasi geleceği var, parti içinde başka görevler üstlenmesi, 2019’daki seçimde yeniden aday gösterilebilmesi mümkündü.
“Sen kökenin itibariyle, mensubu olduğun ülkenin başbakanına bu şekilde konuşma hakkına sahip değilsin. Nerede milletvekili olursan ol önce haddini bileceksin!”
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, parti liderlerinin cumhurbaşkanı adayı olmaması gerektiğini söylediğinde de Erdoğan şöyle konuşmuştu:
“Siyasi parti liderlerinin cumhurbaşkanı adayı olmasını istemiyormuş. Sen nasıl siyasetçisin ya. Önce sen kimsin ya. Önce haddini bil.”
TBMM komisyonunda HSYK yasası görüşülürken, komisyon toplantısına katılmak isteyen yargı mensuplarına da şöyle demişti:
“Senin bir defa orada konuşma yetkin yok. Haddini bil.”
İspanya’da, iktidar partisine yönelik yolsuzluk suçlamaları ve parti merkezine yapılan baskın haberini birinci sayfasından veren “paralel” gazeteye de aynı şeyi söylemişti: “Haddini bil!”
Başbakan’dan “Haddini bil” uyarısını alanlar arasında daha kimler yok ki: MHP Genel Başkanı, BDP milletvekilleri, gazeteciler, işadamları.
Dün internette bir tur attım, memlekette “haddi bildirilmeyen” kimse kalmamış gibi!
“İstanbul’da Gezi Parkı’nda başlayan eylemler. Neymiş? Ağaçlar sökülüyormuş. 12 tane ağaç başka yere nakledilecek ve bu istismar edilerek dalga dalga bunu ülke geneline yayıyorlar. Düğmeye basılıyor, legal illegal örgütler huzuru bozacak bir noktaya bu işi ulaştırıyorlar. O kadar hazırlıklı bir saldırı yapılıyor ki, aynı anda huzur, istikrar ve ekonomi hedef alınıyor.”
Birkaç gündür Başbakan’ın gerçekleri çarpıtarak, yeni bir gerçeklik yaratması ve bunun üzerinden siyaset yürütmesi üzerine yazıyordum, ki dün de bu sözleri söyledi.
İsterseniz, geçmişe dönelim ve 28 Mayıs 2013 tarihindeki Gezi direnişine kadar nelerin olduğunu, Başbakan’ın bizzat kendi ağzından dinleyelim.
5 Şubat 2013 tarihinde, Koruma Kurulu’nun Taksim ile ilgili projeyi reddetmesi üzerine şunu söylemişti:
“Topçu Kışlası’nı yapacağız. Üst Kurul reddetmiş. Biz de reddi reddedeceğiz. Kışlanın bir bölümü müze olabilir, ortası yeşil alan. Diğer bölümünde İstiklal Caddesi’nin devamı niteliğinde alışveriş merkezi. Üstü rezidans ve otel. Yap-işlet-devret modelini düşünüyoruz.”29 Nisan 2013 tarihinde söyledikleri de şunlar:
“Taksim Gezi Alanı dedik hemen karşı çıktılar. Kışlayı yeniden yapacağız dedik başta ana muhalefet partisi karşı çıktılar. Ben de reddinize ret dedim ve sonra retlerine ret kararı çıktı. Yahu çanak çömleği koruyorsun da oradaki tarihi kışlayı neden korumuyorsun. Denizin kenarında üç beş çanak çömlek, üç beş çatal bıçak bulunmuş onu koruyorsun da bu tarihi binayı neden korumuyorsun. O zaman ne dedik, ‘olacak’ dedik, şimdi oluyor. Bu tabii kışla olmayacak. AVM, belki rezidans olarak hizmet görecek.”Gezi protestolarının zirveye çıktığı tarihte, 1 Haziran 2013 günü de şöyle konuşmuştu:
“Ağaç istiyorsanız gelin ağaç verelim. Bahçelerinize dikilecek ağaç dikmek istiyorsanız onu da verelim. İlle de Topçu Kışlası buraya olmayacak diyorsanız kusura bakmayın olacak.”
Yargıtay 10. Ceza Dairesi’nin daha önce verdiği “dinleme kararı hangi konuda verilmişse mahkûmiyetin de sadece o suçlardan verileceğine” ilişkin kararı da hükmünü yitirmiş oluyor.
Böylece dinleme kararlarının yaratacağı hukuki sonuçların alanı genişlemiş oluyor.
Bunun anlamı, bundan böyle mahkemelerin, önlerine gelecek dinleme talepleri ile ilgili karar verirken daha çok titizlenmesi olmalıdır. Tabii bu haberden hiç hoşlanmayacak birilerini de hep birlikte tanıyoruz.
Malum bakanların bir işadamı ile olan “parasal ilişkilerinin” bir bölümünü böyle öğrenmiştik çünkü.Başka bir suç takip edilirken onlar da dinleme ağına takılmışlar ve ortaya akıl almayacak bir ilişkiler demetinin çıkmasına neden olmuşlardı.
Elbette TBMM onların Yüce Divan’a gönderilmesi ile ilgili bir karar verecek mi, şu anda bilemiyoruz.
Gerçi AKP’nin soruşturma komisyonu çalışmalarını engellemek ile ilgili stratejisine bakacak olursak, TBMM Genel Kurulu’ndan böyle bir sonuç çıkmasını beklemek biraz zor.
Sıradan bir günün gazete manşetleri
Sendika, işçilerin haklarını aramak, korumak, geliştirmek için var olmalı.
Ama burada görüyoruz ki sendika bu görevlerini yerine getirmemiş. Taşeron sistemiyle mücadele edememiş, işçilerin güvensiz bir ortamda çalışmalarını ilk fark edecek ve itiraz edecek bir kurum olması gerekirken, bunu yapamamış.
Oysa bu işleri takip etmek, yetkilileri uyarmak, uyarılarına kulak asılmıyorsa eylemler, direnişlerle kamuoyunun dikkatini bu konuya çekmek sendikanın işi olmalıydı.Ama Türkiye’de yaşadığımızı da unutmayalım.
Bizim gibi memleketlerde, kötü sendika, iyi sendikayı kovar!Bunu işçiler öylesini tercih ettikleri için değil, devlet otoritesi ve kanunlar “kötü sendikayı” koruduğu için yapabilir.
Bir an için tersini düşünelim ve Soma’daki sendikanın gerçek bir sınıf bilinciyle hareket ettiğini, işçilerin haklarını korumak için çabaladığını, gerektiğinde grevler ve eylemlerle direnerek işçilerin hakkını aradığını varsayalım.
O sendika yöneticilerinin başına gelmeyen şey kalmazdı. İlk darbe işverenden gelirdi. Böyle bir sendikanın o bölgede örgütlenmesini önlemek için her türlü yolu denerdi.
Sendika yöneticileri, sendikaya üye olmaya kalkışanlar işlerini kaybederlerdi.Haklarını aramak için mahkemeye gitseler, bu haklarını yeniden elde edebilmeleri için yıllar geçerdi.
Eğer oradaki afet bir doğal afetse orada kusur tartışılır ama buradaki kusur kesinlikle tartışılmaz” dedi.
Çalışma Bakanı Faruk Çelik de “Bizim madenlerde iş sağlığı ve güvenliği sorumluluğumuz var, Enerji Bakanlığı da madenlerden sorumludur. Müşterek sorumluluk var” diye konuştu.
Soma katliamının ilk gününden beri söylediğimiz şeyleri tekrarlamış oldular.
O madende sağlıklı koşullarda üretim yapılmasını sağlamak ile görevli iki bakanlık vardı ve bağıra bağıra geliyorum diyen kaza önlenemediğine göre bu bakanlıklar işlerini düzgün yapmamışlar demektir.
AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik de dün şöyle konuştu:
“Bir insanın bir olayda, kusuru varsa ihmali varsa eksikliği varsa ve bir şekilde, şu veya bu şekilde bir sorumluluk üstlenmişse demokrasilerde istifa mekanizması çalıştırılır, çalıştırılması gerekiyor.”Evet demokrasilerde böyle olur, böyle olmalıdır, dünyanın her yerinden örnekleri biliyoruz.
İlk günden beri de bakanların sorumluluklarına dikkat çekip istifa etmeleri gerektiğini hatırlatıyoruz.
Kulaklarımızın zarını patlatmak istercesine, hançeresini yırtacak şekilde bağırıyor.
Oysa zaten önünde mikrofon var, ne dediğini herkes duyuyor. Duymayanlar için bilmem kaç tane televizyon kanalı, şu kadar gazete, bu kadar internet sitesi var. Aynı sözler oralardan da üzerimize adeta boca ediliyor.
Bu kadar çok dinleyince insan ister istemez bunun üzerine düşünmeye de başlıyor.
Alalım “ahlak” konusunu!
Mesela elbise torbaları, ayakkabı kutuları ve çikolata tepsileri içinde işadamlarından avanta kabul etmemek gerekiyor.Ahlaklı bir insansanız bunu yapmamanız gerektiğini daha ilkokula bile gitmeden öğreniyorsunuz, tabii iyi bir aile terbiyesi aldığınızı varsayarak söylüyorum.
Mesela getirdiği 10 milyon doları beğenmeyip, o parayı getiren işadamını “kucağa oturtmayı” da düşünmemelisiniz.
Milletin anası ile ilgili cinsel içerikli konuşmaları zaten hiç yapmamalısınız.