Paylaş
Bu haberin hemen ardından Türkiye’de Dışişleri Bakanlığı açıklama yaptı: “İddiaları inceliyoruz!”
Bir gün önceki çatışmalar sırasında bölgedeki baz istasyonlarının zarar gördüğü ve haberleşmenin güçleştiği biliniyor ama koskoca Türkiye’nin, konsolosluğu ile uydu üzerinden haberleşme olanağı yok muydu, anlayamadım!
Böyle bir olayda “inceleme” şöyle yapılır: Konsolosluktaki görevli, uydu telefonundan aranır, durum sorulur. Hepsi bu kadar.
“Durumu inceliyoruz” açıklaması bir aczin ifadesinden başka bir şey sayılmaz.
Bir de şunu merak ediyorum haliyle: AKP propaganda makinesinin bir “dünya devleti” olduğunu pompaladığı Türkiye’nin istihbarat örgütünün o bölgede hiç faaliyeti yok muydu ki bölgede böyle bir gelişmenin olacağı kestirilememiş?
Böylece Suriye’de “komşu” haline geldiğimiz ve terörist örgüt olarak tanımladığımız IŞİD ile Irak’ta da komşu olma tehlikesi ile karşı karşıyayız.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Suriye’de Esad’ı devirmek için sınırımızı bu kadar açmamış olsalardı, o bölgede bu tür örgütlerin güçlenebilmesi de mümkün değildi.
O günlerde “Yapmayın, Türkiye–Suriye sınırı Peşaver’e dönecek” eleştirilerini yaptığımızda da “vizyonsuzluk” ile suçlanıyorduk.
Kimin vizyonunun nereye kadar olduğu, bütün dünyanın terörist olarak tanımladığı bir oluşumla komşu haline gelmiş olmamızla artık açıkça görülüyor.
IŞİD ile mücadelede Türkiye’nin bölgede ittifak yapabileceği üç güç var: Birisi Irak’taki Kürt Özerk Yönetimi, diğeri Rojava’daki PKK uzantısı PYD, sonuncusu da Irak’taki Maliki yönetimi.
Türkiye, bir kez daha “hayalci dış politikanın” açmazına düşmüş bulunuyor.
El Kaide kökenli bu örgütle mücadelede, yakın zamana kadar konuşmadığı Maliki, tanımadığı PYD ve Barzani ile işbirliğine muhtaç!
Ve bu hayalci dış politikanın mimarı, Erdoğan Cumhurbaşkanı olursa, “emanetçi” Başbakan olmaya da namzet!
İleri demokrasiye gel vatandaş!
MISIR’daki askeri cuntanın, leblebi çekirdek yer gibi idam kararları veren adalet sistemi, “kışkırtıcı yayın yaptıkları gerekçesiyle” tutuklanan üç El Cezire muhabiri hakkında 15 ile 25 yıl arasında hapis cezası istiyor.
El Cezire’nin Kahire bürosunda çalışan Avustralyalı Paul Greste, Kanada vatandaşı Adil Fehmi ve Mısırlı prodüktörü Baher Muhammed, “Mısır aleyhine yayın yapmakla” suçlanıyor.
Mısır’daki askeri darbeyi yapan cuntanın, dünya yüzündeki en büyük düşmanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yönettiği Türkiye’de de bir haber yazdılar diye iki gazeteci için (Taraf muhabiri Mehmet Baransu ve sorumlu müdür Murat Şevki Çoban) istenen ceza ise 26’şar yıldan, 52’şer yıla kadar hapis cezası!
Mısırlı faşistlerin gazeteciler için istedikleri cezanın üst sınırı, bizim “ileri demokratlarımızın” kontrolündeki savcıların gazeteciler için istedikleri cezanın alt sınırı kadar!
Ne ileri bir demokraside yaşadığımızın bir örneği daha!
Hukuk devletinde ceza kanunda yazılıdır
BAYRAK indirme olayından sonra verilen demeçlere bakıyorum, “Nasıl bir ülkede yaşıyoruz” diye kendi kendime sormadan edemiyorum.
İktidarından muhalefetine kadar uzanan bir çizgi içinde neler söylenmiyor ki?
“Direğe tırmananı indirmeliydiler”den başlıyor.
Burada “indirmek” fiili, direkten inmesini rica etmek anlamında değil, vurulup öldürülerek indirilmesinden söz ediliyor.
Başbakan da öyle diyor, MHP lideri de.
Memleketin adalet sisteminin başı, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu bir kaş işaretiyle yönetecek yetkilerle donatılmış Adalet Bakanı bile “elinin kırılmasından” söz ediyor.
Bülent Arınç’ın hakkını yemeyeyim ama.
Bir tek Arınç, “Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğundan” söz ediyor.
Böyle bir ülkede, askeri garnizona girip bayrak indirmenin cezası kanunlarda yazılıdır, onu hatırlatıyor.
Bunu yapanı yakalarsınız, savcıya teslim edersiniz, savcı davayı açar, mahkeme de cezalandırılmasını uyun görürse, kanunda yazılı cezayı verir! Hepsi bu kadar!
Bir yasayı çiğnedi diye herkes vurulup öldürülecekse, bu ülkede sağ kalanlarımızın sayısı, ölüp gidenlerin yarısından bile az olur!
Direğe tırmanıp bayrağı indirenin henüz reşit olmamış bir genç olduğu belirtiliyor.
Bir çocuktan söz ediyoruz yani!
O çocuk, devlet büyüklerimizin istedikleri gibi vurulup öldürülseydi, bugün nelere yol açabilirdi, düşünen yok!
Ve memleketin bütün büyük başları, bir çocuk vurulup öldürülmedi diye, orada görevli komutanı da idam etmeye hazır!
Bu olayda büyük bir güvenlik zafiyeti olduğu açık.
Ama o açığın başladığı yer, bayrak direğinin dibi değil, garnizonun dışında.
Polis o kalabalığı niye durduramadı? Durdurmak istemediler mi, güçleri mi yetmedi?
Garnizonda da benzer bir güvenlik açığı olduğu tartışılacak bir durum değil.
O garnizonun sınırlarının güvenliği belli ki hiç önemsenmemiş.
Burada bir görev ihmali varsa, Vali’de, Emniyet Müdürü’nde, poliste başlıyor, askeri bölgenin komutanında bitiyor!
Ama asıl sorumluluğun siyasi otoritede olduğu gerçeğini de göz ardı etmeyelim.
Memleketin sokakları huzur içinde değilse, bunun bir tek sorumlusu olur: Hükümet.
Başbakan başta olmak üzere hükümet yetkililerinin öfke dolu konuşmalarının amacı da zaten bu sorumluluğu örtbas etme çabasından başka bir şey değildir.
Paylaş