“Cumhurbaşkanı olarak tüm halkın sorumluluğunu omuzlarınızda taşıyorsunuz, herkesi temsil ediyorsunuz. Tabii ki bunun farkındaysanız cumhurbaşkanlığı zor. Ama bunun farkında olmayanlar için cumhurbaşkanlığı kolay.”Gazetenin, bu söyleşiyi hangi gün yaptığını bilemiyorum ama önceki gün yayımlandı.
Gül’ün bu sözleri yayımlandığında, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na “Sen o aklı kendine sakla” diye saydırmasının üzerinden henüz iki gün geçmişti.
Erdoğan şöyle diyordu: “Tezkereye karşı çıkanlar şimdi Türkiye’nin Kobani’ye asker göndermesini konuşuyorlar. Anamuhalefet partisinin başındaki zat çıkmış akıl veriyor. Böyle konuşmak istemezdim bu makamda ama sen o aklı kendine sakla.”Belli ki bulunduğu makamın, bu türden konuşmalar yapmak için hiç de uygun bir yer olmadığının kendisi de farkında ve “Bu makamda böyle konuşmak istemezdim” diyor ama dilini de tutamıyor!
Türkiye, çok kritik günlerden geçiyor ve hükümet bu krizi yönetmeyi başaramadığı takdirde Cumhurbaşkanı’nın siyasi partiler arasındaki hakemliğine ihtiyaç duyulacak.
Ve o vakit “Sen o aklı kendine sakla” dediği siyasi parti liderlerini toplayıp, bir uzlaşma zemini yaratmasını bekleyeceğiz!Abdullah Gül’ün, “Bunun farkında olmayanlar için cumhurbaşkanlığı kolay” dediği durum tam da bunu anlatıyor.
Bilemiyorum, Recep Tayyip Erdoğan günün birinde bunun farkına varacak mı.
Bir tek ‘siyasi tandem’ göremedi
Cumhurbaşkanı “bir dünya lideri”, gücü önünde herkes eğiliyor, Obama’dan Hollande’a herkesi tir tir titretebiliyor.
Onun vizyonu kimselerde yok, dünyanın değişik milletlerinden insanlar “Keşke bizim de başımızda böyle bir lider olsa, Türkiye’yi uçurduğu gibi bizi de uçursa” diye düşünüyorlar!
Ama gelin görün ki havuz medyasının yazdıkları doğruysa, yabancı provokatörler Türkiye’de ortalığı birbirine sokacak şeyler yapabilmişler.
Yabancı gizli servisler, bunları beslemiş, Türkiye’nin değişik yerlerine yerleştirmiş.Yine havuz medyasının iddiasına göre “uyuyan hücreler” de varmış.
Bunlar bir işaret ile uyanmışlar ve eylemlere girişip ortalığı savaş alanına dönüştürmüşler.
Bu durumda haliyle “insan hayret ediyor”!
“Bir dünya liderinin en önemli adamı” tarafından yönetilen MİT bu kadar aciz mi?
Hükümete ve yandaş medyaya da bakacak olursak, olaylar “kaos lobisinin” bir eseri. Hedefleri de “barış süreci”!
Bu koronun en büyük üyesi Cumhurbaşkanı da aynı şeyi söylüyor. Barış sürecini sabote etmek isteyenler, insanları sokağa dökmüşler, o şiddet ve vandallık görüntüleri meydana gelmiş!
Uyuyan hücreler uyandırılmış, yabancı provokatörler sahaya inmiş! Her taşın altında “paralel yapı” bulmak da günün moda akımlarından birisi ve bazılarına göre olayların arkasında da bu paralel yapı var.
Hatta “Pensilvanya” diye tanımladıkları şahıs (ki eskiden bu kişiden Hoca Efendi diye söz ederlerdi) “nifak vaazı” bile vermiş, milleti hükümete karşı kışkırtmaya çalışmış.
Kısaca bir toparlama yapacak olursak, hükümet çevrelerine ve yandaş medyaya göre olayların sorumluları şunlar:
Karanlık güçler, Kobani’yi bahane eden kaos lobisi, Gezi’de amaçlarına ulaşamayan çevreler, paralel yapı, tweet’çiler ve yabancı medyanın bir araya geldiği “kirli ittifak”!Gördüğünüz gibi hükümet suçsuz, HDP de provokatörlerin kurbanı olmuş!
Bizim memlekette genel geçerliliği olan bir durum tabii!
Ama öyle görünüyor ki bu hamleleri de boşa çıkacak!
IŞİD ile mücadele edeceğiz görüntüsü ile çıkarılan tezkerenin, Suriye’de Esad’a karşı girişilecek yeni bir maceranın manivelası olduğu da anlaşılıyor.
Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın “Esad rejimine de yönelecekse kara harekâtında yer alırız” anlamındaki sözleri, başka bir şey düşünmeye olanak vermiyor.
Buna bir de kılıf bulmuşlar: Şu kadar milyon Suriyeli, Türkiye’de göçmen durumunda ve bunların geri dönebilmesi ancak Esad rejiminin yıkılabilmesi ile mümkün olabilir!
Esad rejimi yıkıldığında, şu anda o rejim altında kendisini güvende hisseden Alevi, Hıristiyan ve diğer inanç mensubu Suriyelilerin yaratacağı yeni göç dalgası belli ki hiç hesaba katılmıyor!
Belli ki “Onlar bizden sayılmaz, ne halleri varsa görsünler” diye düşünülüyor.
AKP hükümetinin bütün yatırımını yaptığı Özgür Suriye Ordusu hiçbir şeye hâkim değil, onlar dışında kalanlar da IŞİD’den çok da bir farkları olmayan ve büyük bölümü dışarıdan bir müdahale olduğunda IŞİD ile birleşebilecek aşırı gruplar.
Uluslararası sözleşmeler ve kanunlarımızda bu eylemin karşılığı “işkence” ya da ondan daha hafif bir suç olarak kabul edilen “eziyet–kötü muamele” olarak tanımlanıyor.
Ama İzmir’deki bir savcıya bakarsak, bu “yaralama” suçundan başka bir şey değil!
Sanki polis o sırada bisikletiyle gidiyormuş da yanlışlıkla birisine çarpıp yaralanmasına neden olmuş gibi!
Ya da polis kahvehanede oturuyormuş da çıkan bir kavgada elindeki gazoz şişesiyle birisine vurmuş da yaralanmasına neden olmuş gibi!
Ama İzmir’deki savcı, bir kadını gözaltına alıp karakola götüren ve orada döven (ki bu dayak görüntülerini karakol kamerasının kaydından iğrenerek izlemiştik) polisler hakkında “yaralama suçundan” cezalandırma talebiyle dava açmıştı.
Karakolda dayak yiyen kadına da “görevli memura hakaret ve direniş” suçlamasıyla dava açmıştı, dayak yiyen kadına istenen ceza, dayakçı polislere istenen cezadan da fazlaydı!
Bu olayı hatırlarsınız sanıyorum, olay İzmir’de Karabağlar Polis Karakolu’nda cereyan etmişti.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, başbakan iken de böyle yapardı zaten.
Ancak bu kez gazetecileri daha rahatlamış gördüm.
Gerçi yine karşılarındaki politikacının canını sıkacak soruları sormadılar ama vücut dillerinden bir parça daha rahat oldukları anlaşılıyordu.Belli ki Erdoğan, Davutoğlu’ndan daha korkutucu bir figür imiş!
Başbakan Davutoğlu’nun programda anlattığına göre Gezi protestoları sırasında evi bir tweet aracılığıyla basılmak istenmiş!
Evde iki küçük çocuğu yanlızmış, kendisi Kuzey Afrika’da, eşi ise bir ameliyatta bulunuyormuş.
Tabii uslu gazeteciler şunu sormadılar: Bu tweet’i kim atmış? Atan hakkında bir işlem yapılmış mı? Bu tweet’ten sonra evine yönelik bir hareket olmuş mu?Onlar sormadılar, Başbakan da anlatmadı.
Bu olay bana ister istemez Gezi protestoları sırasında Kabataş’ta üstleri çıplak, elleri eldivenli, başlarında siyah bandanalar olan 60–70 kişinin tacizine uğradığı iddia edilen kadını hatırlattı!
Cinsiyetçi değilim, onun için “birisine” dedim. “Kadın” demiş olmam gerekirdi, kendi cinsel eğilimlerim nedeniyle!
Geri kalanlara da itirazım olmaz, bana ne, kime ne?
Rahmetli anneanem böyle söylediğimi duymuş olsaydı, kızardı.
“Ne demek birisi” derdi, “onun bir ismi yok mu?”Evet, her zaman bir isim gerekir.
“Filancaya âşığım, onun için ölüyorum, hatta sağ kolumu bile onun için verebilirim” demek uygun olandır.
Ama artık beni tanıyorsunuz, dedikoduyu sevmem, bu nedenle isme gerek yok.
Çünkü o isim, sadece size bir şey ifade eder.
Sezen dini inanışlara hakaret etmiş, inançlılara öküz demiş vs!
Sezen Aksu, ertesi gün tepkiler üzerine şöyle bir açıklama yaptı:
“Sınırsız özgürlükten yanayım. Bir yetişkinin kendi iradesiyle verdiği her kararın, inançlarının, fikir ve düşüncelerinin önünde saygıyla eğilirim ve her türlü ayrımcılığın külliyen karşısındayım. Bütün yaşamım bunun örnekleriyle doludur. Ancak henüz ilkokul çağındaki bir kız çocuğunun başını örterek, onu küçük bir kadına dönüştürmeyi öneren bu cinsiyetçi yaklaşımı sonuna kadar reddediyorum.”Böyle dediği için de Sezen vatandaşların dini hassasiyetlerini anlamayan bir özgürlük düşmanı haline geliyormuş!
Sanıyorum artık toplumumuzun büyük çoğunluğu bu konuda hemfikir: Bir yetişkin kadın canı nasıl istiyorsa öyle giyinebilir!
İslamcılara göre, aileler İslam’a göre artık “ergen” sayılması gereken yaştaki kızlarını da tesettüre sokabilirler. Bu yaş 9 da olabilir, 10 da, 16 da!
Buna elbette kimsenin karışmaya hakkı yoktur, aileler çocuklarını istedikleri gibi yetiştirirler.
Fiziksel, ruhsal ya da cinsel olarak taciz etmedikleri sürece devlet o işe burnunu sokma hakkına sahip değildir.