Paylaş
Uluslararası sözleşmeler ve kanunlarımızda bu eylemin karşılığı “işkence” ya da ondan daha hafif bir suç olarak kabul edilen “eziyet–kötü muamele” olarak tanımlanıyor.
Ama İzmir’deki bir savcıya bakarsak, bu “yaralama” suçundan başka bir şey değil!
Sanki polis o sırada bisikletiyle gidiyormuş da yanlışlıkla birisine çarpıp yaralanmasına neden olmuş gibi!
Ya da polis kahvehanede oturuyormuş da çıkan bir kavgada elindeki gazoz şişesiyle birisine vurmuş da yaralanmasına neden olmuş gibi!
Ama İzmir’deki savcı, bir kadını gözaltına alıp karakola götüren ve orada döven (ki bu dayak görüntülerini karakol kamerasının kaydından iğrenerek izlemiştik) polisler hakkında “yaralama suçundan” cezalandırma talebiyle dava açmıştı.
Karakolda dayak yiyen kadına da “görevli memura hakaret ve direniş” suçlamasıyla dava açmıştı, dayak yiyen kadına istenen ceza, dayakçı polislere istenen cezadan da fazlaydı!
Bu olayı hatırlarsınız sanıyorum, olay İzmir’de Karabağlar Polis Karakolu’nda cereyan etmişti.
Ben de savcının bu değerlendirmesini eleştiren bir yazı yazmıştım. (30 Ocak 2012)
Dün Hürriyet’teki haberden öğrendik ki savcı, mahkemeye verdiği mütalaa hakkında yazdığı haberde “skandal” tanımlamasını kullanan Vatan muhabiri Kemal Göktaş için (olayı ortaya çıkaran da aynı muhabirdi) suç duyurusunda bulunmuş.
Gazeteci için de 3 yıldan 6 yıla kadar hapis cezası gerektirecek suçlamalarla soruşturma başlatılmış.
Görüyorsunuz cennet vatanımızda, karakolda bir vatandaşa işkence yapan ya da kötü muamelede bulunan polislere istenen ceza, bu durumu eleştiren gazeteciye istenen cezanın 3’te biriyle, 6’da biri arasında değişiyor!
Ve biz bu ülkede günün birinde işkence ve kötü muamelenin biteceğini hayal etmeye devam ediyoruz!
Böyle bir şey hiç olmayacak çünkü işkececiler, önce amirleri, sonra savcılar daha sonra da mahkemelerce açıkça korunuyorlar.
Onlara “yaramazlık yapmış iyi çocuk” muamelesi yapılıyor, bu uygulamayı eleştirenlere ise cani!
Bu soruşturmayı dikkatle izleyeceğim. Bakalım ne sonuç çıkacak?
Yargı eski alışkanlıklarından kurtulmalı
ANAYASA Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI) ve Gazetecileri Koruma Komitesi (CPJ) heyetini bayramdan önceki gün kabul etti.
Kılıç’ın, uluslararası gazeteci heyetine söylediği şu sözleri, savcılarımızın ve yargıçlarımızın dikkatle okumalarında yarar var: “En önemli, birinci derecedeki özgürlük, ifade özgürlüğüdür. 2004’te Anayasa’nın 90. maddesinde yapılan değişiklikle, temel hak ve özgürlükler konusunda yerel hukuk ile imzalanan uluslararası anlaşmalar arasında çatışma olduğunda, uluslararası anlaşmaların esas alınması öngörüldü. Bu bir dönüm noktasıdır, devrim niteliğindedir. Ancak buna rağmen bugün ifade özgürlüğünde sorun yaşanıyorsa bu maddenin uygulamaya geçirilememesinden kaynaklanıyor. Bu konuda en büyük görev yargıya düşüyor. Sıkıntının temel kaynaklarından birisi, temel haklar konusunda davalara bakan yargı mensuplarının bu algıya sahip olmaması.”
Evet, Kılıç çok önemli bir noktaya vurgu yapıyor.
Yargı sistemimiz, kendisini eski alışkanlıklarından bir türlü kurtaramıyor.
Verecekleri kararlar ile özgürlük alanlarını genişletmek yerine, kısıtlamaya, daraltmaya, eski günlere dönmeye çalışıyorlar.
Elbette bunu bütün savcı ve yargıçlarımıza genişletemeyiz, uluslararası standartlarda son derece özgürlükçü kararlara imza atan yargıçlarımız, savcılarımız da var ama ne yazık ki bunlar tekil örnekler olmaktan ileri gidemiyor.
Yargı sistemimizin geneline hâkim olan hava, özgürlükleri ve bireyi değil “devleti” korumak.
Onun için işkence gören kadına istenen ceza, işkenceci polislere istenen cezadan daha fazla olabiliyor.
Onun için Türkiye’de özgürlükler, özellikle de ifade özgürlüğü Mehter Marşı’yla ilerleyebiliyor.
Bu hiç kuşkusuz ki aşılacak, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği özgürlüklerden yana kararların sayısı arttıkça yerel mahkemelerimizde de bir anlayış devrimi gerçekleşecek.
Ama o vakit gelene kadar Türkiye’nin gerçek anlamda demokratikleşmesinden asla söz edemeyeceğiz.
Evdeki hesap tutmayınca
CUMHURBAŞKANI Recep Tayyip Erdoğan, kendinden önceki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e ailecek bir bayram ziyaretinde bulundu.
Güzel bir davranış, “Şimdi ben Cumhurbaşkanı oldum, o bana gelsin” diye beklemedi.
Gül ailesi, Erdoğanları Tarabya’daki Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde kabul etti.
Biliyorsunuz Gül, görev süresinin bitiminden sonra Ankara’daki konutunu boşalttı ve Tarabya’daki köşke taşındı.
Bugüne kadar görev süresi biten cumhurbaşkanlarının hiçbiri böyle bir şey yapmamıştı.
Hepsi, görev süresinin ne zaman dolacağını biliyordu, ona göre hazırlıklarını yaptılar, görev bitiminde de kendi evlerine taşındılar.
Ama Abdullah Gül böyle bir hazırlık içinde olmadı ki görev süresinin bitmesinden sonra taşınabileceği bir ev hazır olmadığı için Tarabya Köşkü’ne yerleşti.
Oysa bugünün geleceği üç yıl öncesinden belli olmuştu!
Sakın yanlış anlaşılmasın, bir eski cumhurbaşkanının, kendi evi hazır olana kadar makamına yakışır bir konutta ikamet etmesine karşı değilim.
Dikkat çekmek istediğim şey şudur: Belli ki Gül, Erdoğan ile anlaşıp ya Başbakanlığa geçeceğini ya da Cumhurbaşkanlığına devam edeceğini düşünüyordu, bunun için hazırlık yapmamıştı. Evdeki hesap, Erdoğan’a uymayınca da ortaya böyle bir durum çıktı!
Paylaş