Hayata karşı çok açık ve açık olduğu kadar da basit fikirleri var.
Birbiriyle ilgisi olmayan konuları kolayca birbirine bağlıyor, onlardan kendisine kesin doğrular çıkarıyor ve hayatta karşılaştığımız meseleleri kafasının içinde şıp diye çözebiliyor.Bir ülkeyi yönetmiyor olsaydı, bu düşünce sistematiği içinde mutlu, huzurlu yaşar giderdi.
Ama o bir ülkeyi yönetiyor, sorunlarımızı çözmesini bekliyoruz, fakat bu düşünme sistematiği gerçek hayattaki sorunları çözmeye de yetmiyor.
Zorunlu din dersleri ile ilgili olarak AİHM’nin aldığı karar üzerine yaptığı yorumlara bakınca bunu bir kez daha düşündüm.
Basit bir şekilde “Madem ki fizik dersi, matematik dersi zorunlu olarak okutuluyor, niye din dersi de zorunlu olarak okutulmasın” diye düşünüyor.
Oradan toplumun önemli başka önemli sorunlarına sıçrayabiliyor.
“Din dersi okutulursa toplumda terörizm, ırkçılık, şiddet, antisemitizm, uyuşturucu bağımlılığı da olmaz” diye kesin bir hükme varıyor.
Havuz medyasının bildirdiğine göre bunun sebebi, Erdoğan ile Mısır Devlet Başkanı darbeci Sisi için ayrılan yerlerin aynı masada olmasıymış!
Erdoğan, tabii sinirlenmiş, “Eyy Obama, yerimi değiştirmezsen aha ben de bu yemeğine katılmayacağım” diye haber salmış.
Obama, bir dünya lideri karşısında olduğunun farkında olmadığı için “çok da fifi” deyip bu uyarıyı hiç sallamamış, Erdoğan’ın ya da Sisi’nin yerini değiştirmemiş.
Havuz medyası, bu haberi Erdoğan’ın nasıl güçlü bir dünya lideri olduğunun kanıtı olarak sakız etmiş durumda.
Akıllarına soru sormak gelmiyor tabii, bu alışkanlıklarını kaybettiler çünkü.
Acaba, Obama ve ABD yönetimi, Erdoğan ile Sisi’yi aynı masaya koyarak nasıl bir mesaj vermek istedi?
“Birbirinizle tepişmeyi bırakıp anlaşın, size Ortadoğu’da birlikte ihtiyacım var” anlamında mıydı?
Çünkü belli ki kendisi Recep Tayyip Erdoğan hükümetinden bir enkaz devralmış!
Davutoğlu’nun, Erdoğan dönemine ilişkin ilk yakınmasına, TBMM’de hükümet programı açıklandığında yaptığı konuşmada tanık olduk.
Orada şöyle demişti: “Başta kadim şehirlerimiz olmak üzere tüm mekânlarımızda politikamız dikey değil, yatay bir yapılaşma olacaktır. İmar mevzuatını günün ihtiyaçlarına göre yeniden düzenleyeceğiz.”Bu, Erdoğan döneminin simgesi sayılması gereken “her köşeye bir gökdelen” politikasına karşı yeni hükümet başkanının ilk çıkışıydı.
Davutoğlu aynı gün, Erdoğan döneminde ihmal edilen AB üyelik süreci ile ilgili olarak da şunu söylüyordu: “AB sürecine yeni bir ivme kazandırmak ve her alanda reform çalışmalarını hızlandırmak amacıyla ulusal eylem planını yürürlüğe koyacağız.”Davutoğlu hükümetinin, Erdoğan’ın çevresi tarafından hiç sevilmeyen Başbakan Yardımcısı Ali Babacan da, Erdoğan dönemi inşaat politikalarına karşı sesini yükseltmişti:
“Bir anda çok katlı binalara izin verilebiliyor. Bu hem şehirleri çirkinleştiriyor hem kolay para kazanma kapısını açıyor, rantın adil dağıtımında bizde kuşku uyandırıyor.”Babacan’ın artık inşaat yerine sanayi üretimine yatırım yapılması gerektiği yolundaki sözlerine Davutoğlu’nun desteği hemen geldi.
Davutoğlu da imalat sanayisindeki gerilemeye dikkat çekti, “üretmezsek, finans ve diğer sektörlere dayanan büyümenin ekonomide bir balon yaratacağını” söyledi.
Bu Erdoğan dönemi ekonomi politikalarına Başbakan Davutoğlu’nun ilk itirazıydı.
Ülkesinde cinsel özgürlüğün sembolü sayıldı. Erotizminin kaynağı hakkında filozoflar teoriler üretti. Vamp olmanın jartiyerle, yüksek topuklarla ilgisi olmadığını gösterdi. Peki ‘Femme fatale’ sözünün tanımı Brigitte Bardot’yu ilahe yapan güç ne?
Sinemadan gelip, geçen güzel kadınlarla ilgili bir liste yapacak olsak, sanırım bu gazetenin bütün sayfaları yetmez.
Çoğunu beyaz perdede, ekranda, gazetelerin, dergilerin sayfalarında görmüşüzdür ama bir süre sonra isimlerini bile hatırlamayız.
Birisine hazırlıksız olarak “Sinemanın en güzel on kadınını sayabilir misin?” diye sorsak, çoğu kişinin ilk elde on ismi biraraya getirebileceği bile kuşkuludur.
Bu on binlerce güzel kadından hepimizde ortak bir iz bırakabilenlerin sayısı on, yirmi, haydi bilemediniz otuz olabilir.
O isimlerin çoğunu da bizde iz bırakan filmleriyle hatırlarız.
Sinema oyuncusu olarak kariyer yapmış, bütün dünyada ‘dişiliğin’ sembolü olabilmiş ama kayda değer tek bir film bile yapamamış birisini ararsanız, bütün yollar Brigitte Bardot’ya çıkar!
Öyle bir ülkede nasıl yaşayabilirdim, bilemiyorum. Büyük olasılıkla, müzik dinlemeyi isteyecek kadar hayatta kalmam da zor olurdu.
Daha önce yazmıştım sanırım, ben müziksiz yaşayamayan tiplerdenim.
Sabah dilimde bir melodi ile uyanırım, her türden olabilir, bazılarının sözlerini bilmem ama melodiyi mırıldanırım.
Acıklı, neşeli, şikâyetçi, isyancı olabilir bu melodi, ruh durumumu hiç etkilemez.
Neşeliysem acıklı şarkı bile bana neşe verir, o gün ters tarafımdan kalktıysam en neşeli şarkıda bile sinirlenecek bir yön bulabilirim.
Böyle olduğum için sanırım herkesin de kendisine ait bir iç melodi ile uyandığını düşünürdüm.
Cümleyi geçmiş zamanda kurdum çünkü dün sabah Barcelona Üniversitesi’nden Josep Marco–Pallares’in yaptığı bir araştırma ile ilgili haberi Geo dergisinin ekim sayısında okudum.
Ünal’ın sözleri, bu partinin “demokrasi” anlayışı ile ilgili olarak açık seçik bir mesaj veriyor.O da demokrasinin sadece kendileri için olduğudur.
Yargıtay’da yapılan HSYK üyelikleri seçimini “hükümetin oluşturduğu” grup kazanamayınca şöyle diyor:
“Bir grubun ya da zümrenin yargıyı ele geçirmek için oluşturduğu bu örgütlü koordinasyon isterse bu seçimleri kazansın, bizim için gayrimeşrudur. Çünkü biz sandıktan milletin oyları ile çıkmış milletin iradesini temsil eden seçilmiş hükümetiz. Milletin iradesi dışında birtakım ayak oyunları ile pazarlıklarla hareket edenlere, milletin temsilcileri olarak hükümet izin veremez.”Sonra da seçimler istedikleri gibi sonuçlanmaz ise ne yapacaklarını açıklıyor:
“Meclis açıldığında bu parlamento üzerine düşeni yapacaktır. Ne gerekiyorsa yaparız.”Ne demek istediği çok açık.
Eğer HSYK seçimlerini hükümetin oluşturduğu birlik kazanamazsa, yeniden kanun değişecek, seçim şartları değiştirilecek. Ta ki tüm yargı sistemi, AKP tarafından ele geçirilene kadar!
Mahir Ünal’ı aslında tebrik etmemiz de gerek, açıksözlülüğü için!
Kendi istemedikleri biçimde sonuçlanacak bir seçimi gayrimeşru kabul edeceklerini söylüyor, merak ettim acaba buna genel ve yerel seçimler de dahil mi?
Havuz medyasında her gün bununla ilgili bir menkıbe okuyorum.
Mesela Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Çok başarılı bir operasyon yaptık, bir vatandaşımızın bile burnu kanamadı ancak konsoloslukta bir köpeğimiz vardı, o köpeğimizi kurtaramadık, buna çok üzüldüm” diye anlatıyor.
Fırtına isimli “köpek kişisi”, dedektör olarak konsoloslukta çalışıyormuş, o da rehin alınmış ama bir saldırı sırasında ölmüş.
Cumhurbaşkanı da buna çok üzülmüş, gazetecilere anlatmış.
Doğrusunu isterseniz bana inandırıcı gelmedi pek!
Küçücük çocukların ölümüne üzülmeyip annelerini meydanlarda yuhalatan bir kişinin, böyle sahte üzüntülerine pabuç bırakmam!Başbakan Davutoğlu da MİT’i ziyaret ederek, rehinelerin kurtarılmasında görev alanlara takdirname vermiş.
İyi de yapmış, başarı mutlaka ödüllendirilmelidir, kamu yönetiminde de, özel şirketlerde! Tabii tersi de doğru olmalı, başarısızlık da ölçüsüne göre cezalandırılmalı ki suyu getiren ile testiyi kıran bir olmasın!
Hiç sanmıyorum.
Ama bizde oldu, Yargıtay’dan HSYK’ya seçilen üç üye ilgili haber son dakika haberi olmakla kalmadı, hemen ardından seçimin sonuçları ile ilgili analizler bile yapıldı.
Seçilen üç üyeden biri cemaatçiymiş, diğeri sosyal demokratmış, üçüncüsü milliyetçiymiş, hükümetin adayları kaybetmiş vs.
Demokratik dünyada sıradan hiçbir vatandaşı ilgilendirmeyecek bir seçimi, maç izler gibi izliyoruz.Çünkü seçilecek yeni HSYK, hükümetin, cemaatçilerin ya da yargıdaki diğer grupların adalet sistemi içindeki konumunu belirleyecek.
Adil ve tarafsız, bağımsız yargı kimsenin umurunda değil.Siyasetçileri, takım tutar gibi bir tarafı tutanları anlayabilmek yine de mümkün.
Sonuç olarak bir topyekûn iktidar mücadelesi veriyorlar, ilgilendikleri tek konu yargıyı kimin ele geçireceği.
Ne tarafsız–bağımsız yargı ile ilgililer ne de adalet sisteminin düzgün çalışması, adil olmasıyla.