Hükümetin ise buna gönülsüz olduğunu, IŞİD’e karşı ABD’nin öncülüğündeki Batılı ittifaka desteğinin “insani yardımlarla” sınırlı kalmasından yana olduğunu biliyoruz.
Hükümetin bu tavrını doğru bulduğumu söylemek isterim.Türkiye’de politik duruşunu sırf AKP karşıtlığı üzerine kurmuş geniş bir kitle olduğunu ve hükümetin bu politikasının, “IŞİD yanlılığından kaynaklandığını” düşünenlerin bulunduğunu da biliyoruz.
Öte yandan Kürt hareketi de, Rojava’daki kazanımlarını IŞİD’e karşı koruyabilmek için Türkiye’yi, “askeri koalisyona” girmeye zorluyor.
Unutulan şu ki, sırf AKP karşıtlığı yapacağız denilirken, Türkiye’nin kendisini hiç ilgilendirmeyen bir savaşın içine çekilmekte ısrar ediliyor olmasıdır.IŞİD elbette Türkiye’nin de bir sorunudur, acımasız bir devletimsi oluşumun sınır komşumuz olması istenebilecek bir durum da değildir.
Ama bunu istemiyoruz derken, Suriye ve Irak bataklığına iyice gömülmek de gerekmez.
Askeri operasyonların bir parçası olmanın tek sonucu, kendimizi kimsenin çok uzun süre kazanamayacağı bir savaşın içinde bulmamızdır.Türkiye’nin ne yapması gerektiği açıktır:
IŞİD zulmünden kaçanlara barınma olanağı sağlamak, insani yardımların bölgede ihtiyacı olanlara ulaştırılmasını sağlamak ve varsa IŞİD üzerindeki gücünü kullanarak, onu sınırlarımızdan uzakta durmaya ikna etmek!
Bunun nasıl gerçekleştiğinin önemsiz olduğunu iddia ediyor değilim elbette, bu süreçte emeği geçenlere haksızlık etmek olur bu. Onlara ancak teşekkür etmeliyiz.
Bizim toplumumuzda “komplo teorilerine” inanmak artık damarlarımıza işlemiş bir gelenek sayılmalıdır.
“Öküzün altında buzağı aramak” sözünün bu topraklardan doğduğunu unutmayalım.
Bu olaydan sonra da birçok komplo teorisiyle karşılaşacağız elbette.
Rehinelerin nasıl serbest kalabildiğinden tutun da, kimin bu işte parmağının olduğuna kadar bir sürü saçmalık da dinlemek zorunda kalacağız.
Bu unvanları nereden ve nasıl kazandıklarını hiç bilemediğimiz “strateji” uzmanlarının gözlerini kısarak ve bizim gibi cahilleri hafiften küçümseyerek anlatacaklarına inanacak çok sayıda insan da çıkacaktır kuşkusuz.
Bunların hiçbir öneminin olmadığı kanaatindeyim.
Bir gün okumayı sökersem göğsüme takılsın diye cebime konulmuş kırmızı kurdele lime lime olmuştu ve ben kurdele değil bir tutam kırmızı ip takmak durumunda kalmıştım.
Okumayı öğrenmemde hiçbir katkısı olmayan ilkokul öğretmenim (rahmetli anneannem zorla öğretmişti) hayatım boyunca tutacağım öğüdünü o ipleri göğsüme takarken vermişti: “Çok geri kaldın, eline geçen her şeyi oku, bir tek başkalarının mektuplarını okuma, bak o çok ayıptır!”O günden sonra elime geçen her yazılı kâğıt parçasını okudum, hafızam bu yüzden çöplüğe dönüşme tehlikesini taşıyor, bir tek başkalarının mektuplarını okumadım.
Bu nedenle tanınmış insanların (yazar, siyasetçi, oyuncu) başkalarına yazdıkları mektuplardan oluşturulan kitapları da uzun süre okuyamadım.
Başkalarının hayatlarının özel alanlarına onların izni olmadan giriyormuşum gibi hissettim.
Bu huyumu yeni yeni terk ediyorum ve elimde bugün sizlere söz etmek istediğim şahane bir “mektup derlemesi” var: ‘Yalnız Seni Arıyorum–Nahit Hanım’a Mektuplar’ Orhan Veli. (Yapı Kredi Yayınları)Mektupları Orhan Veli, hayatının aşkı Nahit Hanım’a yazmış.
Her satırında derin bir aşkı, zaman zaman düşülen umutsuzluğu bulabilirsiniz.
Aşk ilişkisinin eşitsiz bir ilişki olduğunu düşünürüz.
Anlaşılabilir bir durum tabii.
Eğer aralarında bir bebek de olan vatandaşlarınız, dünyanın bugüne kadar gördüğü en vahşi örgütlerden birinin elindeyse, dikkatle hareket etmeniz, o insanların canlarını tehlikeye atmadan hayatlarını kurtarmaya çalışmanız gerekir.
Üstelik rehineler arasında sizi orada temsil eden bir konsolos ve onu korumakla görevli devlet memurları da varsa, daha da dikkatli olmalısınız. Çünkü Allah korusun bir yanlış hareket, sadece vatandaşlarınızın hayatlarını kaybetmesine yol açmaz, aynı zamanda devlet olarak itibarınız da iki paralık olur.Onun için bugün o vatandaşlarımız rehine konumuna düştü diye nasıl titizleniyorsanız, onları rehine konumuna düşürmemek için de o kadar titizlenmiş olmanız gerekirdi. “Çok dikkatli hareketler”, daha o vakit yapılmalıydı.Musul Konsolosluğu personelinin ve yakınlarının rehine durumuna düşmeden oradan çıkarılmalarının mümkün olduğunu artık biliyoruz.
Musul Valisi’nin, sağ salim orayı terk edebildiği saatlerde, konsolosluk mensuplarımız da Musul’u terk edebilirdi.
Kuzey Irak’taki Kürt yönetiminin de tahliye konusunda yardımcı olmayı önerdiğini biliyoruz. MİT’in, Dışişleri’ni tahliye konusunda uyardığına ilişkin olarak yayımlanan haberler de yalanlanmadı. Demek ki bir makam sahibi, bütün bu uyarıları göz ardı etti, kafasına göre davrandı ve 49 vatandaşımızın rehine konumuna düşmesine neden oldu. Bu kim olabilir? Başbakan Yardımcısı’nın iddia ettiği gibi Musul Konsolosu’nun bizzat kendisi mi, yoksa zamanın Dışişleri Bakanı ve Başbakanı’nından biri ya da ikisi birden mi?Doğrusunu isterseniz, Dışişleri’nin Musul Konsolosu’na “tahliye” talimatı vermesi ve konsolosun bu emri sallamaması “hayatın olağan akışına uygun değil”.Belli ki “siyasi bir karar” verilmiş, Konsolos da ona uymuş!Şimdi bu kararın siyasi sorumlusu olması gereken iki kişiden biri Başbakan, diğeri Cumhurbaşkanı!
Ve onlar bu siyasi sorumluluğu üstlenmek yerine, kendilerinden başka herkesi, en başta da bunu sorgulayan medyayı suçluyorlar!
Çünkü Türkiye’de en kolayı, sorumlu kişilerin sorumluluğu üzerlerine almak yerine, gazetecileri suçlamalarıdır!
Bir Cumhurbaşkanı, ülkesinin bankalarından birinin “acilen batmasını” istiyor.İki–üç günde bir bununla ilgili bir açıklama yapıyor, bankaya el konulmasını istiyor, bu işler ile ilgili bağımsız devlet kuruluşlarını “göreve” çağırıyor!
Gazetecilere önceki gün yaptığı açıklamada bakın ne diyor:
“Dip yapma süreci var, BDDK kararını vermeli, aksi takdirde sorumlu olur. Bankacılık kuralları var, taşıma suyla değirmen dönmez, ben takipteyim.”“Taşıma su” dediği sanırım bankanın sermaye arttırımı ile ilgili girişimi.
“Dip yapma süreci” dediği de bankanın işleme kapatılan tahtasının yeniden açılmasından sonra borsada meydana gelen hareketler.
O hareketleri tetikleyenin de bizzat kendi açıklamaları olduğunu söylemiyor tabii.“BDDK sorumlu olur” diyor ama BDDK’nın kendisinden daha sorumlu bir tutum içinde olduğunu söylemek gerek.
BDDK bürokratları biliyor ki bir bankanın batması sadece bir bankanın batması demek değildir!
Biliyorlar ki haksız yere bir el koyma işlemine girerlerse ekonomiye verecekleri zararın dışında, bu eylemleri nedeniyle ağır yaptırımlar ile karşı karşıya da kalabilirler.
FIFA Başkanı Blatter ve 25 kişilik İcra Kurulu, Türkiye’de yaşamadıkları için ne kadar da şanssızlar.
Türkiye’de yaşıyor olsalardı, eski Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan gibi saati zevkle kullanmaya devam ederler, kendilerini kimseye de hesap vermek zorunda hissetmezlerdi.Zafer Çağlayan, hakkında verilen soruşturma önergesi TBMM’de konuşulurken, kürsüye çıkmış, “Saati Zarrab aldı ama parasını ben ödedim, garantisi benim üzerimde” diye bağırırken, bir yandan da bir kâğıt parçasını elinde sallamıştı.
O zaman zannetmiştim ki Çağlayan saatin parasını Reza Zarrab’a ödediğini gösteren banka dekontunu sallıyor!
Meğerse salladığı kâğıt, saatin Zarrab’ın bir adamı adına kesilmiş faturasından başka bir şey değilmiş!
O günden beri de saatin parasını ödediğine ilişkin herhangi bir kanıt ortaya koyabilmiş değil.
Bir banka dekontu olsun, gümrük vergisinin kendisi tarafından ödendiğini gösteren olsun, bir kâğıt gösteremedi.Ama milleti enayi yerine koyduğunu gösterircesine, kürsüden kâğıt sallamayı ihmal etmemişti!
Güzel sözler söylemek kolaydır
Doç. Dr. Neva Çiftçioğlu Banes’in makalesinden öğrendiğime göre, bu on özelliğe sahipseniz, hekimler sizi “psikopat”’ olarak tanımlıyorlar.
Buyurun, birlikte okuyalım:
1– Kanunları, kuralları ve toplum değerlerini hiçe saymak! 2– Başkalarının haklarını ihlal etmek!
3– Empati kuramamak!
4– Hatalarını kabul etmemek.
5– Aniden beliren saldırgan davranışlar sergilemek!
6– Hissetmediği halde duygusallaşmış rolü yapmak!
Toplantıya katılanlar, orada konuşulanları “haber” olarak aktarmadıkları için bunun bir “bilgilendirme” toplantısı olduğunu söyleyebiliriz.
Sadece “yandaş medyanın” çağırıldığı bir bilgilendirme toplantısı olduğuna bakarak bunun bir “talimat” toplantısı olduğunu da söylemek mümkün tabii.
Star Medya Grup Başkanı Mustafa Karaalioğlu, çıkışta gazetecilere toplantı ile ilgili açıklamalarda bulunmuş.
IŞİD ile ilgili olarak sorulan sorulara Cumhurbaşkanı’nın verdiği yanıtla ilgili açıklaması şöyle:
“Misyonu gereği daha ölçülü ve daha farklı cümleler kullanarak bu soruları cevapladı.”“Ölçülü cümle” kurmak” ve Recep Tayyip Erdoğan!Bir tür oksimoron örneği olarak da değerlendirmek mümkün bunu tabii ama konumuz o değil.
Yerli yabancı birçok yorumcu, Türkiye’nin IŞİD ile ilgili olarak “ölçülü” davranmaya çalışmasının nedeninin, IŞİD’in elindeki 49 Türk rehinenin varlığı olduğunu yazıyor, konuşuyor.
Bence bunun nedenini 49 rehinede değil, çok daha derinde, ideolojik yakınlıkta aramalı.