Çok fazla karamsar değilim. Ancak, bir süredir bütün dünya ABD’deki durgunluk olayına odaklanmış durumda. Her ne kadar ‘Çin ve Hindistan’ın başını çektiği gelişmekte olan ülkeler dünyayı durgunluktan kurtarır’ benzeri değerlendirmeler olsa bile, ABD ekonomisinin lokomotif rolünü göz ardı etmemek gerekiyor. Sonuçta, Çin ve Hindistan’ın en büyük müşterisi Amerika… Avrupa ile ABD’nin büyük ticareti var. Türkiye de AB ülkelerine büyük ihracat yapıyor. Dolayısıyla, New York’tan Pekin’e, Moskova’dan Sidney’e dünya birbirine tam entegre olmuş durumda. O nedenle de ABD’deki durgunluk bütün dünyayı etkileyecektir. Ancak, etkisi Avrupa’a, Japonya’ya ve gelişmekte olan ülkelere farklı gerçekleşecektir.
O nedenle ABD’nin durumu gerçekten çok önemli. Bir süredir bu konuda bazı önemli ekonomistlere sorular gönderiyor, bir bölümünün de yazılarını okuyorum. Son 1 haftada dünyanın önemli kuruluşlarının tahminlerini de yakından izledim. Sonuçta ortaya çıkan tabloyu ana hatlarıyla sizlerle paylaşmak istiyorum.
-1930 yılından bu yana Amerika tam 934 ayın 125’ini durgunluk içinde geçirmiş. Bu 10 yıldan fazla zamanın durgunluk içinde geçtiği anlamına da geliyor. Ortalama durgunluk süresi için 10.4 ay olmuş.
Piyasalardaki düşüş dönemi 17 ay geçer mi?
Son tanık olduğumuz dalgalanma Mayıs 2006 ‘da olandı. 4 Mayıs’da başlamış neredeyse 50 gün sürmüştü. Bu dönemde dolar, 1.31 düzeyinden 1.6 YTL’ye kadar çıkmıştı. Doğal olarak borsada düşüş, faizlerde ise yükseliş yaşanmıştı.
Şimdi herkes hem fikir ki, ‘daha sert’ bir dalganın içindeyiz. Dalganın kriz ya da resesyona doğru gidip gitmediğini ise tahmin etmek zor. Bazı ekonomistler, ‘içindeyiz’ derken, bazıları ‘yüzde 50 olasılık’ gibi değerlendirme yapıyorlar. Gerçekten de tahmin etmek zor. Gidişin yönü başta ABD Merkez Bankası olmak üzere dünyada parayı yönetenlerin uygulayacakları strateji yönlendirecek. Bunlar da içinde olduğumuz ‘dalga’ ya da her neyse onun ne kadar süreceğini belirleyecek.
Şirketlerin en büyük düşmanı neden yine kendisi?
Son birkaç yıldır Starbucks’larda bir sorun olduğu benim de dikkatimi çekiyordu. İki önemli gelişme vardı. Birincisi, çok fazla övündükleri ‘deneyim’ yaşatmadan uzaklaşıp, sıradanlaşıyorlardı. İkincisi, aşırı kalabalığı yönetme konusundaki sıkıntı, temizlik konusunu öne çıkarıyordu. Uzun süredir masaları hep kirli görüyordum.
Aslında bu sorunu yaklaşık 1 yıl önce CEO’su da görmüş ve şirket bünyesinde bir bildiri yayınlamıştı. Özetle ‘dikkat sıradanlaşıyoruz’ diyordu. CEO’nun uyarısı işe yaramadı ve bu gidiş mali tablolara da yansıdı. Böylece, şirketin hisseleri borsada kötü performans gösterdi. Sonunda kurucusu
Ancak, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise ‘Merkez Bankası’nı İstanbul’a taşıyacağız. Kanun gerekiyorsa, onu da çıkarırız’ sözleriyle adeta tartışmalara yeni bir boyut kattı. Başbakan’ın açıkladığı bu kararın arkasında, ortaya konulduğu kadarıyla,‘İstanbul’u finans merkezi yapma’ planı var.
Ben bu konuyu pek gerçekçi bulmuyorum. Üstelik, artık bazı kurum ve şirketlerin, kuruldukları yerde faaliyet göstermelerini, İstanbul tutkusundan vazgeçmeleri gerektiğine inanıyorum. Bu konudaki görüşlerimi, bazı verilerle önümüzdeki günlerde sizlerle paylaşacağım. Ancak, şimdi biz bunu tartışırken, dünyadaki ülkeler ne yapmış, ona dikkat çekmek istiyorum.
Önce şunu belirteyim; Merkez bankalarının faaliyet gösterdikleri şehirlerle ilgili toplu bir veri yok. Çok sayıda kaynağı araştırdım, epey bir uzmana sordum. Sonunda asistanımın da yardımıyla araştırmayı kendim yapmaya karar verdim.
Bunun için 162 merkez bankasını tek tek araştırdık. Çalışmada 156 ülkede merkez bankasının başkente konumlandığını gördük. Sadece 6 ülkede başkent dışında başka şehir tercih edilmiş.
-Ama Türkiye’de yayınlanan bir kitabın yeri çok ayrı idi. İşte bu kitabın gözden geçirilmiş, genişletilmiş versiyonu gelince müthiş hoşuma gitti. ‘Yeni yıl hediyeleri’ arasında bir numaraya onu koydum. Yeni bir kitapmış gibi hafta sonunda baş ucumdan ayırmadım.
Suna Kıraç’ın ‘Ömrümden Uzun İdeallerim Vardı’ kitabından söz ediyordum. Bir Londra seyahatinde gidişte ben, dönüşte eşim okumuştuk. Başarılı bir iş kadının hayatı insani yönden ortaya konulurken, aynı zamanda ortaya bir ‘iş kitabı’ da çıkmıştı. Çünkü, Suna Kıraç’ın hayatı anlatılırken, arka planda Türkiye’nin en büyük holdingini yaratan ailenin iş hayatına bakışı, örnek alınacak yaklaşım ve stratejileri de vardı.
İlk okuduğumda bir yazımda da belirtmiştim. Kitabı iki nedenle çok beğendim. Birincisi, insan odaklı olması… Bir iş kadınının fazla öne çıkmayan insani yanı müthiş bir şekilde vurgulanmış. İkincisi ise belgesel yanı idi. Çünkü, kitap içindeki anekdot ve yazışmaların bir bölümü, şirketler dünyası için derslerle dolu. Bu derslerden biri de “kurumsallaşma” ve “aile şirketlerinin devamı” ile ilgiliydi. Kitabın bu bölümlerinin her aile şirketi bireyi için derslerle dolu olduğunu düşünüyorum.
Şimdi yeniden ‘boom’ (patlama) dönemindeyiz ve girişimci nereye yatırım yapacağının yanıtının peşinde. Bu sorunun yanıtı asla tek sektör ya da ürün olamaz. Ancak, ben okurlardan gelen sorular üzerine önce ‘teknoloji’ konusundaki fırsatlara dikkat çekmek istiyorum.
Bu sayfaya bir tablo koydum. Dikkatle incelerseniz, bazı ürünlerdeki sahiplik oranının ciddi düzeylere ulaştığını, bir bölümünde ise yolun başında olduğumuzu görüyorsunuz. Hem sahiplik oranının yüksek olduğu hem de düşük olduğu alanlar, girişimciler için yeni fırsatlar anlamına geliyor.
‘Neden’ diye soranlar için ‘bilişim’ sektörünün sunduğu fırsatları da ekleyerek yanıt vermek istiyorum:
-Türkiye’de tüketici elektroniği sektörü hızla büyüyor. 2007 yılında bu alan yüzde 20 gelişme gösterdi. Buna rağmen cirosu 6 milyar euro düzeyinde. 2010 yılında ise 10 milyar euro’ya ulaşacağı tahmin ediliyor.
Çok büyük değil, ama gelişen bir ülke için önemli rakam. 500 büyük arasına girenlerin cirosu ise 50 milyon dolardan başlıyor. Bu şirketleri de ben şu kategorilerde değerlendiriyorum:
1.Yerel şirketler: Ciroları yüksek olmasına rağmen bütün işi ülke içinde olanlar.
2. Bölgesel şirketler: İş hacimlerinin yüzde 30-40’ını bölge ülkeleri içinde gerçekleştirenler, bu yönde büyüyenler.
Şimdi milyar dolarlık ciro, onlarca gemiye ulaştı. Bana göre şu anda İzmir’in, hatta Türkiye’nin en hızlı büyüyen, en dikkati çeken gruplarından birinin sahibi haline geldi.
İzmir yolculuğunda ziyaret şansı bulduk, biraz son gelişmeleri konuştuk. İzmir’i, kendi sektörünü, işlerin nasıl gittiğini anlattı. Bir ara, ‘Bazı arkadaşlara işlerin iyi gittiğini, hızlı büyüdüğümüzü, bunu da gelişmeleri önceden görmeye borçlu olduğu söylüyorum. Onlar da bana geleceği nasıl görüyorsunuz diye soruyorlar’ diye konuştu.
Ardından da işin sırrını anlatı. Anlattıklarının her işadamı ve yönetici için örnek oluşturacağını düşünüyorum. ‘Dolar daha ne kadar düşer’, ‘Parite ne olur’ gibi soruların peşinden koşanların kulak vermesini istiyorum:
-Ben sadece şirketler dünyasında değil, para piyasasında da rüzgarın hep dışarıdan geldiğine inanırım. Önce ABD’de başlar, ardından Avrupa’ya, sonra da bize ulaşır. Önemli olan, daha ABD’deyken görmektir. Orada göremedinse, Avrupa’da yakalama şansın vardır. Onu da kaçırırsan, işin çok zor.