M. Rauf Ateş

Takımlar ve şirketlerin ‘bekleme süresi’ nasıl kısaltılabilir?

19 Kasım 2007
Artık futbol bizim çocukluğumuzdaki gibi değil. Giderek büyük bir endüstri haline geliyor, futbol kulüpleri de şirket gibi yönetiliyor.

Amazon’a girip bakın. Bu konuda çok sayıda kitap var. Hepsi de sporu, futbolu bilim olarak ele alıp, başarı ve başarısızlık faktörlerini inceliyorlar. O nedenle ben futbol ve şirketler dünyasını bir birine çok benzetirim. Her ikisinde de başarıların tesadüfen gelmediğine, şans eseri oluşanların ise kalıcılık özelliği taşımadığına inanırım. ‘Orada bulunduğu’ için başarıyı yakalayanlar, bir sonraki yıl yeniden eski düzeylerine gerilerler.

Futbolda başarı ligde üst sıralarda yer edinmek, ligde şampiyonluk, kupa kazanmak ve dünyada adından söz ettirmek gibi hedeflerle ölçülüyor. Bu hedeflere ne kadar sık ulaşırsanız, toplam başarınız da o kadar artar.

Başarı da istikrarlı yönetim, kalıcı stratejiler ve değişimle mümkün oluyor. Bunu en iyi 4 büyüklerin performansından görmek mümkün. Bu tabloya bakınca daha iyi anlaşılıyor. Tabloda 4 büyüğün şampiyonluk için ortalama bekleme süreleri var. Ben buradan şu mesajı çıkarıyorum:

‘İstikrar kazanan, iyi yönetilen ve geleceğe yönelik vizyon koyan kulüplerin şampiyonluk bekleme süreleri daha da azalıyor.’

Tablo bunu açıkça ortaya koyuyor. Özellikle son 10 yıldaki değişim… Galatasaray 1990’ların başında bunu yakaladı ve UEFA Kupası’nı kazandı. Ardından Fenerbahçe, yönetimde istikrar, modern yönetim ve pazarlamayı keşfetti. Son 10 yılda 4 kez şampiyon oldu. Ancak, Beşiktaş ve Trabzonspor aynı dönüşümü gerçekleştiremediler. Zaten rakamlar da bunu açıkça ortaya koyuyor. Trabzon 10 yılda hiç, Beşiktaş 1 defa şampiyon olabildi.

İstikrar ve kalıcı yönetim, şirketlerde de aynı sonuçları veriyor. Dünyanın “en kalıcı” şirketlerindeki belirgin özellik istikrarlı olmalarıydı. CEO’ları, ortalama 8-10 yıl arasında görevde kaldılar. Değişimi iyi yönettiler, inovasyona yatırım yaptılar. 3M, Wal Mart, Wells Fargo, Walgreens gibi şirketler bu yönleriyle öne çıktılar.

Türkiye’den de istikrarlı yönetilen, genetik değişimi zamanında yapan ve yenilikçiliği şirketin içine gömebilenler başarıya ulaşıyorlar. Örneğin, Garanti Bankası, dünya çapında bir yönetim örneği oldu. Her genel müdürü, yerleştirdiği stratejiyi uygulayabilecek uzun süre ve yetkiyi bulabildi. Yeniliklere yatırım yapma şansını yakaladı. Bir başka örnek ise Akbank… Tutucu görüntüsünden ‘gen değişimi’ ile sıyrılıp, yenilikçilikle özdeşleşti. Burada da yönetim ekibinin istikrarı önemli bir rol oynadı.

Bir zamanlar yerinde sayan Migros, bu özelliği ile bir dev haline geldi. 1994 yılına kadar Migros’un mağaza sayısı 50’ye bile ulaşmamıştı. Şimdi bir yılda bu kadar mağaza açabilecek gücü yakaladı.

Yazının Devamını Oku

Piyasalardaki sıkıntıya rağmen dolar neden yükselmiyor?

14 Kasım 2007
Artık global dalgaların piyasalarına etkisine alıştık. Şirketler cephesinden gelen kötü bir haber, bozulan bir ekonomik gösterge her şeyi alt üst edebiliyor. Yine ABD kaynaklı böyle bir dalganın ortasındayız. Dow Jones Endeksi son 10 günde 14.000’e yakın düzeyden neredeyse 1000 puan kaybederek 13.000’lere doğru geriledi. Buna bütün dünya borsaları gibi Türkiye de ayak uydurdu. Sadece borsalar düşmedi, faizler yükseldi, para birimlerinde dalgalanmalar oldu.

Bütün bu gelişmeleri aşağı yukarı bütün ‘global dalgalanmalarda’ yaşıyoruz. En son Ağustos ayında benzer bir dalganın içinden geçmiştik. Ancak, bu kez, Türkiye açısından farklı bir gelişme var. En azından bu yazının hazırlandığı saate kadar… Sizin de dikkatinizi çekmiştir. Dünya borsalarında çökmelerden söz ediliyor, petrol ve altın rekor fiyatlara ulaşıyor. Yakın gelecekle ilgili çok parlak tahminler yapılmıyor. İşte böyle bir tabloda YTL, dolar karşısında tahmin edildiğinden daha sakin bir görünüm sergiliyor. Oysa, geçmiş dalgalarda dolar hızla değer kazanmıştı. Bu soruyu son birkaç gündür okurlardan, karşılaştığım dostlardan da duyuyorum.

 

Sözünü ettiğim gelişmeyi tabloda açıkça görüyorsunuz. İMKB 100 Endeksi, 23 Temmuz 2007 tarihinde, yani hemen seçimden sonra 55 bin 625 düzeyine görmüş. O tarihte doların Merkez Bankası (MB) satış kuru ise 1.2542 düzeyindeydi.

 

Birkaç gün sonra dünya piyasaları bozulunca, borsa düşmeye, dolar yükselmeye başladı. 16 Ağustosta ise İMKB 100 Endeksi 44.473 ile dip seviyeyi gördü. Aynı gün dolar 1.3893 YTL’ye yükselmişti. Yani borsa yüzde 20 düşmüş, dolar ise yüzde 10.7 değer kazanmıştı.

Şimdi daha erken bir değerlendirme yapıyoruz. Ancak, en büyük tepkiler, ilk düşüşlerde yaşanıyor. Tabloya bakarsanız, İMKB 100 Endeksi yüzde 6.8 gerilemiş. Dolardaki yükseliş ise yüzde 0.6 oranında kalmış. Yatırımcıyı, işadamı ve yöneticiyi düşündüren de bu iki rakam.

Yazının Devamını Oku

Şirketler bütçelerini nasıl yapacaklar?

13 Kasım 2007
Bir zamanlar Türkiye’deki şirketler bütçe olayını pek ciddiye almazlardı. Çok kurumsallar ile yabancı şirketler dışında bütçe biraz bürokrasi olarak görülürdü. Şimdi durum değişti. Şirketler ekim ayıyla birlikte sonraki yılı planlamaya, gerçekçi bütçeler oluşturmaya çalışıyorlar.

Son bir aydır bunu iyice hissediyorum. Çünkü, sohbetlerde bu konu öne çıkıyor, bütçe yapma peşindeki yöneticiler, birbirlerinden “öngörülerini” öğrenmek istiyorlar. Bir öngörü değiş-tokuşu yaşanıyor. Ama gördüğüm kadarıyla herkesin öngörüleri, bütçelerine koydukları büyüklükler birbirine çok yakın. Özellikle de büyüklerin…

Bütçelerle ilgili bilgiler her zaman yakından izlenir, ilgi çeker. Özellikle de tahmin yapma konusunda sıkıntı çeken, bilgiye ulaşamayan KOBİ ve girişimcilerin… O nedenle şirketler cephesinde bütçe açısından ortaya çıkan son durumu paylaşmak istiyorum:

-İş dünyası için bütçe yaparken 3 temel faktör öne çıkıyor. Birincisi, ekonominin büyüme hızı. Bu konuda genelde DPT’nin hedefleri dikkate alınıyor. 2008 yılı için DPT’nin öngördüğü yüzde 5.5, şirketler tarafından da benimsenmiş durumda.

Yazının Devamını Oku

Piyasada gerçekten para yok mu?

6 Kasım 2007
Son birkaç yıldır Anadolu’da, İstanbul’da görüştüğüm orta ve küçük ölçekli (KOBİ) şirketlerin sahiplerinden hep şu yakınmayı duyuyorum: “Piyasada para dönmüyor.”

Sadece girişimci ya da KOBİ patronlarından değil, bazı bankaların bu alana bakan yöneticilerinden de benzer değerlendirmeler alıyorum. Hepsi de piyasada paranın kalmadığını, kimsenin borcunu ödemeye yanaşmadığını, çek ve senetle işlerin döndüğünü belirtiyorlar. Aslında KOBİ’ler ve girişimciler için bu yakınmalar, işlerin iyi gitmediği, satışların durduğu, tahsilatın yavaşladığı anlamına geliyor. Fakat onlar bu konuya “para kalmadı” yaklaşımıyla bakmayı tercih ediyorlar.

Bir süredir bu konuda sorular alıyorum. O nedenle saptamalarını paylaşmak istiyorum:

-Türkiye’de hatırı sayılır bir şekilde “çek ve senet” ekonomisi var. Şirketler, nakit yerine, yılların alışkanlığı bu enstrümanları tercih ediyorlar.

-Bankaların çeşitli modern ödeme araçları geliştirmelerine rağmen “hatır senetleri” ciddi şekilde elden ele dolaşıyor.

-Ekonomik büyüme dönemlerinde senet ve çek kullanımı artıyor. Buna bağlı olarak karşılıksız çek ve protesto edilen senet miktarı da yükseliyor. Son rakamlar, Türk iş dünyasının “para yerine” geleneksel yöntemlere başvurduğunu, bu alanda sorunlar yaşadığını da ortaya koyuyor.

-Protestolu senet sayısı 2006 yılında 1.1 milyonu, karşılıksız çek sayısı ise 1 milyon 150’yi geçmiş. İlk 7 aya ait rakamlar, 2007 yılında bu düzeylerin çok aşılacağını ortaya koyuyor. Yani, iş dünyası, kriz yılları olan 2001 ve 2002’den daha fazla sorun yaşıyor. Her ne kadar ekonomik büyümeyle birlikte çek ve senet miktarı arsa bile, “sorunlu vaka” sayısı dikkati çekiyor.

-Madalyonun diğer tarafından ise “para yok” sendromu var. Aslında teknik olarak bakarsak böyle bir sorun yok. Çünkü, piyasada “para var”.

-Geçmişte bu konuda bir araştırma yapmıştım. Oradaki verilere de baktım. Türkiye’de kişi başına piyasadaki para miktarı (emisyon) 1980-2000 yılları arasında 1985 istisnası dışında, 60-90 dolar arasında değişmiş. 20001 yılında 68.4 dolara kadar gerilemiş. O dönem bazı uzmanların şu yönde değerlendirmelerini hatırlıyorum: “1980’den bu yana gelirimiz ikiye katlanmış, ancak kişi başına cebimizdeki para 70 dolardan 67 dolara düşmüş. Giderek cebimizde daha az para taşıyoruz.”

Yazının Devamını Oku

Son 2 yılda dolardan ne öğrendik?

31 Ekim 2007
Birkaç yıl önce “Yeni Normal” adlı bir kitap yazdım. İş ve ekonomi dünyasında yeni gerçeklerle karşı karşıya olduğumuzu ortaya koymayı amaçlıyordum.

Bir maddesi de ekonomiyle ilgili idi. Orada ekonominin “kimyasının” değiştiğini, geçmişte doğru bildiğimiz belki onlarca şeyin, artık yanlış olduğunu belirtmiştim. Bunlardan biri de döviz idi. Türkiye’de döviz, daha doğrusu dolar uzun yıllar boyunca “yatırım aracı”, daha doğrusu “güvenli liman” olarak görüldü. Zamanında bundan iyi kazananlar da olmadı değil.


Ancak, son 3 yıldır dövizde “paradigma”, yerleşik inanışlar değişti. Türk ekonomisinin yeni yapısı, değişen bankacılık anlayışı ve yabancı sermaye ilgisi doların işlevini farklılaştırdı. Bunun sonucunda ise 1.800’lere kadar yükselen dolar kuru, ekim ayı içinde 1.170’lere kadar geriledi. Bazıları hala umutlu, elinde dolar tutuyor. Bir bölüm uzman ise 1 YTL’nin 1 dolara eşitleneceğini düşünüyor.


Bütün bu tartışmalar, beklentiler ve tahminler, aslında son 2 yılda bize bazı dersler verdi. En azından ben kendi adıma birkaç dersler çıkardım. Bunları, döviz, özellikle de dolara yönelik beklentisi olanlarla paylaşmak istiyorum.

 

1. Artık yatırım aracı değil:

Yazının Devamını Oku