9 Temmuz 2009
İLERİYİ görme becerisine sahip sivil toplum kuruluşları, fikir adamları ve yöneticiler, yıllardır Ankara için doğru bir öngörüde bulunurlar. Ankara, sağlık turizmi ve kongre turizmi için ’biçilmiş kaftan’dır..
Çevresindeki kaplıcalar, doğal güzellikler, teknolojik imkanlarla donatılmış sağlık merkezler ile desteklenebilse, iyi tanıtılabilse, turist çekmemesi için hiç bir neden yok.
Aralarında tek tük salt ticarethane mantığı ile işletilen hastaneler olsa da, Ankara’da çok iyi özel hastaneler, sağlık merkezleri var.
Benim hayalim, hepsinin Bilkent’te bulunan TSK Elele Vakfı Rehabilitasyon Merkezi’nin yakaladığı standartları yakalayabilmesi..
Diğer taraftan, Başkent olması nedeniyle Ankara için kongre turizminin de yükselen bir değer olması beklenebilir. Ama ne yazık ki bu konuda da yıllardır kimse kılını kıpırdatmaz. Hatta kıpırdanmak bir yana, resmi kurumları İstanbul’a taşıyıp Ankara’nın içini boşaltmak için derin bir ihtiras sergilenir..
Oysa İstanbul’da yapılan uluslararası toplantı ve kongrelerin, ’pre-congress’ denilen ön toplantılarının Ankara’da yapılması bile önemli bir hareketlilik demektir. Bu devlet kurumlarının elinde olmasına rağmen, devlet tuhaf biçimde Başkent’inde turist ağırlamak istemez.
Kıskançlık ile yola çıkıp, Eskişehir yolunda olduğu gibi yüz binlerce ton demir ile hilkat garibeleri inşa etmeye kalkmak ise, Ankara’da kongre turizmine katkıda bulunmaz..
Sadece birilerinin cebini doldurur..
Geçen hafta, hayatımda ilk defa böbrek taşı ile tanıştım.
Ve ilk defa Ankara’nın beni her zaman rahatsız eden bir özelliğinin, şifa verdiğini keşfettim..
Ankara’nın binlerce mühendislik hatası ile dolu eğri büğrü, yamalı, kasisli, bozuk yollarında araba kullana kullana, taşım böbreğimden çıkıp, kanala girdi.
Belki de bu yüzden, Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’e teşekkür etmeliyim..
Taşı kanala, onun mühendislik harikası caddeleri, sokakları soktu.
En çok faydayı da, üzerinde seyrederken lunaparkta bugi bugiye binmiş hissi veren, Seyfi Saltoğlu Bulvarı’nda gördüm..
Ankara’yı bir türlü kongre turizminin, sağlık turizminin merkezi yapmayı beceremeyen yöneticilere belki ilham kaynağı olur.
Kent girişine bir pankart bile asılabilir:
"Bu kentin cadde ve sokakları, böbrekte taş bırakmaz..!"
Yazının Devamını Oku 2 Temmuz 2009
ESKİDEN evde biriken rakı ve şarap şişelerinin karşılığında tahta mandal alınırdı eskiciden.. Dört gözle beklerdik yeni mandalları.. En düzgün kesilmiş olanı gözümüze kestirir, cebimize atardık. Sonra gliserinli bulaşık deterjanını, bir çay bardağında sulandırırdık. Mandalı, suya batırırdık..
Deterjanlı mandalı burnumuzun ucuna doğru kaldırırken, gözlerimiz şaşılaşır, hafifçe üflerdik deliğine..
Balkondan aşağı uçuşan üç beş balon..
Önce yukarı, sonra aşağı..
Sonra bir rüzgarla aniden daha yükseklere..
Kimisi burnumuzun hemen ucunda patlardı, kimisi en yükseklerde, kimisi yere düşmek üzere iken..
Sokaklarda özgürce oynamanın tadını çıkarabilen bir nesildik ve o balonlar hapsedilmiş hayallerimizin macera, heyecan ve afacanlığa uçuşan habercileri idi..
Çocuksuz sokak göremezdiniz..
Hatta sokak, çocuk demekti..
Televizyon günde sadece bir saat ilgimizi çekerdi. Siyah - beyaz çizgi film kuşağında..
Geçenlerde bir tabanca gördüm.. Tetiğine basıldığında, yüzlerce balonu havaya fırlatan pilli bir tabanca..
Bugünün çocukları, hayallerini bile tetiğe basarak uçuruyor..
Televizyon demode oldu, bütün gün bilgisayar başındalar..
Sokaklarda çocuk yok, çünkü neredeyse her sokakta mantar gibi türeyen internet kafeler hınca hınç dolu..
Ankara’nın ara sokakları, beceriksizce planlanmış geniş bulvarlar yüzünden alternatif ana caddeler haline getirilmiş..
Sanki bir el gizlice pazarlık yapmış, şarap şişesi karşılığı mandal alır gibi bulvarların karşılığında sokakları çocukların elinden almış..
Bu yüzden her yıl Çankaya’da yapılan ’Sokak Açık, Sokağa Çık’ festivalini dramatik bulurum..
Hangi sokak gerçekten açık..?
Çankaya’nın yeni Belediye Başkanı Bülent Tanık’ın, sokağa ve mahalleye dair iki önemli projesi var.
Bir tanesi belirli sokakları trafiğe kapatıp ’oyun sokağı’ haline getirmek, diğeri de her mahallede bir ’çocuk korosu’ oluşturmak..
Bu projelere bir anlamda, çocukları internet kafelerden söküp çıkarma mücadelesi de denebilir..
Bin koro, yaklaşık 40 bin korist demek..
40 bin çocuğun ellerinde tahta mandallarla, yüzbinlerce baloncuğa hayallerini yükleyip uçurması bugüne kadar kent yaşamında görülen en muhteşem tablo olacak..
Heyecanla bekliyoruz..
Yazının Devamını Oku 25 Haziran 2009
YILLAR önce hafta sonları Söğütözü'ne yolu düşenler bilir.Orada Başbakanlık'a ait bakım ikmal tesisleri vardır.
Başbakanlık'ın resmi araçlarının depolarını doldurdukları bir de benzinlik..
Bugün durum ne bilmiyorum ama, eskiden resmi araçlar Başbakanlık benzinliğinin önünde Cuma günleri yüzlerce metrelik kuyruklar oluştururlardı.
Her nedense hepsinin benzini, haftanın son iş gününde biterdi. Tesadüf bu ya, resmi plakalı araçlara 'güvenlik' gerekçesi ile sivil plaka takma formülü de aynı dönemde uygulanmaya başlamıştı.
1990'lar..
Resmi arabaya sivil plaka takıp, Cuma günü Başbakanlık'tan depoyu doldurup, hafta sonu maaile pikniğe gitmek devlet modası olmuştu.
Bizim çocukluğumuzda devletin bu kadar çok arabası yoktu..
Belki de bu yüzden üzerinde 'polis' yazan teneke oyuncak arabalar, en büyük tutkumuzdu..
Hatta resmi plakalı bir arabaya park halindeyken de olsa binebilmek, arkadaşlarımıza hava atmak için en iyi fırsatlardan birisiydi.
Yazının Devamını Oku 18 Haziran 2009
SAÇLARI bembeyaz, 1.60 boylarında, gözlük camlarının ardından sevgi ve deneyim ile bakan, iyi giyimli, elinde şık bastonu ile güzel bir kadındı.. Ankara’nın içinden geçirilen otobanları düşündüğünüzde, ara sokak sayılabilecek bir caddenin köşesindeki trafik ışıklarında yan yana gelmiştik..
Norveç’in Başkent’i Oslo’da..
Tek bir otomobilin bile geçmediği caddede, yayalara yeşil ışık yanmasını bekliyorduk birlikte.. Türkiye’de çoğumuza anlamsız gelen bu beklemenin verdiği sıkkınlık ile sağ adımım kaldırımdan aşağı indi. Yaşlı kadın o anda kıvrak bir bilek hareketi ile bastonunu önce havaya kaldırdı, ardından göbeğimin hizasına getirdi ve yolumu kesti. Diğer eli ile gülümseyerek yayalara yanan kırmızı ışığı gösterdi. Biraz şaşkın, biraz utanarak gülümsedim.. Yeşil ışığın yanmasını bekledik ve huzur içinde, birlikte karşı kaldırıma geçtik.
Kültürünü mahallesindeki yaşama yansıtmış bir ülkede yaşamakla, kültürünü sıkıcı tarih kitaplarının satır aralarına gizlemiş bir ülkede yaşamanın farkını, o gün daha iyi anlamıştım.
Hafta başında, Emniyet Genel Müdürlüğü Trafik Hizmetleri Başkanlığı’nın, son 10 yıllık denetim istatistiklerine göz attım. Ve ne yazık ki, gözlerime inanamadım.
1999 yılında polis, tam 8 milyon 674 bin 343 kişiye trafik cezası kesmişti. Gelişen bir ülkede, cezanın caydırması, bu sayının geçen 10 yıl içinde düşmesi beklenir. Oysa 2008 yılı için kesilen ceza sayısı 8 milyon 612 bin 983 olarak veriliyordu. Hemen eklemeliyim, geçen 10 yıl içinde artan nüfus ve araç sayısı, ’ceza-ıslah’ilişkisi nedeniyle bu tablonun açıklaması olamaz.
Konunun diğer bir boyutu ise kesilen 8 milyon cezanın parasal karşılığı.. Rakamlar bu karşılığın 2008 yılı için tam 1 milyar 16 milyon 896 bin 210 TL olduğunu, bu paranın devletin kasasına girdiğini söylüyordu..
İyi para..
Sonra yayalara ilişkin rakamlara baktım.. Doğup büyüdüğüm Ankara’da, bugüne kadar bir yayaya ceza kesildiğini hiç görmedim. Üstelik tanıdığım onlarca kişiden de hiç böyle bir hikayedinlemedim. Oysa istatistiklere göre 2007 yılında 8 bin 21 yayaya, 2008 yılında ise yüzde 122 artışla 17 bin 906 yayaya trafik cezası kesilmişti.
Hangi açıdan bakarsanız bakın, geneli üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir tablo..
Bir tarafta yıllar önce Oslo’da bastonu ile bir yayanın suç işlemesine cesaretle engel olan yaşlı kadını düşünüyorum, diğer tarafta Başkent sokaklarının, caddelerinin ve kavşaklarının bugün ne hale getirildiğini..
Son dönemde yapılan düzenlemeler neredeyse yayaları yok sayan, araçları ise sürat yapmaya, yani suç işlemeye teşvik eden nitelikte..
Trafik istatistikleri ve kentimizin ulaşım düzenlemelerini yan yana koyup baktığımda, benim çıkardığım sonuç üzücü..
Ankara’da suç işlemeden yaya olmak da zor, sürücü olmak da..
Yazının Devamını Oku 11 Haziran 2009
GEÇTİĞİMİZ yıllarda gazetemizde, Ankara’da yaşayan kadınlara ilişkin çarpıcı istatistikler yayınlanmıştı. Her nedense, ilgili kurum ve kuruluşlar bu tür bilimsel verileri derli toplu hazırlama ve kamuoyu ile paylaşma alışkanlığına sahip olmadığı için, güncel bilgilere ulaşmam mümkün olmadı. Ancak aradan geçen bir - iki yıl içinde, ’utandıran tablo’nun değişmediğini düşünüyorum.
Örneğin Ankara’da yaşayan ve okuma yazma bilmeyen 175 bin kadın..
Gizli işsizleri hiç hesaba katmasak bile, kayıtlı kadın işsizlerin sayısı da 60 binin üzerinde..
Ankara’da 800 bin civarında ev kadını yaşıyor.. Aslında bu kadınlar için de, ’gizli işsiz’ demek mümkün..
Bu durumda neredeyse 1 milyon kadınımız, atıl durumda bırakılmış işgücü anlamına geliyor.
Diğer tarafta töre cinayetleri, koca dayağı, aile içi şiddet..
Hemen her gün içimizi yakan, yüzümüzü kızartan bu tür haberler kadar, sadece Ankara için verdiğim bu tahmini rakamların da aynı şekilde hepimizi düşündürmesi gerekiyor.
Rakamlar Türkiye için de farklı değil elbette..
Ama bir rakam var ki, belki de en önemli utanç kaynağı olmalı.. O da, Türkiye’de yüzde 25’lere zar zor ulaşan kadın işgücünün istihdama katkısı..
Yıllar önce ev kadınları için boğaz tokluğuna çalışan ev işçisi tanımı yapıldığını hatırlıyorum. Aslına bakarsanız bu, günümüz dünyasında ’kölelik’ kavramının kibarca söylenişi..
Bu yüzden Türkiye’de kadın sorunlarını tartışırken, kadın istihdamının işgücüne katılımının arttırılması öncelikli madde olmalı..
Diğer tüm sorunların çözümü için şifre bu..
Geçtiğimiz Mart ayında, Ankara’da Avrupa Birliği Genel Sekreterliği’nde çok önemli bir toplantı, bir ilk gerçekleştirildi. ’Avrupa Birliği Sürecinde Sivil Toplumla Diyalog Toplantısı’ başlığı altında, Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın himayesinde yapılan toplantıda, sivil toplumun da üyelik sürecine katılımı için ilk adımlar atıldı.
Önümüzdeki hafta, bu toplantının ikincisi yine AB Genel Sekreterliği’nin organizasyonu ile gerçekleştirilecek. Bu sefer ki konu başlığı ise kadın..
Türkiye’nin dört bir yanından kadınları temsil eden sivil toplum kuruluşları, Ankara’da Avrupa Birliği’nin kadına bakışı ile tanışacak. Kendi dertlerini ortaya koyacak, hem Türkiye hem Avrupa Birliği zemininde çözüm için kafa yoracak.
Umarım kadınların sorunları ile boğuşan sivil toplum kuruluşları, AB Genel Sekreterliği’nin sunduğu bu eşsiz fırsatı iyi değerlendirir. Hem Türkiye, hem Ankara için..
Egemen Bağış’ın dediği gibi, "Yürüme modundan çıkıp koşmaya geçmek zorundayız"..
Yazının Devamını Oku 4 Haziran 2009
BİR süre önce, 13 Nisan tarihinde www.hurriyet.com.tr ’de benim imzam ile bir haber yayınlandı. Haber, şu cümle ile başlıyordu: "Acun Ilıcalı’nın hazırlayıp sunduğu ’Var mısın Yok musun’ isimli yarışma programının dün akşamki bölümünde hem inanılmaz bir gerilim, hem inanılmaz bir üzüntü hem de korkunç bir soru işareti vardı."
Yarışmacı, Süleyman’dı ve haberin devamı da şöyleydi:
"Eşi, iki çocuğu ile birlikte maddi imkánsızlıklara karşı amansız mücadele veren Süleyman, yaşlı, kulağı duymayan ve aynı kendisi gibi sağlık sorunları yaşayan babasını tanıtırken duygusal anlar yaşadı.
Süleyman’ın babası yıllar önce geçirdiği trafik kazasında, bir otomobilin altında yaklaşık 10 metre sürüklenmişti. Kaza Ankara’da olmuştu ve otomobilin sürücüsü ehliyeti olmayan 17 yaşında bir gençti. Süleyman, babasının hayati tehlike ile karşı karşıya kaldığı bu kaza nedeniyle üç ciddi ameliyat geçirdiğini anlatırken, çok önemli bir açıklamada bulundu ve şöyle dedi:
’O gün babama çarpan 17 yaşındaki ehliyetsiz gencin babası, bugün Ankara’nın çok ama çok popüler isimlerinden bir tanesi. Ben o ismi burada açıklamak istemiyorum’
Aradan geçen zaman içinde, kimseden çıt çıkmadı. Kimse merak etmedi, kimse o kazaya dair hukuku ya da hukuksuzluğu sorgulamadı. Türkiye’de sıklıkla sığınılan zaman aşımını limanı, bu olay için de geçerli olabilir.. ’Olmuş geçmiş’ vurdumduymazlığına sığınmak da mümkün.. Ancak hukukta zaman aşımı olsa da, kamu vicdanında zaman aşımı diye bir kavram yok..
İKİ KİŞİNİN BİLDİĞİ
Geçtiğimiz günlerde tüm zamanların en iyi gitaristi olarak tanımlanan Jimmy Hendrix ile ilgili benzer bir sır ortaya çıktı. Hendrix’in yakın arkadaşı James ’Tappy’ Wright, Rock Roadie adlı kitabında Hendrix’i menajeri Michael Jeffery’nin öldürdüğünü iddia etti. İddiaya göre öldürme nedeni, sigortadan alacağı yüklü miktarda para idi.
Bugün ne Hendrix hayatta, ne de menejeri.. Yine de, tarihe not düşülmesi açısından bana göre önemli..
Yarışmacı Süleyman’ın Ankara’nın ’çok ama çok popüler’ ismi ile ilgili üzerini örtmeye çalıştığı suç da, bir gün mutlaka ortaya çıkacak.
Ankara’nın o popüler isminin kim olduğunu, gün gelecek öğreneceğiz. Oğlunun 17 yaşında ehliyetsiz araba kullanmasına neden izin verdiğini.. O büyük kazayı nasıl örtbas ettiğini.. Ona kimlerin yardımcı olduğunu.. Süleyman’ın neden sustuğunu..
Belki bir görgü şahidinin vicdanı sızlayacak, belki kendi kardeşi de geçmişte ölümlü kazaya karışıp hapiste yatan bir Ankaralı’nın..
İki kişinin bildiği, sır kalmayacak..
Ve susanlar utanacak..
Yazının Devamını Oku 28 Mayıs 2009
YARGININ bütün kararlarına ’kahramanca’ meydan okuyarak, ismini evinin bulunduğu Angora Sitesi’nin önünden geçen caddeye veren Seyfi Saltoğlu, bu dönem kent yönetiminin dışında bırakıldı. Ancak, yargının ’ismi bir buvara verilecek nitelikleri taşımıyor’ kararına rağmen, o caddedeki ’S. Saltoğlu Bulvarı’ tabelası hala duruyor. Son bir aydır bu caddede hummalı bir çalışma yürütülüyor. Bölge sakinleri hatırlayacaktır, Saltoğlu Bulvarı’nın ortasında belki de 5 defa çökmeler, deformasyonlar yaşandı. Çöken asfalt, her seferinde belediye tarafından onarıldı. Defalarca çöktü, defalarca onarıldı.
Geçmişte Ankara Hürriyet’e demeç veren uzman kişiler, Angora Sitesi’nin bulunduğu yönden bir toprak kayması yaşandığını açıklamışlardı.
Bugünlerde S. Saltoğlu Bulvarı’nda büyük çapta bir çalışma sürüyor. Angora Sitesi’ni toprak kaymasından kurtarmak için fore kazıklar çakıldı, dev istinat duvarları örüldü. Bulvarda derin bir hafriyat kazısı ise halen sürüyor.
Çayyolu’ndaki fısıltı gazetelerine göre, bulvarın altında bir sıcak su kaynağı var ve toprak kaymasının nedeni de bu..
Teknik konuları, teknik adamlara bırakmak en doğrusu.. Ama benim kent adına yöneltmek istediğim sorular var:
- Angora Sitesi’nin zemin etüdü kimin tarafından yapıldı? Bu etüdte toprak kaymasına ilişkin bir öngörüde bulunuldu mu?
- Büyükşehir Belediyesi S. Saltoğlu Bulvarı’nı yapmadan önce bir zemin etüdü yaptırdı mı, böyle bir etüd yapıldıysa bulvar nasıl oldu da defalarca çöktü?
- İlgili müteahhit ve firmalar hakkında herhangi bir yasal inceleme, soruşturma başlatıldı mı?
- Zeminde yaşanan sıkıntı önceden öngörülseydi, bugün büyük ihtimalle yüksek maliyetli çalışmalar yapılmasına gerek kalmayacaktı. Önceki çalışmalar ile birlikte son çalışmanın bedeli kimin tarafından, hangi gerekçe ile karşılanmaktadır?
Aslında soruları sürdürmek mümkün. Ama şimdilik en azından bu soruların cevaplarının verilmesi, bu hataların bedelinin hatayı yapanlar tarafından mı yoksa vatandaşın vergisi ile ödendiğine açıklık getirilmesi, kamu vicdanı açısından yararlı olacaktır.
Gözünü Avrupa Birliği’ne dikmiş bir Türkiye’nin Başkenti’nde, artık çöküşlerin faturasının vatandaşa kesilmemesi gerekiyor.
Bu S. Saltoğlu için de geçerli..
KENT içi trafik ne zaman kilitlense, aklıma Büyükşehir Belediyesi’nin eski Proje ve Etüd Daire Başkanı Murat Doğru geliyor. Murat Bey şehir içinde yaptığı kavşaklarla övünüp, "Ankara’nın herhangi bir noktasından diğer noktasına gitmek en fazla 15 dakika sürüyor" açıklamasını yapmıştı. Üstelik, bunu yabancı konukların katıldığı resmi bir toplantıda söylemişti.
Dün sabah kentin herhangi bir noktasından diğer bir noktasına tam 1 saat 15 dakikada ulaştım.
Trafiğin kilitlendiği kavşak ve caddelere, emeği geçenlerin isimleri verilmeli. Doğru kent hafızasının oluşması için önemli bir girişim olacaktır.
Kenti şekillendiren bürokratlar, 15 dakika ile 1 saat 15 dakika arasındaki farkı böylelikle öğrenebilir belki de..
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2009
ANKARA için tatil, genellikle neşeli bir terk edişi ifade eder. Okulların tatile girmesi, SBS, ÖSS gibi sınavların tamamlanmasıyla birlikte, Ankara boşalır. Parası olanlar deniz kenarına, olmayanlar köylerine doğru yola koyulur. Sonrasında kavurucu yaz sıcakları ve sosyal - kültürel yaşamın neredeyse sıfır noktasına yaklaştığı bir kent..
Son üç - dört yıldır, tatilin bana hatırlattığı bir şey daha var. Yaz boyunca yaprak kıpırdamayan bir Ankara’nın ardından, kent sakinleri geri dönmeye başladığında her yeri şantiye alanına dönen bir kent..
En kritik kavşaklarda yapılacak çalışmalar, tatildeki Ankara avantajı bir tarafta dururken, okulların açılma tarihi yaklaşınca başlar her nedense.. Üstelik, eskiden gece yarısından sonra yapılan bu tür çalışmaların, son dönemlerde mesai saatlerine kaydırılması da cabası..
Keşmekeş, trafik ve gürültü çilesi, aniden bastıran sonbahar yağmurları ile birlikte çamur deryaları ve çalışmaların kış aylarına uzanmasıyla kilitlenen bir kent çıkar ortaya..
’Bakın ben çalışıyorum’ mesajını, insanların gözüne sokarcasına, yeni asfalt atılan yolların başına gurur pankartları döşenir: ’Hayırlı olsun’
Zannedersiniz ki belediye başkanı, babasından kalan miras ile asfaltlıyor kentin sokaklarını, caddelerini.. Oysa hepimizin verdiği vergiler ile bu hizmetleri yerine getirmek için seçilir belediye başkanı, asli görevi budur..
Kulak burun boğaz uzmanı bir doktoru düşünün.. İşi, hastalarını tedavi etmek.. Bunun için eğitim almış, bunun için para kazanıyor, yani asli görevi budur..
Ya bir doktor da bir belediye başkanı gibi asli görevinin gereği olarak yaptıklarını, gurur pankartlarına taşısaydı..?
Belki şöyle bir manzara ile karşılaşacaktık. Sokakta dolaşan insanların üzerinde beyaz tişörtler olacaktı. Ve her birinin üzerinde ayrı ayrı yazılar:
- "Bu kişinin bademciği, Dr. xxx xxx tarafından alınmıştır. Hayırlı olsun."
- "Bu kişinin orta kulak iltihabı, Dr. xxx xxx tarafından tedavi edilmiştir. Hayırlı olsun."
Ya da öğrencilerin üzerinde rengarenk tişörtler olacaktı:
- "Bu çocuğa okumayı sınıf öğretmeni xxx xxx öğretmiştir. Hayırlı olsun."
- "Bu çocuğa Dandanakan Savaşı’nı tarih öğretmeni xxx xxx öğretmiştir. Hayırlı olsun."
Bakalım Ankara olarak nasıl bir yaz tatili geçireceğiz..
Ve ardından nasıl bir sonbahar bizi bekliyor..?
Geçmiş yıllarda olduğu gibi bu yıl da inşaatlar okulların açılmasına ramak kala başlarsa, kentliler olarak gerçekten hepimiz beyaz tişörtler giymeliyiz. Bu tişörtler de bizim gurur pankartlarımız olmalı ve üzerinde şu yazmalı:
- "Bütün yaz aklınız neredeydi..?"
Ve tişörtlerimizin üzerindeki yazının iki tarafında iki küçük resim..
Bir ağustos böceği, bir de karınca..
Yazının Devamını Oku