Levent Seğmen

Zehirli domuz gribi kokteyli

29 Ekim 2009
KENTİN üzerine ne zaman bir kabus çökse içim daralıyor, moralim bozuluyor. Ankara bugüne kadar ‘yerleşik’ kabuslar yaşadığı gibi, dönemsel kabuslar da yaşadı.. En yakın örneklerinden birisi, geçtiğimiz yıl ‘susuzluk’ yüzünden kavrulan Başkent oldu.. “Suyumuz bitti” denildi, kavrulduk.. Borular patladı, meğer suyumuz varmış.. Kızılırmak suyu bizi ölümden kurtaracak dedik, getirdik.. Bizi ölümden kurtaracak su gelince, o suya ihtiyacımız kalmadı..
Paralar..? Uçtu..
Su deposu ve bidon sektörü patladı, kentimizin yer altı su kaynaklarını pipetle hüpletir gibi vahşice çekip sömürdük.. Cadde ve sokakları çirkin su tankerleri istila etti..
HOŞGELDİN KABUS
Ve bugün..
Kentin üzerine, bu sefer de bir başka kabus çöktü.. Domuz gribi..
Önümüz kış..
Ölümcül olabilen salgın ile ilgili düşüncelere dalmışken, elim telefona gitti. Geçmiş dönemde sergilediği son derece başarılı yöneticilik profilinin yanı sıra, bir bilim insanı olarak da güvendiğim ve değer verdiğim ODTÜ’nün bir önceki rektörü Prof. Dr. Ural Akbulut’u aradım..
Merak ettiğim, Ankara’nın kirli havasının domuz gribi virüsünün yayılmasında nasıl bir rol oynayacağı idi..
Geçen yıl Çevre ve Orman İl Müdürü Haluk Özder’in “Ankara’da hava kirliliği sorunu yok. Sadece partikül oranı açısından bazı sıkıntılar yaşıyoruz” dediğini hatırlıyorum..
Ural Hoca, hava kirliliğinin domuz gribinin daha hızlı yayılmasını tetikleyebileceğini söyledi ancak, kendi uzmanlık alanı olmadığı için bilimsel bir çıkarım yapmasının doğru olmayacağını hatırlattı.
Kendisi konuşmak yerine, ODTÜ Kimya’nın bir başka değerli hocasına, Prof. Dr. Semra Tuncel’e yönlendirdi. Semra Hoca’nın beni dehşete düşüren ‘bilimsel’ açıklamalarını  aynen aktarıyorum:
ACIKLI GÜNLER
“Ankara’yı ne yazık ki acıklı bir kış mevsimi bekliyor. Bütün enfeksiyon hastalıklarında olduğu gibi grip hastalığında da kirli hava, virüsün çoğalmasının en önemli nedenlerinden birisi. Ankara’daki hava kirliliğinin üzerine  partikül oranındaki yüksek değer eklendiğinde domuz gribi virüsünün daha hızlı yayılması tetiklenecektir. Geçtiğimiz kış ayında yaptığımız araştırmada, havadaki arsenik oranının son 15 yıl boyunca görülmemiş bir noktaya tırmandığını, halk sağlığını tehdit ettiğini açıklamıştık. O araştırma kapsamında, havadaki civa değerlerini de incelemeye almıştık. Ancak, araştırmanın civa ile ilgili kısmı yeni tamamlandı. Ne yazık ki Ankara’nın havasındaki civa oranı da, aynı arsenik oranı gibi görülmemiş, korkutucu bir yükseklikte çıktı. Allah hepimizin yardımcısı olsun.”
HUKUK NE İÇİN
Prof. Dr. Semra Tuncel’in ismini hatırlayan okurlarımız olabilir. Semra Hoca, geçen yıl Ankara’nın hava kalitesi üzerine titiz bir çalışma yapmış ve arsenik oranlarındaki artışın ancak kömür kullanımındaki anormal ve kontrolsüz artıştan kaynaklanabileceğini açıklamıştı.
Bir ‘bilim insanı’ sıfatıyla yaptığı açıklama sonrasında, belediyenin kömür firması BELKO tarafından mahkemeye verilmişti.
Semra Hoca hem bir bilim insanı hem de bir insan olarak, halk sağlığı açısından büyük tehlike oluşturan bir konuda yine ‘bilimsel’ bir uyarıda bulunuyor..
Dava açılsa kaç yazar, açılmasa kaç yazar..
KÖMÜRÜN KARASI
Semra Hoca ile konuştuktan sonra, 20 yıl öncesine gitti aklım..
Bütün Ankara kazılmıştı. Sokak sokak doğalgaz boruları döşenmişti. Maltepe’deki havagazı fabrikası emekliye ayrılmıştı. Bütün apartmanların ve binaların  kömür ile çalışan kazanları doğalgaza dönüştürülmüştü. Gecekondularda yakılan kaçak kömüre karşı amansız bir mücadele başlamıştı. Belediyeler “Hanım kardeş lokali açtık” haberleri değil, “Kaçak kömür yakaladık” haberleri gönderiyorlardı gazetelere..
Kömürün karası, 20 yıl önce Ankara semalarından kazınıyordu..
Bugün hangi noktadayız..?
Belediye Ankara’da kömür ticareti yapıyor. BELKO’su var..
Hayat okulu, her zaman gerçek okulun yerini tutmuyor..
Bilim yuvası olan üniversitelere içinden yol geçirilecek rant kapıları olarak bakmak yerine, bilime ve bilim insanlarına saygı duymak gerekiyor. Üniversite ile ortaklaşa dikiş-nakış kursu düzenlemek, bilime bir katkıda bulunmuyor..
DUANIN TRENDİ
Peki şimdi ne olacak..?
Ankara’da bu kış da geçen yıl olduğu gibi berbat bir hava soluyacaksak eğer.. Zehirli domuz gribi kokteyli gibi..
Hastalık alıp başını giderse, insanlar ölürse, domuz gribi önü alınamaz bir salgın haline gelirse..
Ölen her 10 insandan kaç tanesinin katili domuz gribi olacak, kaç tanesinin katili kömür karası..?
İçişleri Bakanı Beşir Atalay, Sağlık Bakanı Recep Akdağ ile Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu ne açıklayacak.?
Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu önlem almak için bu kadar çaba gösterirken, öğrencileri kömür karasına tutunup havada uçuşan domuz gribi virüsünden kim koruyacak..?
Geçtiğimiz yıldan yağmur duasına aşinayız.. Zehirli partiküller de yağmur damlası gibi, havadaki zerre.. Demek ki bu kış mevsiminin trendi, ‘partikül duası’ olacak..
Yağmasın, öldürmesin diye..
Çünkü benim inancım o ki, belediye o kömürleri ne pahasına olursa olsun, dağıtacak..
Allah korusun, “80 bin eve kömür, 80 ölü..”
Yazının Devamını Oku

Herkesin şaşırdığı kimsenin bilmediği

22 Ekim 2009
SON günlerde Ankara sokaklarında gezerken, karşınıza çıkan yüzlerce reklam panosunu (bu panoların her biri önemli bir ticari değer ifade ediyor) görüp, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in parti kurup siyasete atıldığı gibi bir izlenime kapılabilirsiniz. Yanılmayın..
O reklam panolarında Melih Gökçek’in dev fotoğrafları ile anlatılan, Ankara’nın Avrupa Ödülü’ne layık görülmesi haberinden başka birşey değil../images/100/0x0/55eaa918f018fbb8f88e93b8
Mahalle sohbetlerinde “Melih Gökçek kendisini eleştirenlere bir kez daha gününü gösterdi” türünde nutuklar atıldığını duyar gibiyim..
Melih Bey’in yakın çevresine “Gördünüz mü..? Ankara’yı Avrupa’nın en önemli kenti yaptım. Bunların bunca yıl nasıl gazetecilik yaptığını anlamıyorum” dediğini de hissedebiliyorum.
Ankara, Avrupa Ödülü’nü aldığında ben şaşırmadım..
Gazetecinin işi şaşırmak değil, araştırmaktır..
Ben de araştırdım..
Acaba Ankara’ya bu ödülü kim, hangi kriterlere göre verdi diye..
Ödülü, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi verdi.. Büyükşehir Belediyesi’nin internet sitesindeki habere göre Konsey, bu ödülü ‘kentsel, çevresel, sosyal, kültürel ve uluslararası ilişkilerde dünyada örnek teşkil edecek çalışmalar yapan kentler ve belediyelere’ veriyor.
Ankara’nın bu başlıklar altında dünyaya örnek teşkil etmesini kim istemez ki..

İLGİNÇ VURGU

Bu bilgilere ulaştıktan sonra, Avrupa Konseyi’nin resmi internet sitelerinde hem İngilizce, hem de Almanca açıklamaları okudum. Hiçbirisinde Ankara’nın ‘kentsel, çevresel, sosyal’ alandaki başarıları üzerine uzun bir liste bulamadım..
Ödülün Ankara’ya verilme gerekçesi olarak sadece, ‘Ankara’nın 40’ın üzerinde yabancı kentle kurduğu diyalog’ ve ulusarası iyi niyet ilişkilerine yer verilmiş..
Ve sıkı durun, hem İngilizce hem Almanca duyuruda çok önemli bir detaya yer veriliyor. Yani bu ödülün perde arkasındaki gerçek kahramana..
Ankara’ya bu ödül verilirken vurgu yapılan özel neden, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin 5. Glocal Forum’a ev sahipliği yapmış olmasıydı...
Ankara Hürriyet okurları, geçmişte gazetemizde yer alan haberlerden hatırlayacaklardır..
Glocal Forum, İsrail Haber Alma Servisi MOSSAD’ın en ünlü ajanlarından olan David Kimche’nin başında bulunduğu ‘sivil’ bir İsrail ‘network’ü..
Türkiye temsilciliğini Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in çocukları yapıyor.
Ayıp ya da günah değil elbette..
Sonuçta uluslararası bir ‘hoşgörü’ girişimi..
Tuhaf olan, Avrupa Ödülü Ankara’ya verilirken Glocal Forum’a özel vurgu yapılmış olması..
Ve ardından Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi Çevre Komitesi Başkanı Alan Meale’in “Ankara Avrupa kokuyor” şeklindeki açıklaması..
Alan Meale’yi Ankara’nın neresinde gezdirdiler bilmiyorum ama, 2 yıldır kentimizin kanalizasyon kokusuna mahkum edilen bölgelerinden haberdar olduğunu sanmıyorum.
Zaten nezaket açıklamaları ve ‘Glocal Forum’ etkinliği dışında Avrupa’dan kimsenin Ankara’ya ilişkin bir şey dediği, ‘aferin’ verdiği de yok..
Avrupa kültürünün, bütün sivil toplum örgütleri ile kavga eden bir belediyeye ‘aferin’ demesinin imkanı da yok..
Şaşırmayın..
Yazının Devamını Oku

Rektör Bey de terörist mi?

15 Ekim 2009
ANKARA’da son dönemde hangi ortama girsem, kente dair konuşulanların başında trafik geliyor. Trafik uygulamaları ve özellikle de Eskişehir yolunda Beytepe Köprüsü’nün hemen yanına yerleşirilen ‘şipşakçı radarlar’ herkesin dilinde.. Trafik konusu sokakta bu kadar yoğun konuşulunca, ister istemez ‘Haber Sokağı’nda da fazlaca yer buluyor. Daha önce okurumuz Muhittin Bey’in Ankara’nın çizilemeyen yollarına ilişkin görüşlerini aktarmıştım.
Yetkili kurumlardan hala açıklama gelmedi.
Demek ki gerçekten Ankara’da bazı önemli yollara, mühendislik hataları ortaya çıkmasın diye şerit çizgisi çizilemiyor.
Yine bu köşede, Çayyolu Park Caddesi’ndeki bir takım trafik kontrollerinin amacını aşan farklı bir niteliğine bürünmesinden duyduğum endişeyi dile getirmiştim.
Yeni Emniyet Müdürümüz, geçtiğimiz günlerde trafik ile ilgili bir açıklama yaptı. Ankara’da girdiği her ortamda en çok trafik terörünün konuşulduğunu, en çok şikayetin trafik terörü konusunda yapıldığını dile getirdi.
Bu açıklama üzerine biraz kafa yorup, kendimce bazı sonuçlar çıkardım.

GÖREVİ İHMAL

Ankara’nın en büyük sıkıntılarından birisi trafik terörü ise ortada binlerce trafik teröristi var demektir. Bir başka bakış açısı ile Başkent’in yolları trafik teröristlerince teslim alınmıştır. O halde bir önceki Emniyet Müdürümüzün bu konuda görevini ihmal etmiş olduğu öne sürülebilir. Ya da başarı sağlayamamış olduğu..
Bu durumda, yeni emniyet müdürünün ‘görevi ihmal’ konusunda resmi olarak üst makamları bilgilendirmesi gerekmez mi..?
Başkent sokaklarını bu trafik teröristlerine kim teslim etti..?

100 BİNDE SIFIR

Ankara’daki en radikal ve ilk uygulama Eskişehir Yolu’na yerleştirilen ‘şipşak radarlar’ olduğuna göre, trafik teröristlerinin en fazla ortaya çıktığı alan burası olsa gerek..
Yeni Emniyet Müdürümüz, bu yolda hız sınırını saatte 50 kilometreye indirdi. Her yere bunu belirten trafik levhaları koydurdu. Ancak bu yolda araçlar, sadece radarın bulunduğu 100 metrelik bölümde hızlarını düşürüyorlar. Yolun, bunun dışında kalan 30 kilometrelik bölümünde kimsenin saatte 50 kilometre süratle gittiği yok.
Buna da farklı bir açıdan bakarsak..
Eğer Eskişehir Yolu’ndan günde 100 bin araç geçiyorsa, bu araçların hepsi de yolun 100 metrelik bölümü dışında hızlı giderek trafik suçu işliyor. Her gün işlenen 100 bin trafik suçundan hiçbirisi polis tarafından tespit edilemiyor. Demek ki polisin bu bölgede suçla mücadelede başarı oranı 100 bin de sıfırdır..

GERÇEKÇİ DEĞİL

Ve bir önemli nokta daha..
Genel olarak karayollarında hız sınırını belirleyen birçok faktör var.
Bu faktörler düşünüldüğünde..
Eskişehir Yolu dört şeritli bir yol..
Hiçbir viraj bulunmuyor.
Yerleşim yeri yok.
Ankara’da yaya trafiğinin belki de en az olduğu yol.. Mevcut yaya trafiği için de üst geçitler bulunuyor..
Çevresinde tarım ve hayvancılık faaliyetleri yapılmıyor.
Kişisel görüşüm, o yolda hızın saatte 50 kilometre ile sınırlandırılmasını gerektiren bir neden yok.
Elbette sınırlama olmasın demiyorum ancak, saatte 50 kilometrelik sınır da gerçekçi değil.

REKTÖR BEY

Hafta başında Eskişehir Yolu’nda giderken, tam şipşak radarların altında bir üniversite rektörünün makam otomobili yanımdan yaklaşık 120 kilometre hızla geçti.
Ben 50 kilotmetre hız kuralına uyarken, yasalar rektör beyin resmi otomobiline sınırsız hız yapma hakkı tanıyor mu..?
Yoksa rektör bey de bir trafik teröristi mi..?
Rektör Bey’in otomobili tam gaz yanımdan geçtikten sonra, ileride bir resmi polis arabası ile karşılaştım. Plaka koduna göre Trafik Şube Müdür yardımcılardan birisinin makam otomobili olmalı..
Ve emin olun, o bile saatte 50 kilometre hız sınırına uyamadı.
Polis şefinin uyamadığı kurala vatandaşın uymasını beklemek ne kadar gerçekçi, gerçekçi olmayan kurala dayanıp ceza yağdırmak ne kadar vicdani..?

GERÇEK TERÖRİST

Aynı günün akşamında, Alacaatlı tarafında kırmızı ışıkta beklerken dikiz aynasında son süratle gelen pahalı bir cip gördüm.
Plakası bende saklı..
Ön pancurunun altına gizlenmiş polis ikaz lambaları yanıyor, acı acı polis sireni çalıyordu.
Zannedersiniz ki içinde Başbakan bayıldı ve kilitlenen kapıları bir türlü açılmıyor.
Trafiği altüst edip ortalığı birbirine kattı, geçti gitti. O kavşakta bir trafik polisi olsaydı, eminim otomobile selam çakar, yol açmak için cansiperane çırpınırdı.
Yazın 40 derece sıcakta, kışın eksi 20 derece soğukta görev yapan her trafik polisinin gösterdiği fedakarlıkla..
Şahit olduğum manzaranın ardından bilgisayarın başına geçtiğimde, emniyet müdürlüğünün internet sitesinden plaka sorgulaması yaptım. Araç bir özel bankadan kullanılan taşıt kredisi ile alınmıştı.
Üstelik üzerinde bir vergi dairesi tarafından konulmuş haciz kararı vardı.
Devletin Başbakan, Bakan, Müsteşar düzeyindeki bürokratlarına banka kredisi ile araç alınıp da, devletin vergi dairesi tarafından bu araçlara haciz konulabiliyor mu, bilmiyorum..
Sanmıyorum..
O halde kimdi bu trafik teröristi..?
Polis lambası takıp, polis sireni çalacak gücü nereden alıyordu..?

TANI- TEŞHİS - TEDAVİ

Ankara’nın huzurlu bir kent olmasını, sorunsuz bir trafiğe kavuşmasını ben de çok isterim.. Gazeteci olarak buna katkıda bulunmak, zaten asli görevlerimden bir tanesi..
Ancak benim edindiğim izlenim, yeni Emniyet Müdürümüzün biraz aceleci davrandığı yolunda..
Hani doktorların izlediği bilimsel bir sıra vardır..
Tanı, teşhis ve tedavi..
Tanıyı ve teşhisi çok sağlam temellere oturtmadan tedavi yöntemine karar verirseniz, hata yapma riskiniz artar..
Aynı Youtube sitesine getirilen yasakta olduğu gibi..
Sonra çıkar Başbakanınız, “Ben giriyorum, siz de girin” der..
Müdür yardımcınız hız kuralına uymaz, “Ben uymuyorum, siz de uymayın” der..
İçinden çıkamazsınız..
Yazının Devamını Oku

Park Caddesi’ni dikkatle izlemek

8 Ekim 2009
ANKARA 40 yıldır benim kentim.. Doğduğum Altındağ..
Büyüdüğüm Cebeci..
Ekmeğimi kazandığım Çankaya..
Kokorecine bayıldığım Ulus..
Bir zamanlar uçsuz bucaksız, el değmemiş çayırlarında top koşturduğum Keçiören..
Müzik yapmak için bir dönem her gün gittiğim Yenimahalle..
Erbaş ziyareti için yolunu tuttuğum Mamak..
Aslına bakarsanız, Ankara’nın her köşesi, her sokağı..
Gün be gün bu kentin her metrekaresinde yaşanan gelişimi, değişimi izledim..
Hem bir kentli, hem bir gazeteci olarak..
‘Kırmızı çizgiler’i, boyaları kurumadan gördüm..
Yönetenlerin icraatlarına bakınca, çok beğendiklerim oldu..
Hiç beğenmediklerim de..
Sonuçta insanız hepimiz, hata yapmak mayamızda var..
Yanlışı beğenmiş, doğruyu sevmemiş olmak da mümkün..
Bu kentte şimdiye kadar gördüğüm her ‘farklılık’, ya bir gelişim oldu, ya bir değişim..
Ankara’da 1 Ağustos 2009’dan beri ilk defa adını koyamadığım bir ‘farklılık’ dikkatimi çekiyor.
Jandarma sorumluluğundan alınıp, polis sorumluluğuna verilen Çayyolu’nda..
Başkent’in en nezih restaurant’larının bulunduğu Park Caddesi’nde bir süredir hangi işletmeci ile konuşsam, alabildiğine gergin..
Çünkü onlar da bir isim koyamıyorlar 1 Ağustos 2009’dan sonra şahit olduklarına..
Ne gelişim demek mümkün, ne de değişim demek..
Bizzat şahit olduklarımın yanı sıra, inanıp güvenerek dinlediğim onlarca olay da var Park Caddesi’nde..
Gelişime karşı çıkmak kadar yanlış bir tavır olabilir mi..?
Doğru yer ve zamanda gerçekleştiği takdirde, bir noktaya kadar değişimi de kabul edebilir insan..
Ama iş, Ankara’da gelişimini belki de en çok tamamlamış bir bölgeyi, istemediği bir değişime zorlamak haline gelirse, buna isim koymada herkesin zorlanacağına inanıyorum..
Benim bugüne kadar Türkiye’nin hiçbir yerinde görmediğim, duymadığım bir uygulama..
Koskoca caddenin bir başına polis çekicileri ile barikat kurup, kalan tek çıkış olan öbür başında ‘dozu yüksek’ polis çevirmesi yapmak..
Hangi kanun, hangi kuruma dilediği gibi barikat kurup cadde kapatma yetkisi veriyor, merak ediyorum..
Bakan emri mi, savcı talimatı mı..?
Yoksa Ankara Valisi’nin kişisel hobisi mi..?
Zannedersiniz ki, polis Güneydoğu’nun dağlarında terörist avında..
Ve bir hatırlatma..
2000’li yıllarda artık fare bile, dededen kalma tahta kapanla avlanmıyor..
AKP’nin yüzde 2 oy alabildiği Çayyolu’nda yaşayanları ‘fare’ olarak görenler varsa, o başka..
İşte bu ve bunun gibi sayısız nedenden ötürü, Park Caddesi’ne dikkat..
Orada bir şeyler oluyor..
Yazının Devamını Oku

Verba volant scripta manent

1 Ekim 2009
ANKARA Hürriyet ilk günden bu yana, daha iyi bir kent yaşamı için getirdiği eleştiri ve öneriler nedeniyle defalarca sert tepkilerle, iftiralarla hatta hakaretlerle karşı karşıya kaldı. Gariptir ki, o sert tepki vermeyi, iftira atmayı ve hakaret etmeyi kendilerine ‘stil’ haline getiren yöneticiler, devlet adamı sorumluluğu ile açıklama yapmaları gereken konularda susmayı tercih ettiler.
Bu bile başlı başına Ankara Hürriyet’in eleştiri ve tespitlerindeki doğruluk payının ne kadar yüksek olduğunu gösteriyor.
Bu köşede de, bugüne kadar birçok eleştiri, tespit ve haber konusu yer aldı. İlgili kent yöneticileri, bunlar içinde büyük çoğunluğuna sessiz kalmayı tercih ettiler.
Bir - iki örnek vermek gerekirse..
Geçtiğimiz yaz mevsiminin başında, Büyükşehir Belediyesi’nin Ankara’nın boş olduğu bu dönemde altyapı çalışmalarını hızla tamamlamak yerine, okulların açıldığı tarihi beklemeyi ve kalabalıklaşan kentte yaşamı felç etmeyi alışkanlık haline getirdiğini yazmıştım..
Ne yazık ki anlaşılamamış..
Tunalı Hilmi Caddesi’nin ne halde olduğunu, dün Ankara Hürriyet’te yer alan haberde gördünüz.
Bir başka konu Ankara trafiği ve bir okuyucumuzun gönderdiği elektronik posta ile dikkat çektiği küçük ama önemli bir detaydı.
Okuyucumuz, Ankara’da bir kaç tanesi dışında çok sayıda bulvar ve caddeye şerit çizgisi çekilmediğini, yollardaki mühendislik hatalarının buna imkan vermediğini iddia ediyordu.
Yine kimse sesini çıkarmadı..
Bu köşede dile getirilen bir başka iddia, daha yakın bir zamanda ASKİ ile ilgiliydi. ASKİ yöneticilerinin, hukuki bir kararı uygulamayı dört yıl boyunca unutmaları nedeniyle kurumun uğradığı milyonlarca lira zarardan bahsettim.
Bu konuda da çıt çıkmadı..
Yöneticilerin üzerinde konuşmamayı tercih ettiği bir başka Ankara ayıbı, Gökkuşağı Projesi..
Eskişehir yolunda yıllardır mekruh duran çirkin demir yığınına ne demeli..?
Örnekleri çoğaltmak mümkün..
İşin üzücü yanı, ilgili kişi ve kurumlardan sorumlu üst devlet kurumları da susmayı tercih etti.
İçişleri Bakanlığı..
Maliye Bakanlığı..
Sayıştaş..
Yargı..
Bizler yine de gazeteci olarak görevimizi yapmaya devam ediyoruz.
Edeceğiz de..
Çok sevdiğim latince bir deyişin titreşimine güvenerek..
“Verba volant, scripta manent”
Yani..
Söz uçar, yazı kalır..
Yazının Devamını Oku

Akılları takmaya programlananlar

24 Eylül 2009
GEÇTİĞİMİZ hafta Haber Sokağı’nda Gençlik Parkı’nın ‘yeni haliyle’ açılışından bahsetmiş ve bazı endişelerimi dile getirmiştim. Alınanlar olmuş. Öncelikle parkın mimarı Öner Tokcan sitem dolu bir elektronik posta göndermiş. Öner Bey, Aydınlıkevler’de bulunan Altınpark’ın da mimarı.. Ki bana göre 15 yıllık Melih Gökçek yönetiminin Ankara’da yaptığı ‘iki’ doğrudan birisidir Altınpark..
Büyükşehir Belediyesi’nin kenti yönetme üslubuna getirdiğim eleştiriyi Öner Bey gibi sanatçıların, çalışanların hatta belediye bünyesinde düzgün duruşları ile doğru işler yapan üst düzey bürokratların üzerlerine alınmasına hiç gerek yok.
Benim eleştirimin odağı belli idi.
Atatürk o parkın bulunduğu arazinin, akşam sofrasına davet ettiği bir hayırseverin şerefine kaldırdığı bir kadeh rakı ile bağışlanmasını sağlamış  ve Türk gençliğine armağan etmişti.
Bundan sonra o parkta, hiçbir nedenle tek bir kadeh bile şerefe kalkmayacaktı.
Mübarek Ramazan ayında yazmaktan hiç hoşlanmamama rağmen, bu düşüncemi aydın Ankaralılar’la paylaşmak zorunda hissettim kendimi..
Gerçek niyetini gizlemek için hiç kimsenin çiçeğin böceğin arkasına saklanmasına da gerek yok..
Yüce dinimizin siyasete alet edilme alışkanlığı, son dönemde yerel yönetimler düzeyine indirgendi.
‘Mahalle baskısı’, sosyolojik bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Ve bu baskıyı merkezi otorite değil, yerel dinamikler besliyor. İslamı siyasallaştıran çevrelerin deyimi ile geçen haftaki yazımdan hoşlanmayan bir ‘hanım kardeş’ de elektronik posta gönderip beni kıyasiya eleştirmiş. Eleştirilerinin odağında, “Aklınızı bir kadeh rakıya takmışsınız” cümlesi yer alıyor.
Hanım kardeşin tespiti doğru, ancak durup baktığı pencere yanlış..
Bir kadeh rakıya ben değil, islam zemininde siyaset yapmaya gayret eden zihniyet kafayı takmış durumda..
Zaten sorunun kaynağı da bu..
Benim çocukluğumun Ankarasında, böyle ‘sinsi ve programlı’ takıntılar yoktu.
Kimse aklını kimsenin bir kadeh rakısına takmazdı.
Kimse aklını plastik bebeklerin erotizmine takmazdı.
Kimse aklını çocuk denilecek yaşta kızların bacak aralarına takmazdı.
Kimse aklını haremlik-selamlık uygulamalara takmazdı.
Kimse aklını genç kızların etek boylarına takmazdı.
Kimsenin aklına toplu taşım araçlarında erkeklerle kadınları ayrı ayrı taşımak gelmezdi.
Kimsenin aklına heykellere tükürmek gelmezdi.
Kimsenin aklına reklam billboard’larındaki mankenlerin bacaklarını siyaha boyamak gelmezdi.
Kimsenin aklına otelde aydın yakmak gelmezdi.
Kimsenin aklına saçmasapan sokak anketleri yapmak gelmezdi.
Bana ‘bir kadeh rakıya takmışsın’ diyenleri tebessüm ile izliyorum.
Kimin neye taktığı ve Ankarayı ne hale getirdiği o kadar açık ki..
Yöneticisiyle, mimarıyla, hanım kardeşiyle, kentlisiyle herkesin takkesini önüne koyup düşünmesi gerekiyor.
İçi boş tepkiler vermekten daha yararlı olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Gençlik Parkı’nın bedeli sadece bir kadeh rakıydı

17 Eylül 2009
BÜYÜKŞEHİR Belediyesi, yıllar önce söz verip de açmayı bir türlü beceremediği Gençlik Parkı’nı nihayet açtı. Parkın yeni halini henüz gidip görmedim. Belki de, içimin burulmasından korktuğum için ayaklarım gitmedi. Park ile ilgili açıklama ve yorumları, dışarıdan izledim.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açılış töreninde, “Nasıl Londra’da Hyde Park, Newyork’ta Central Park varsa Ankara’da da Gençlik Parkı var. Hyde Park Londra’nın, Central Park New York’un, Gençlik Parkı da Ankara’nın simgesi haline gelmiş” şeklindeki sözlerini okudum./images/100/0x0/55eb5d56f018fbb8f8bc5e2e
Sonra Belediye Başkanı Melih Gökçek’in söyledikleri..
Parkın yapımına Atatürk’ün talimatı ile 1933 yılında başlandığını hatırlatan Gökçek, parkı öve öve bitirememiş.
Başbakan ile Başkan’ın sözlerini alt alta koyduğunuzda, Gençlik Parkı’nın Hyde Park’ı da, Central Park’ı da sollayan bir dünya mirası olduğu izlenime kapılıyorsunuz.
Devletin en tepesinin Gençlik Parkı ile ilgili bu değerlendirmelerini okuduğumda, aklıma takılan iki şey oldu..
Birincisi, manevi ve milli değeri bu kadar yüksek olan parkın yeniden yapılandırılması için ön hazırlık çalışmaları nasıl yürütüldü..?
Örneğin uluslararası bir proje yarışması açıldı mı..?
Parkın mimarı, Mimar Kemalettin gibi ismi tarihe altın harflerle yazılacak özel bir insan mıdır..?
Mesleki kariyerinde dünya çapında hangi başarılar vardır..?
Okurlarımızın da kafasına takılan sorular olmuş, elektronik posta ile göndermişler..
Gülen Hanım, dört soru yöneltmiş:
1- Işıklı Atatürk panosu nerede?
2- Havuzun heykelleri nerede?
3- Ağaçlar neden korunmamış, hepsi yaralanıp, kahverengi boya ile boyanmış?
4- Havuz etrafındaki ahşap kamelyalar ve sarmaşıklar nerede?
Diğer bir okurumuz Nuran Hanım ise, Gülen Hanım gibi parkın heykellerini sormuş ve bu yazıda gördüğünüz fotoğrafı göndermiş.
Benim aklıma takılan ikinci şeye gelince..
Uzun bir süre önce Atatürk üzerine araştırmalar yapan ve ismi bu alanda ün salmış dört profesörle özel sohbetimiz sırasında, söz Gençlik Parkı’ndan açılmıştı.
Onların aktardığına göre, Atatürk Gençlik Parkı’nın yapılmasına karar verdiğinde, o arazinin kime ait olduğunu sormuş. Arazinin önemli bir bölümünün bir kişiye ait olduğunu öğrenince, akşam vakti sofrasına davet edilmesini emretmiş.
Atatürk sofrasında, arazi sahibine Gençlik Parkı’na dair düşüncelerini anlatmış ve aniden elindeki kadehi kaldırarak şunları söylemiş:
“Kadehimi, gençlik için yapılacak bu parkın arazisini bağışlamanızın şerefine kaldırıyorum” Atatürk’ün, şerefe kalkan bir kadeh rakı ile yeni Cumhuriyet’e armağan ettiği parkta, bundan böyle tek bir kadeh bile kalkmayacak.
Başbakan Erdoğan’ın konuşmasında, Ankara’nın en önemli simgesi olduğunu vurguladığı Gençlik Parkı artık neyi simgeleyecek bilmiyorum ama, Atatürk’ün Ankarası’nı simgelemeyeceğini düşünüyorum.
Gitsem de içim acıyacak, gitmesem de..
Yazının Devamını Oku

Bu da ASKİ’nin kayıp milyonları

10 Eylül 2009
ARADAN geçen 10 yılı aşkın süreye rağmen, Refah Partisi’nin kayıp trilyonları davası yeni gelişmelerle birlikte hala Türkiye gündemini meşgul ediyor. Artık ‘kayıp trilyon’ denildiğinde akla sadece bu dava geliyor.

Oysa bugüne kadar kimsenin farkında olmadığı başka kayıp trilyonlar, bugünkü para birimi ile ‘milyonlar’ var. Üstelik bu paranın kaybolduğu yer ASKİ’nin kasası.. Kayıp, Refah Partisi ile ilgili davadakinden nitelik olarak çok farklı olsa da, sonuçta devletin kasasına girmeyen trilyonları ‘kayıp’ kabul etmek yanlış olmayacaktır.
ASKİ’nin kasasından kaybolan trilyonların öyküsüne gelince..
Turistik İşletme Belgesi’ne sahip otel ve işletmeler, 2634 sayılı Turizm Teşvik Yasası gereğince, kullandıkları suyun bedelini bulundukları ilin en düşük tarifesi üzerinden ödüyorlardı. Ancak 2002 yılında Bülent Ecevit başkanlığındaki hükümet, bir Bakanlar Kurulu kararı çıkartarak tasarruf tedbirleri gereği hiçbir kişi ve kuruma imtiyazlı tarifelendirme yapılamayacağını karar altına aldı.
2002 yılındaki Bakanlar Kurulu kararını atlayarak uygulamayan Büyükşehir Belediyesi ASKİ Genel Müdürlüğü, Ankara’da bulunan turistik işletmelerden 2006 yılına kadar 30 metreküp ve üzeri su harcayan konut abonelerine uyguladığı tarife ile ücretlendirme yaptı.
Söz konusu Bakanlar Kurulu kararından tam dört yıl sonra, 2006 yılının ortasında durumu fark eden ASKİ Genel Müdürlüğü, turistik işletmelere Bakanlar Kurulu kararını da hatırlatarak bundan sonra işyerleri için uygulanan ve en yüksek fiyat olan tarife üzerinden ücretlendirme yapacağını bildirdi. Bildirimle birlikte, doğru faturalandırma 4 yıl sonra gerçekleştirilmiş oldu.
ASKİ’nin ‘bürokratik unutkanlığı’ nedeniyle, toplamda bir yıllık geceleme sayısı 2 milyonu geçen Ankara otellerinden, 2002 yılından 2006 yılına kadar olan dört yıllık sürede metreküp başına yaklaşık 1 TL az ücret alınmış oldu.
Otellerin yine yıllık bazda toplam 700 bin tona yakın su tüketimi göz önüne alındığında, ASKİ’nin otellerden tahsil etmediği ve Hazine zararı olarak ortaya çıkan toplam para 3 milyon TL’yi geçiyor. Yasal faiz ve enflasyon farkı gibi unsurlar da göz önüne alınırsa, rakam daha da artıyor.

Yazının Devamını Oku