14 Nisan 2002
<B>TRİBÜNLERDE </B>yakılan maytapların yarattığı sülfür kokusuyla başlayan maç, alınan 3 puanın ardından dünyanın en güzel kokularıyla sona erdi G.Saray için. Ligin bitimine 3 hafta kalmışken iyi futbol, kötü futbol aranmıyor malumunuz. Ama kardeşim, bu kadar da sıkıcı bir top mu oynanır? Maçın hemen başında golü bulmuşsun, arkadan hem de rakibini 9 kişi bırakarak 2-0'ı yakalamışsın, oyna be güzel kardeşim.
G.Saray'da dünün yıldızı ilk yarıda Ümit Karan'dı. Defansı dağıttı, çok iyi sarktı, bir pozisyonda da penaltı yaptırdı. İyi oynadığını söyleyebileceğim ikinci isim kesinlikle Victoria idi. Mutfak robotu gibi çalıştı çocuk. Top aldı, topu verdi. Hücum kesti, hücuma katıldı. Yani yapması gereken her şeyi ve belki de fazlasını başarıyla yaptı.
ÜMİT'TEN NE İSTEDİN?
Dünün bir diğer yıldızı da G.Saray Teknik Direktörü Lucescu idi. Yani nerede görülmüş bilemiyorum, ikinci yarının başında üç oyuncu birden değiştirmek. Hadi Fleurquin'in sarı kart cezalısı durumuna düşme ihtimali var, alıyorsun oyundan. Ümit'ten ne istiyorsun? Üç oyuncu birden değiştiriyorsun. Yani ikinci yarı hiç sakatlık yaşamayacağından eminsin. Hasan'a ne oldu o zaman? Anlaşılacak bir hareket değil. Lucescu'nun muhakkak yine vardır bir açıklaması.
Bir de kırmızı kartlara değinmek gerekiyor. İlk kırmızı kart biraz ağırdı galiba. Fakat tekrar seyretmek lazım. İkinci kırmızı kart ise dünyanın her yerinde kırmızı karttır.
Ligde son düdük çalmadan kimse ‘‘şampiyonum’’ diye afra tafra yapamaz. Fakat görünen o ki, G.Saray, bu unvana diğer takımlardan çok daha yakın. Bekleyeceğiz ve göreceğiz.
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2002
Çocuk Latif'i Orhan Pamuk sanmış. Tabii bütün gece Orhan diye hitap ettim Latif'e. O da bayağı bir havaya girdi, ‘‘Yeni romanım üzerinde çalışıyorum. Adı 'Latif Bey ve Oğulları' olacak’’ gibi cümleler kurmaya başladı. TOPESTO bu ara çok başarılı bir sinir yıpratma operasyonu yürütüyor bana karşı. Ondan gelen elektronik postaları açarken gözlerimi kısıyorum filan.
Ne kadar ‘‘sevimli’’ ve ‘‘sevgi insanı’’ hikayesi bulursa yolluyor.
Hani o tuhaf adlı filozofların hikayeleri filan dolaşıyor ya, işte onları yolluyor.
Yok efendim, kızılderili şefi Coyote Hüsnü doğa ile ilgili ne demiş, yok Hintli filozof Rabuşubu'ya göre hayatın manası neymiş... Tamamı tıraş bu kadar elektronik postayı nereden buluyor, herhangi bir fikrim yok.
Tamam, ‘‘Bu mesajı 40 kişiye yollamazsan, bir daha asla dilini burnuna değdiremeyeceksin’’ gibilerden bir hikaye yolladım ona. Ama bunun cezası bu kadar ağır olmamalıydı.
Sevgi insanı muamelesi görmek hakikaten sinir bozucu. Ne kadar ‘‘kız mail’’i varsa buluyor ve bir şekilde yolluyor. Şirin olduğu düşünülerek yollanan o sevimli hayvancık fotoğrafları rüyalarıma girmeye başladı.
Buradan barış çağrısı yapıyorum. Bak birader! Sen bu uygulamayı kesersen, malum PPS'lerin sayısını ikiye katlarım. Kapiş?..
*
Sevimli elektronik posta krizi sırasında, yüreğimizi ferahlatan tek hadise Latif'le gittiğimiz Erkin Koray konseri oldu.
Erkin Baba'yı son 13 yıldır, İstanbul'da nerede çaldıysa dinleriz zaten. Köprüaltı'nda kızı Damla'yla oturduğu masanın yanındaki masayı kapabilmek için insanlara şiddet uygulamışlığımız bile var.
Hatta bir keresinde Taksim Sanat Evi'nde çalarken, biraz fazla gaza gelip iki arkadaş Erkin Baba'nın üstüne gül dökmüştük.
Utanç verici ama doğrudur bu hadise. Allahtan Erkin Baba halden anladı. Başka zaman olsa, çakabilirdi de bir tane ve çaktığı elini üç kez öpüp alnıma koyardım.
Her neyse, Erkin Baba'yı en son Jazz Stop'ta dinlemiştik. Bu kez adres Babylon'du.
Latif'le sekiz kere konuşmamıza rağmen, sözleştiğimiz yerde buluşamamayı başardık yine. Hep böyle oluyor ama çözemiyoruz bu durumu. Fazla aldırdığımız da söylenez.
Ben Latif'ten (Hep Orhan demek istiyorum ya. Nedenini biraz sonra söyleyeceğim bunun) 15 dakika önce filan gittim Babylon'a.
Üst kata tırmandım, faça bir lokasyon ayarladım. Latif de geldi. Bu gelir gelmez, önümüzde duran genç çocuk heyecan yaptı.
Ben dedim ki, ‘‘Hah usta, tanıdı seni çocuk. Press Bey'in hayranı galiba...’’
Çocuk bütün medeni cesaretini toplayıp Latif'in yanına geldi ve birşeyler söyledi. Ben sahneye odaklandığım için ilgilenmiyorum.
Latif omzuma vurdu ve ‘‘Çocuk ne dedi biliyor musun?’’ dedi.
Tahminimi yaptım, tutturamadım. Genç arkadaş, herhalde karanlığın da etkisiyle yanılmış ve Latif'e şöyle demiş: ‘‘Merhaba. Kar'ı yeni bitirdim. Çok güzel olmuş. Elinize sağlık!’’
Yani çocuk Latif'i Orhan Pamuk sanmış. Tabii bütün gece Orhan diye hitap ettim Latif'e. O da bayağı bir havaya girdi, ‘‘Yeni romanım üzerinde çalışıyorum. Adı 'Latif Bey ve Oğulları' olacak’’ gibi cümleler kurmaya başladı.
*
Biz bu mevzunun suyunu çıkarırken Erkin Baba sahne aldı. Aaaa! Ekip yapmış. Bir bas gitarist, bir de gitarist yapmış kendine. Davulcuyu da şu sıralar bayağı bir yoruyormuş. Yetişince Erkin Koray Rock Band olarak çıkacak, ne güzel.
Erkin Baba o muhteşem giriş konuşmalarından birini daha yaptı. Kitleyi zaten 30'uncu saniyede filan ensesinden yakalar.
Babylon'daki kitle, Bilsak 5'inci Kat'taki, Nişantaşı'nda Erkin Baba programı bitirdikten sonra Kibariye'nin çıktığı mekandaki gibi değildi.
Daha amatör seviyede Erkin Baba hayranlarının sayısı çoktu. Bunu da nereden anlıyoruz?
‘‘Esterabim’’in nakaratı veya ‘‘Fesupanallah’’ dışında şarkı sözlerine girmiyorlar mesela.
Latif'le ben Erkin Baba bıraksa çıkıp söyleyecek ve o güzelim şarkıları tanınmaz hale getirecek kadar çakıyoruz bu lisandan oysa.
Bizden habersiz bir Erkin Koray hadisesi olmasına mümkün mertebe izin vermemişiz çünkü.
Yalnız bir şey dikkatimi çekti Babylon'daki konserde. Erkin Baba, ‘‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’’yi filan daha geç söylerdi. Hatta söyleyene kadar her şarkı bitişinde biz bağırmaya başlardık.
Bu kez erkenden söyledi. İyi mi oldu, kötü mü anlayamadım.
Bir de, grup kurmak Erkin Baba'ya çok iyi gelmiş. Benim seyrettiklerim arasında sayılı performanslarından biriydi. Neşesi de gayet yerindeydi. Mutlu olduk.
Bu Babylon hadisesi devam edecek anladığım kadarıyla. Gayet iyi bir hareket olmuş, kalpten kutlarım.
Ben susayım Erkin Baba konuşsun:
‘‘Ooof, aşk yüzünden, arap saçına döndüm.
Çöz beni arap saçı. Çivi çiviyi söker. Budur bunun ilacı...’’
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2002
KIRMIZI bir portatif pikap ve 45'likler... Müzikle ilk temasım evimizdeki bu küçük pikap sayesinde gerçekleşmişti.<br> Benim o yaşlarda müzikle bir alakam olması pek mümkün değildi. Asıl istediğim, pikabın plak yerleştirilen bölümünü parmağım vasıtasıyla defalarca döndürmekti.
O zamanlar, pikapta devir problemi oluşacağından haberim yok tabii ki! İnsan çocukken hakikaten manasız şeyler yapıyor...
* * *
İşte efendim, o pikap sayesinde tanıdım Beyaz Kelebekler'i, Şenay'ı, Esmeray'ı, Tony Cucchiara'yı, Seyyal Taner'i, Neşe Karaböcek'i, Gönül Akkor'u, Semiramis Pekkan'ı, Salim Dündar'ı, Erol Büyükburç'u, Cici Kızlar'ı, Ayla Dikmen'i...
Şimdi düşündüğümde 1970'lerde başka türlü bir müzik yapılamazdı herhalde diyorum. O döneme o kadar uygundu ki şarkılar...
Sonra başka zamanlar, başka şarkılar, başka insanlar geldi doğal olarak. Benim Türkçe sözlü müzikle alakam deniz seviyesine indi zaman içinde.
Bir tek Erkin Koray'ı asla çıkarmadım hayatımdan, ama onunla ilgili yarın yazacağım. Yeri ayrıdır kalbimizde ve bu alemde.
* * *
Durup dururken Türkçe müzik nostaljisi yapacak halim yok. Hem bu mevzunun teorisyeni Naim Dilmener dururken, edebiyat parçalamamız yakışık almaz.
Fakat bir Teks operasyonu için uğradığım Simurg'da rastladığım ‘‘Hatıralar Hayal Oldu’’yu sizinle paylaşmamak da yanlış olur.
Nedir ‘‘Hatıralar Hayal Oldu’’ diyeceksiniz. Bu bir kitap. Kaya Erel adında hayırsever bir insan, 30 yılın gazete ve dergilerini tarayıp, 1961-1991 arasında yapılmış Türk Pop Müziği şarkılarının sözlerini bir araya getirmiş.
Son derece faydalı ve son derece eğlenceli bir çalışma.
* * *
Kitabı karıştırırken laf olsun torba dolsun diye değil, hakikaten zaman tüneli tribi yaşıyorsunuz.
Baştan sona sayfa sayfa okumak gerekmiyor zaten. Hatta gazetede hemen şarkı tutma oyunu oynadık. Sayfa numarası söylüyorsun ve ‘‘147'deki ikinci şarkı’’ diyerek koordinat belirliyorsun. O şarkı senin oluyor.
Mesela sizin için seçeyim bir tane şimdi: ‘‘38'inci sayfa, ikinci şarkı...’’
Süper! Los Machucambos'un ‘‘El Camaleon’’unu, Sezen Cumhur Önal, Berkant için uyarlamış: ‘‘Gel Güzelim Yavrum’’...
Sözler şöyle: ‘‘Gel güzelim yavrum/ Gel sevgilim/ Son defa Moda'da gel dans edelim. Gel güzelim yavrum/ Gel sevgilim/ Son defa mehtabı gel seyredelim. Sonra git istersen/ Ve unut aşkımı/ Elleri seversen dinleme şarkımı. Her gülün dikeni/ Aşkın yalanı var/ Bu masal da inan/ Seninle başlar...’’
Bu arada kitap sayesinde, Türk Pop Müziği'nin uğradığı değişimi de net bir şekilde görebiliyorsunuz.
Hangi yıllar kimlerin parladığını, kimlerin kalıcı, kimlerin gidici olduğunu, hangi yıllarda hangi tür şarkıların tutuğunu filan gözlemleyebiliyorsunuz.
Her eve lazım derim başka bir şey demem size.
* * *
Son bir şarkı daha seçeyim de size, eliniz boş gitmeyin.
Hababam Sınıfı'nın aziz hatırası önünde eğilerek Güzin ile Baha'dan geliyor şarkımız: Ateş Böceğim... Bak yine Adile Naşit geldi gözümün önüne!
‘‘Aşk bahçemi süsleyen/ İnci çiçeğim misin.
Gecemi aydınlatan/ Ateş böceğim misin.
Gençlik başımda duman/ İlk aşkım ilk heyecan.
Kovaladıkça kaçan/ Ateş böceğim misin
Bahar dalında yaprak/ Yıldızdan daha parlak
Gözyaşımdan yuvarlak/ Ateş böceğim misin
Doğmayan güneşimsin/ Rüyalarda eşimsin
Sevgilim söyler misin/ Ateş böceğim misin..’’
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2002
<B>DÜN </B>gece Galatasaray, ilklerle dolu bir maç oynadı. Diyeceksiniz ki, <B>‘‘Neredeyse lig bitecek, ne ilkinden bahsediyorsun?’’</B> Hemen söyleyelim... En kötü oynadığı maçta bile bir şekilde pozisyon bulan Galatasaray ilk 45 dakikayı sıfır pozisyonla tamamladı. Mesela bu bir ilk. Galatasaray taraftarı deplasman maçlarına geçen senelere göre pek ilgi göstermiyordu, ama Samsun maçında muhteşem bir taraftar desteği vardı.
Bu sene için bu da bir ilk sayılır. Bir de Rize maçını saymazsak, Galatasaray ilk defa (maçın ikinci yarısında) deplasmanda iyi futbol oynadı. Üç puanı alamasaydı, hakikaten yazık olacaktı. Lucescu, Trabzon'daki onbiri tercih etti. Naçizane görüşümüz, Berkant'la başlasaydı, maçı ilk yarı çözebilirdi. Her neyse, bu onun bileceği bir iş. Samsun'da alınan üç puan Galatasaray açısından inanılmaz derecede önemliydi.
Buradan puansız veya tek puanla dönülse işi yokuşa sürmüş olacaktı. Radu Niculescu'nun golü üçüncü yıldızın habercisi gibi birşeydi. Eğer haftaya Güngören Stadı'nda bir kazaya uğramazsa, Galatasaray şampiyon diyebiliriz.
SIKINTILI MAÇ
O kadar insanı kasan, o kadar sıkıntılı bir maçtı ki, anlatamam. Ama sonu iyi bitti. Şu dakikadan sonra iyi futbol arayan yok zaten. Üç puan gelsin, gerisi hikaye.
Bu arada Galatasaray, maçı galibiyetle tamamladı diye hakem konusunu atlamayacağım. Hasan'ın pozisyonu penaltıydı veya değildi, ona da girmeyeceğim. Fakat Samsun'un 11 numaralı oyuncusu Furkan ilk yarıyı kart görmeden nasıl bitirdi, hakikaten inanamıyorum. Yaptığı iki hareket vardı ki, dünyanın heryerinde hakkı sarı karttır. Neyse artık, geçmiş olsun.
Samsunspor umarım Birinci Lig'de kalır. Çünkü bunu hakediyorlar. İyi savaştılar ama forvette çok zayıf olmalarının faturasını ağır ödüyorlar.
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2002
GEÇEN hafta sonu, Galatasaray'ın maçını izlemek üzere Diyarbakır'daydım. Cumartesi sabahı uyanıp, kahvaltı ettikten sonra direkt vurdum kendimi sokaklara. Hıncal Uluç'un ‘‘Ben bunca yıldır bu memlekette gazetecilik yapan biri olarak Diyarbakır'daki bu surlardan haberdar değilsem, bu benim ayıbım değildir’’ diyerek övgüyle söz ettiği surlara gittim önce.
Hıncal Uluç'un yazılarına bayılırım fakat kendisini tanımam. Sayesinde bu olağanüstü güzellikteki surları gezebildiğim için taa Diyarbakır'dan kulaklarını çınlattım.
Fakat Çin Seddi'nin nasıl pazarlandığını bilirken bu surların acınası halini görünce üzülüyor insan.
Sadece o surlar için bile tonla turist gelmesi lazım Diyarbakır'a. Fakat nerdeeeee?..
Millet Amerika'da Avrupa'da filan tarihi 150 yılı belki bulan binalara bir muamele çekiyor, bir parlatıyor, bu kıytırık 'eserlerden' dev bir hediyelik eşya sektörü yaratıyor.
Diyarbakır'da gerekli düzenlemeler yapılsa, deli gibi turist çekecek bir sur var, biz etrafında armut vesaire satıyoruz.
*
Neyse durduk yerde sinir sahibi oldum.
Maç saatine kadar, ‘‘Nedir Diyarbakır?’’ konulu bir program yaptım kendime.
Programın hedefi belli: Diyarbakır'da kaybolunacak...
Gördüğüm sokağa dalıyorum. Bakıyorum sokağın sonunda bir sokak daha, ona da dalıyorum. Böyle böyle bayağı bir eskittim kendimi.
Sonunda Ulu Cami civarlarında pes ettim. Ulu Cami'nin dibindeki minik taburelere oturdum, bir çay söyledim ve yolu Güneydoğu'ya düşmüşken sosyolojik bir tahlil yapmadan dönmesi mümkün olmayan gazeteci havasına girdim. Ne kadar sıkıcı aslında...
Şimdi efendim; Diyarbakır'la ilgili pek çok haber çıktı hafta sonu eklerinde. Ne diyordu bu haberler: ‘‘Burası Paris değil, Diyarbakır’’ falan da filan.
Teşbihte hata olmaz fakat, teşbihin de dalağını yarmayacaksın. Hayır efendim, Paris gibi değil.
Eskiden, çok eskiden güzel bir şehirmiş belki ama yıllarca canına okunmuş. Hangi Paris'ten söz ediyorsunuz.
Benim tipim de pek Diyarbakırlı tipi değil.
Saçlarım uzun mesela ki; Diyarbakır'da pek uzun saçlıya rastlanmıyor.
Hatta çarşıda gezerken bir tezgaha takıldım. Çok absürd ama askeri malzeme satılıyor tezgahta.
O sırada iki dükkan yanda şöyle bir diyalog gelişti:
- Gördün mü?
- Aha bu satanisstir!
Dönüp, ‘‘Sizde kedi var mı babo’’ diyecektim ama abartmadım...
*
Diyarbakır Arkeoloji Müzesi'ne gittim sonra. Tek ziyaretçi olarak, Cumhurbaşkanı gibi gezdim vallahi.
Bir de çok güzel tişört yaptırmışlar. Üzerinde Diyarbakır'a tarih boyunca sahip olmuş bütün medeniyetlerin isimleri yazıyor. O tişörtten kaptım kendime. Çok da güzel oldu.
Neticede ‘‘yurt gezimin’’ (Bir hafta içinde Diyarbakır-Trabzon-Samsun yapınca, yurt gezisine çıkmış olur insan herhalde değil mi?) Diyarbakır ayağından çok memnun kaldım.
Mor ve Ötesi'nin güzel şarkısı ‘‘Doğru-Yanlış’’ın ironik nakaratını, yani ‘‘Bazen doğru, bazen yanlış/ Kim demiş ülkem geri kalmış’’ı söyleyerek gezdim durdum...
*
Gezinin tek sinir bozucu hadisesinin ise Diyarbakır'la bir alakası yoktu.
Akşam otelde İlhan Söyler ve Fanatik'ten Erol Demirkol'la yemeğimizi yedik. Sonra ben tutturdum, ‘‘Otelin barına takılalım’’ diye.
Dedeman'da kalıyoruz. İki tane de bar var. Yanılmıyorsam, bir barın adı Fırat, diğerinin Dicle.
‘‘Türlerüstü’’ programda Türkçe popüler şarkılar var. Ama arabesk de söyleniyor, pop müzik de. Gayet iyi işte. Faça bir masa yapmışız ve keyfimiz gıcır.
Orkestranın gitaristi ve solist kadın aralarda espriler de yapıyorlar. Buraya kadar her şey tamam.
Fakat gitarist, Orhan Gencebay'ın ‘‘Bir Teselli Ver’’ini çalarken kendince bir espri yaptı ve bütün geceyi berbat etti.
Şarkının ‘‘Bana ne gerek’’ bölümünde durdu durdu ve ‘‘Yarım kilo yağlı börek’’ dedi.
Şimdi ‘‘Orhan Baba o şarkıyı sen maymun et diye mi yazdı?’’ diye adama sormazlar mı?
Hayır efendim sormazlar. İlhan Ağabey'le gözgöze geldik. Belli ki o da ayar olmuş. ‘‘Haydi usta uzayalım, hava bozuldu’’ dedim.
‘‘Haklısın evlat, yürü bakalım’’ dedi ve kalktık.
Yağlı börekmiş... Pöh!
Çin Seddi'nin nasıl pazarlandığını bilirken bu surların acınası halini görünce üzülüyor insan. Sadece o surlar için bile tonla turist gelmesi lazım Diyarbakır'a. Fakat nerdeeeee?..
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2002
GAZETEYE gelen bir zarf sayesinde, son derece tehlikeli bir yayınla tanışma imkánı buldum. Bu muzır neşriyatın adı: ‘‘Erkekleri Kullanma Kılavuzu.’’ Yazan da İlhan M. Uçkan. Şimdi gelelim, bu kitabın niye zararlı olduğuna.
Sevgili arkadaşlar, aziz delikanlılar;
Maço bir toplum inşa etmek için atalarımızın, dedelerimizin verdiği mücadeleyi unutacak mıyız?..
Tunç bir siperi andıran sistemimizin yerle yeksan olmasına seyirci mi kalacağız?
Nuri Kantar'ın yerine, Tijen'in kılıbık kocasını koymak isteyenlere karşı sesimiz çıkmayacak mı?
Bu hain saldırının neticesinde yenik düşmeyi kendimize yedirebilecek miyiz?
Hayır, bin kere hayır, yüzbin kere hayır! (Abarttığımda da güzel abartırım gördüğünüz gibi...)
* * *
Aslında abartılacak bir şey yok. Kendi kendimi gaza getiriyorum. Şimdi efendim, bu İlhan M. Uçkan Hanım bir kitap yazmış.
Kitap, ibret verici.
Adını pekala, ‘‘Adamı nasıl maymun edersiniz?’’ bile olabilirmiş.
İlhan Hanım, kadınlara ellerindeki malzemeyi nasıl kullanabilecekleri konusunda taktikler veriyor.
Hakikaten kadınların işine yarayabilecek taktikler bunlar.
Beyaz Atlı Prens'in geçtiği noktalar nereleridir, evlenecek adam nasıl bulunur, bulunduktan sonra ne şekilde idare edilir vesaire...
Kitabı bir erkek olarak okurken, defalarca dehşete kapıldım.
‘‘Aaaa, bu bana da yapıldı!’’ dediğim pek çok bölüm gördüm.
Gözüm korktu. Fakat sonra uyandım hadiseye ve gözüm parladı. İnsan saldırının nereden geleceğini bilirse, gafil avlanmaz değil mi?
Bir yerde, düşmanın saldırı planını ele geçirmiş oluyorsunuz bu kitabı okuyunca.
Başta söylediğim her sözü geri aldım. Bu kitabı asıl erkekler okumalı. Okusunlar ki, kadınlarda ne numalarar var görsünler.
Kelleyi erkenden kaptırmasınlar.
Gardlarını alsınlar ve kitabın rehberliğinde usta manevralarla tehlikeli sulardan (nikáh masası gibi) emniyetli bir şekilde geçebilsinler.
* * *
İlhan Hanım, kitabının sonuna ‘‘Kadınlara Özel Küçük Bir Oyun Sözlüğü’’ diye bir bölüm eklemiş.
Burada kadınlara bazı numaralar öğretiliyor. Aslında ‘‘Öğretiliyor’’ demek yanlış. Bunları bilmeyen kadın bulunduğunu sanmıyorum.
Genetik olarak kodlanıyorlar bu numaralara zaten.
Erkekler de kek olduklarından defalarca yiyorlar bu küçük numaraları.
İlhan Hanım'ın yaptığı, sadece meselenin teorisyenliğine soyunmak...
Bakın mesela, öğretilen ilk numara ‘‘Ağlamak’’. Yazar, ‘‘Biz kadınlar için ağlama, birini etkileme, baskı yapmak için en iyi yoldur. Gözyaşlarıyla bir tür eziyet töreni yaratılır. Ve acı çekmesi istenen insana bu alabildiğine aktarılır...’’
Var mı böyle bir sadizm? İnsan insana bunu yapar mı? Yapıyor işte, görün. Bir de marifet gibi kitabını yazıyorlar.
Bir diğer öneri ise ‘‘Israr.’’ Yazar, şu sözlerle aktarıyor fikrini ‘‘Söylediğiniz sözde ısrar edin. Yarı yolda vazgeçmeyin.’’ Özetle diyor ki, adamı dırdırla çürütün. Ya çürüyecek, ya da dediğinizi yapacaktır. Hanımlar; benim eklemek istediğim üçüncü ihtimali de göz önünde bulundurun. Düzenli dır dır neticesinde, adamı son görüşünüz ense tarafından olabilir. Ceketini aldığı gibi, kendini dağa bayıra vurabilir... Vallahi vurur.
* * *
Bir diğer tavsiye ‘‘Lafazanlık.’’ Yazarımız (Bak nasıl benimsedim) ‘‘Her şeye, her suçlamaya, her itiraza karşı söylenecek sözünüz olsun...’’
Bakın hanımlar, bu ‘‘lafazanlık’’ size iyi bir şey gibi gösteriliyor ama ben üçüncü sayfa editörümüz Arif Dizdaroğlu'na danıştım. Ona gelen haberlerin büyük bölümünde, son söylenen sözler, burada övülen ‘‘lafazanlık’’ kapsamına giriyormuş. Laf yetiştireceğim diye, durumu sakata bağlamayın diye söylüyorum.
En çarpıcı bölüm ise, ‘‘Ödül’’le ilgili olanı.
Uçkan aynen şöyle yazmış... ‘‘Genç kızlığa adım attığım yıllarda eski bir Amerikan filmi izlemiştim. Annesi, erkeğini elinde tutması için kızına öğütler veriyordu. Bunun için de bir kitap getiriyordu. Kitabın adı: Köpeğinizi nasıl eğitebilirsiniz? Kitabın en önemli maddesi, 'İstediğinizi yerine getirdiğinde mutlaka bir ödül verin' idi...’’
Benim bunun üstüne söyleyecek bir lafım yok. El insaf!
* * *
NOT: Şimdi adım gibi eminim, bundan üç ay sonra bana şöyle mail'ler gelecek: ‘‘Kanat Bey, hani siz bir kitaptan bahsetmiştiniz. Kadın dır dırını konu alıyordu yanılmıyorsam. Adını şeyttirtseniz bana diyordum...’’ Bakın size fırsat. Ben bekliyorum burada, gidin bir kalem-kağıt alın gelin, not alın hazır yazıyı okumuşken. Kitabın adı ‘‘Erkekleri Kullanma Kılavuzu’’. Yazan, İlhan M. Uçkan. Yayıncı ise Gendaş. Tamam mı, tamaaaaam!
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2002
<B>GALATASARAY</B>'ın geçen hafta Bursaspor ile oynadığı maçtan sonra, <B>‘‘Sarı kırmızılı takım bundan daha kötü oynayamaz’’</B> demiştik. Yanılmışız. Zorluğu seven takım olarak tanıdığımız Galatasaray, bir kez daha zoru gerçekleştirdi ve Bursa maçından da kötü oynamayı başardı. UFO'ları bilirsiniz. UFO'nun İngilizce açılımı ‘‘tanımlanamayan uçan cisimdir'' Bu kelimeyi Galatasaray'a uyarlamak gerekirse: Tanımlanamayan futbol cismi diyebiliriz. Rakipleri kötü oynuyor. Puan kaybediyor. Galatasaray şampiyonluğa giden yolu sol şeritten kapatıp gideceğine, o da puan kaybediyor. Bazen insan tuhaf ve can sıkıcı düşüncelere kapılabiliyor. Kendi kendine, ‘‘Yahu bu adamlar şampiyonluğu mu istemiyor, yoksa?’’ diye soruyor. Ligin sonuna birbirinden zor deplasman maçlarıyla giriyor Galatasaray, ama olmuyor. İyi oynayamıyor, kazanamıyor. Bir zamanların deplasman fatihi Galatasaray'ın 30 Eylül'deki Gençlerbirliği maçından beri deplasmandan 3 puanla dönememesi, ne kadar hazin ve ne kadar düşündürücü. Galatasaray'da futbolcular topu ileri doğru şandelliyorlar. Gerisine bakmıyorlar. Böyle bir sistem olur mu? Şişir, şişir ipe diz.
HESABI İYİ YAPIN
Diyarbakır'da kaybedilen puanın sadece bu yıl ki şampiyonluğun etkileyeceğini düşünmek olaya yüzeysel yaklaşmak olur. Galatasaray bu yıl ligi, ilk iki sırada tamamlayamazsa ve Şampiyonlar Ligi'ne katılamazsa, uğrayacağı maddi ve manevi kaybın ötesinde, bir kaç yıl birden geri gider. Bunları da hesaplamak gerekir.
Off! ne sıkıcı, ne sıkıcı. Bu konuya girmek istemiyorum aslında ama Lucescu'nun oyuncu değiştirme konusundaki cimriliği insanı hakikaten delirtecek boyuta ulaştı. İlk yarı ortada berbat bir futbol var. Görmemek için ciddi bir göz bozukluğu olması gerekir insanda. Fakat Lucescu bekliyorda, bekliyor. Bekle bakalım ne olacak. Son birkez daha ve çok derinden: ‘‘Offf’’
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2002
SALI gününe işi asma konusunda kararlı bir başlangıç yaptım. Daha doğrusu olay şöyle gelişti... Salı sabahı uyandım, evi havalandırmak için bir pencere açtım, suratıma buzlu su püskürtüldüğünü düşünerek, pencereyi aynen kapadım...
Hava belli ki çok soğuk dışarıda. Şöyle bir dışarıyı kestim, şehir resmen bağırıyor ‘‘İşi aaaaas, işi aaaaas!’’ diye.
Türkiye'nin sorumluluk duygusu en fazla gelişmiş insanı olmadığım zaten aşikar. Direkt olarak işi asma kararına onayı bastım!
*
Şimdi tamam, işi kırmışız ama ne yapacağız bütün gün? Bir de o kısmı var olayın. 'Dicitürk' hadisesi ile NBA yüzünden papaz olduğumuzdan beri, televizyonla alakamız minimum seviyede.
Bir tek Kanal D'deki NBA maçlarını seyretmek için açılıyor televizyon evde. Zaten açsan ne olacak. Yakmışız gemileri 'dicitürk' ile, toplasan 10 kanalla idare ediyoruz.
Onların da yarısından çoğu maytap kanal.
Bu da demektir ki, salı gününü televizyona bağlamayacağız. Ya ne yapacağız? Kitap okuyacağız...
Huysuz'un bana verdiğine hala inanamadığım, sayfalarını çevirirken bile ameliyat eldiveni kullandığım mükemmel ‘‘Rip Kirby’’leri 145'inci kez okudum. Rip Kirby de kim demeyin... Bal gibi tanıyorsunuz. Hürriyet'te yıllarca yayınlanan Dedektif Nik'ten bahsediyorum. Orijinal adı Rip Kirby onun...
İsterseniz tam orta yerinizden çatlayabilirsiniz fakat Huysuz sadece Rip Kirby vermedi bana. Neler verdiğini burada yazarsam, boynuma nal kadar nazar boncuğu takıp gezmem gerekir, o yüzden söylemeyeceğim...
*
İşi kırdığım günlerde (ki bunun ne sıklıkta olduğunu burada söyleyerek işimi tehlikeye atmak istemem) beynim ikiye bölünüyor.
Birinci bölüm, ‘‘Oooooh! Gel keyfim gel, şimdi millet harıl harıl çalışıyor, sen ense yapıyorsun...’’ diyor.
Diğer taraf cevap veriyor: ‘‘Sen hakikaten fena bir insansın. Arkadaşların çalışırken, evde oturabiliyorsun böyle Türk tipi inek gibi!’’
Bu iki sesin ortasını bulamayınca, eylem planında değişiklik yapmaya karar verdim.
Madem o gün Hürriyet'e bir faydam dokunmayacak, kendime dokunsun diyerek, vurdum kendimi yollara. İlk hedefimiz Tahtakale!..
Tahtakale'ye gitmek zaten hayatta en sevdiğim işlerden biri. Daha önce de anlatmıştım bu hiper orijinal yerle ilgili hikayelerimi.
*
Hooligan sweat-shirt'ü giyip, üstüne de montu çekince, soğukla bağlantıyı da büyük ölçüde kesmiş oldum. Niye böyle yapıyorum? Çünkü Tahtakale'ye yürüyerek gidilir.
Herhangi bir vasıtaya binip gidildiğinde, havasına girilemiyor çünkü.
Tahtakale'nin en güzel yanı, her gittiğinizde sizi şaşırtacak bir numara yapabilmesi.
Bu sefer de öyle oldu. Yine kullanım amacı tamamen belirsiz olan fakat almadan duramayacağınız bir sürü ıvır zıvır buldum.
Bunların en tehlikeli yanları, ucuz olmaları. Ama öyle böyle ucuz değil. Mesela adamın biri bana ‘‘Üç tane 1 milyon’’ diye tornavida sattı.
Niye aldım o tornavidaları hala bilemiyorum. Zaten Tahtakale'deki malların büyük bölümü, sadece Tahtakale'deyken makul gözüküyor insana.
Eve geldiğinizde aldığınız objelere bakıp, ‘‘Peki ama ben bunu niye aldım?’’ diye söylenirken buluveriyorsunuz kendinizi.
Aldığım tornavidanın kendine bir faydası yok. ‘‘Ben tel maşayım’’ diye bağırıyor alet. Herhangi bir şeyi sıkmaya yaramayacağı o kadar belli ki...
Bir de kontrol kalemi efekti verilmiş. Fakat tabii ki böyle bir işlevi yok. Hem ben bu tornavidayı alıp da, prize sokacak kadar enayi bir insan olacağına da inanmam.
*
Ama faydalı şeyler de yaptım. Mesela... Eeeeeee... Hımmmm, mesela şey aldım. Ne aldım?
Hah! Tavla pulu aldım. Çok güzel tavla pulu ama, öyle böyle değil.
Fakat evde tavla bulunmaması durumu biraz karıştırıyor. ‘‘Be adam! Pulunu almışken, tavlayı niye almadın?’’ derseniz, ben de ‘‘Üzerimde o kadar para yoktu da ondan’’ cevabını veririm.
Neyse pulu garantiye aldık. Tavla ile zarlar da gelecek sefere. Hem böylece Tahtakale'ye gitmek için yine bahane yaratmış olurum.
*
Bugün Diyarbakır'dayım. Malum, Cimbom nerede biz oradayız. Salı Trabzon, Cuma veya Cumartesi de Samsun gözüküyor. Yani fikstür böyle denk geldi. Geçen hafta Taksim Meydanı'nda leylek görmüştüm, ondan mı böyle oluyor acaba?..
Herhalde öyledir, ne bileyim canım...
Yazının Devamını Oku