1 Kasım 2002
BÜYÜK Britanya'da yayınlanan Q Dergisi, müzik konusunda okuduğum en iyi dergilerden biri. Yayınlanmaya başladığı dönemde ben Hey Dergisi'nde (Aahh! Ne kadar özlüyorum Hey'i bazen) çalışan tıfıl bir gazeteciydim.
Elimde, Q Dergisi'nin 196'ncı sayısı var. Bu da derginin 16 yılını doldurduğunu gösteriyor. Vay be!
Q, ıvır zıvırla değil iyi müzikle uğraşır... Her neyse işte, Q'nun son sayısını karıştırırken gelmiş geçmiş en dandik müzik topluluklarından biri olan Kula Shaker'ın, lüzumsuz albümü ‘‘K’’nın kapağına rastladım.
İşin enteresan yanı, albüm kapağının üstüne de nal kadar ‘‘Bütün Zamanların En İyi Albümü’’ yazmışlar.
Bu, ‘‘Türk Pop Müziği Tarihi'nin en iyi albümü Çıtır Kızlar'ın 'İyi Kızlar Cennete Kötü Kızlar Her Yere' adlı mümtaz çalışmasıdır’’ demek gibi bir şey.
***
Bir tuhaflık var yani... Q, böyle bir şey yapamaz. Sonra, Albüm kapağının altındaki metni okumaya başladım: ‘‘Hemen oy kullanın. Bunun gerçekleşmesini sadece siz engelleyebilirsiniz...’’
İçime su serpildi. Meğer Q Dergisi, ‘‘Bütün Zamanların En İyi 100 Albümü’’nü seçiyormuş. Okurlarını uyarmak için de böyle bir ilan vermişler.
Meğer 1998'de yapılan oylamada Kula Shaker'ın berbat ötesi albümü, nasıl olduysa 44'üncü sırada çıkmış.
Bu zaten başlı başına bir hadise. Yani, dandik marka bir derginin okurlarının aylarıyla belirlense bu liste normaldir Kula Shaker'ın orada olması. Fakat bu derginin okurları, iyi müzik dinleyen insanlar.
Hoş, bazen okur mektupları sayfasına bakarken bunun tam aksini düşünmüyor değilim. Fakat genelde makul insanlar olduklarını düşünürüm.
Q Dergisi ikinci bir Kula Shaker faciası yaşanmaması için, okurlarını önceden uyarma ihtiyacı duymuş. Haklılar. Şimdi, yeni oylamada Kula Shaker olmaz da, mesela bir Celtic Frost'un 100 albüm arasına girmeyeceğini kim garanti edebilir ki?
''Celtic Frost da ne?'' diyeceksiniz haklı olarak. Arkadaşlar, Celtic Frost, benim şu yaşıma kadar dinlediğim en rahatsız heavy metal grubuydu.
1980'lerde sadece bir albümlerini, sadece bir kere dinledikten sonra, huzur bulabilmek için kendimi dağlara filan vurmuştum.
Tam devir çalışan bir jet motorunun, arada sırada ‘‘Kill... Böğğğ Fuck... Brooooooovvvvv’’ diye bağırarak çalıştığını ve sizin de bu motorun tam yanında durduğunuzu düşünün. İşte böyle bir müzik yapıyorlardı.
İstemem böyle bir albüm o listede bulunsun...
***
Bu durumda hemen Q'nun web sayfasına (www.q4music.com) girdim. Oy pusulasını buldum ve favori 10 albümümü yazıp postaladım gitti.
Kıssadan hisse: Seçim mühim hadise. Oyunuzu kullanın. Yoksa tarihe kötü müzik dinleyen biri olarak geçersiniz...
Fotoğrafların anlattıkları
SERDAR Turgut, Hürriyet'in arşivinde deli pösteki sayar gibi 10 binden fazla fotoğraf taradı ve 62 fotoğraf seçti. Bu 62 fotoğraftan 3 tanesini kendine ayırdı. Geri kalanını gazeteci, yazar, sinemacı, reklamcı, modacılardan oluşan 59 kişiye dağıttı.
62 fotoğraf için 62 metin yazıldı. Ve yazılarla fotoğraflar şahane bir kitaba dönüştürüldü. Fotoğraf verilenlerden biri de bendim. Adımın Çetin Altan'la aynı kitapta geçiyor olması bana hala inanılmaz geliyor. Hayatımın en gurur verici hadisesi bu.
Beni boşverin ama kitap hakikaten çok güzel. Orhan Pamuk'tan Ayşe Kulin'e, Fatih Altaylı'dan Hasan Cemal'e, Komet'ten Oğuz Aral'a... Yok yok kitapta. Çok güzel olmuş vallahi.
Yazının Devamını Oku 26 Ekim 2002
BRUGGE'de hava durumunun insanoğluyla kafa bulduğu bir gün yaşıyorum. Bir anda yağmur bastırıyor mesela, sonra hop güneş açıyor, arkadan donk diye rüzgar kafanıza kafanıza vuruyor. Böyle meteorolojik bir bunalımın eşiğinde sürükleniyorum Brugge'ün daracık sokaklarında. Havanın açtığı bir anda ileride bir kalabalık dikkatimi çekiyor.
Vakit o gün itibariyle harcanması gereken bir kavram. Enteresan bir hadise var mı diye kalabalığa doğru yöneliyorum. Gezinti teknesi kuyruğuymuş...
Öyle armut turist gibi gezmeyi sevmesem de, dediğim gibi vakit ‘‘Harca beniiii... Harca beniiii...’’ diye bağırıp duruyor.
Ben de kuyruğa giriyorum. Sıram geldiğinde hayatımda gördüğüm sayılı fena bakan insanlardan biri olarak hatırlayacağım hanımefendiden bilet istiyorum...
Bilet 5.20 Euro. 10 Euro'luk bir banknot ve 20 Euro Cent uzatıyorum. Maksat yuvarlak hesap olsun. Versin 5 Euro'luk banknotu ve bileti, bir daha görüşmeyelim. Ama olmuyor. Bu kadın da düğümleniyor.
Arkadaşlar ‘‘Medeniyetler çatışması’’ diye bir şey var hakikaten. Para üstü hesaplamak konusu Doğulularla Batılılar arasında en büyük meselelerden biri olarak yaşamakta ve gördüğüm kadarıyla daha da çok yaşayacak.
Kadın suratıma ‘‘10 Euro'yu anladım da, 20 Cent'i niye verdin’’ gibilerden bakıyor. Onun bütün sistemi 10 Euro'yu alıp, 4.80 Euro geri vermek üzerine kurulmuş. Anlamıyor böyle bir Doğulu pratik yaklaşımı.
Kadına elimle ‘‘5’’ yapıyorum. O sırada ya kadın da elini ‘‘5’’ yapıp ‘‘Çak!’’ derse diye hafif bir panik de yaşıyorum. Sonra bu manzarayı gözümde canlandırdım ve güldüm hatta.
Uzatmayalım... Kadın sisteminin sarsılmasından hiç hoşlanmadığını yüz ifadesiyle net bir şekilde anlatıyor. Sonra da gözümün içine baka baka cart diye yırtıyor koçandan bileti.
* * *
Tekne 20-25 kişi kapasiteli bir şey. Sırayla binmeye başlıyoruz. Karşımda oturan çift, fotoğraflarını çekmemi istiyor. Ben diyorum ki, ‘‘Daha kalkmadık şirinler. Bekleyin iki dakika sonra muhakkak çıkar bir enteresan eski bina... Öyle sabitleriz sizi fotoğraf karesine...’’
Israr ediyorlar çekmem için. ‘‘Peki’’ diyorum. Tekne kaptanının bacaklarının önünde poz vermiş oluyorlar. Bu fotoğrafı eşlerine dostlarına nasıl açıklarlar bilemem. ‘‘Bak bu ben, bu eşim, bu da bizi Brugge kanallarında gezdiren kaptanın bacakları’’ diyecekler herhalde. Amaan, bana ne canım?..
Teknenin kaptanı multifonksiyonel bir kişi. Hem gezdiriyor, hem de bilgi veriyor. Fakat bir sakat yönü var ki; o da espri yapmaya çalışıyor.
Espriler şöyle: ‘‘Solda görmüş olduğunuz bina, bir bira imalathanesi. Brugge'ün en iyi biraları üretiliyor burada. Ama üretimde kanalın suyunu kullanıyoruz ve biraları yurt dışına satıyoruz...’’
Yani kanaldaki su kirli ve teknedekiler yabancı ya... Bu espri oluyor.
Ben kaptan olsam nasıl espri yapardım diye düşündüm. Hiçbir şey gelmedi aklıma. Adama hak verdim bir yerde...
* * *
Şakacı Kaptan bir ara tekneyi durduruyor ve ‘‘Bakın’’ diyor. İşaret ettiği yere bakıyoruz en turist halimizle ve bir şey göremiyoruz. ‘‘Şu gördüğünüz pencere, dünyanın ilk penceresidir...’’
İçimden sağlam bir ‘‘Hadi len!’’ çekiyorum, ‘‘nereden biliyorsun?..’’
Ama bu ciddi ciddi anlatıyor. Yahu, bugüne kadar gittiğim bütün şehirlerde ‘‘Dünyanın ilk/en büyük/en küçük vs. birşeyine’’ muhakkak rastladım. Meydanı boş bulan sıkıyor palavrayı.
‘‘Şu gördüğünüz kiremit, dünyanın ilk kiremitir... Bu armut var ya bu armut, dünyanın en büyük armutudur...’’ Her kentte muhakkak rastlıyorum böyle bir hikayeye. Anlamsız!..
Tam sakin sakin ilerlerken, Kaptan Sempati Yumağı ‘‘Aha!’’ diyor, ‘‘İşte ilginç bir şey...’’
Kaptan'a güvenimiz sarsılmış bir kere ama ne yapacaksın, ‘‘İlginç bir şey’’ dediği yöne doğru bakıyoruz.
Aha! Hakikaten ilginç. Yani sizi bilmem ama, ben iki varil ve üç kalastan oluşturulmuş iptidai bir tekneyle Brugge'de kanal gezisine çıkmış iki Bob Marley havası verilmiş beyaz, bir kırmızı kafalı punk ve kendini Greenpeace bayrağına sarmış bir kıza ilginç derim.
Bağırmaya başladılar bizi görünce... Meğer Brugge ormanlarını kesiyorlarmış. bunlar da protesto ediyormuş. Altlarındaki teknemsi şey o kadar dandik ki, suya düşmeleri an meselesi. Ama biz uzaklaşana kadar baktım düşmediler. Aferin çocuklara...
Tekne turunun giderek sıkıcı bir hal almaya başladığı anda, turun en sessiz duran adamı olayı patlattı.
O dakikaya kadar kendi halinde oturan, rehberi hayranlıkla izleyen sessiz insan, bir anda ayağa kalktı ve ‘‘Sağda durur musunuz? Ben inmek istiyorum’’ dedi. Kaptan şaşırdı tabii. ‘‘Tekne turu lan bu! Brugge-Ooostende dolmuşu mu?’’ gibilerden baktı adama.
Ama sessiz adam oturmadı. Kaptan da harbi bir insanmış, sağa çekti. Adam indi ve yürümeye başladı.
Takdir ettim...
Yazının Devamını Oku 25 Ekim 2002
GALATASARAY maçını seyretmek üzere Brugge'deyim. Belçika konusunda engin deneyimlere sahip bir insan olarak, sıkıntıdan patlayacağıma emin vaziyette otelden çıktım ve yürümeye başladım. Aslında hakkını yemeyeyim Brugge'ün; bayağı güzel bir kent. Yeri gelmişken hemen bir parantez açayım... Biz ‘‘Klöb Bürüj’’ filan diye konşuyoruz ya, koftiden konuşuyoruz. Brugge'de yaşayanlar, yaşadıkları kentin adını ‘‘Buruğghh’’ gibi söylüyorlar.
Zaten Flemenkçe biraz enteresan bir dil. Almanca gibi geliyor kulağa ama değil. Biraz böyle, nasıl desem; hakaret ediyorlarmış gibi geliyor konuşmaya başladıklarında.
Adam mesela sizi Belçikalı sanıp bir şey sorsa ‘‘Tamam ağbi, ne kızıyorsun ya...’’ şeklinde karşılık verebilirsiniz. Bir ara öksürür gibi yaparak İngilizce konuşursam, Flemenkçeye yakın bir ses elde edebileceğimi düşünüm.
Ve evet, utanmadan, aklını kaybetmiş insanlar gibi bunu bir çay salonunda denedim. Garson suratıma uzun uzun baktı ve arkasını dönüp gitti. Bir daha denemedim zaten yüksek sesle... Ama içimden denemeyi sürdürüyorum...
* * *
Her neyse... Maçtan bir gün önce, Belçika'nın meşhur biralarını (Favorim Hoegaarden, onu da belirteyim) denemek üzere bir bara girdim. Bar biraz enteresan bir formatta.
Almanya'da girdiğim ve çok eğlendiğim ‘‘Düşmüş Boksörler Barı’’na benziyor. Barın sahibi, kim ne hediye ettiyse yığmış mekana.
Antik kabul edilebilecek kadar eski bira ilanları, müşterilerin tatile gittikleri yerlerden yolladıkları kitsch kartpostallar, sevimli olacağı düşünülen ancak fevkalade itici gözüken dandik marka oyuncaklar...
Baba ne bulduysa yığmış mekana. Size şöyle söyleyeyim; barda oturduğum taburede, benden önce bir sincap (tabii canlı değil, oyuncak) oturuyordu.
Neyse, ‘‘Ver usta söylemesi zor fakat tadı güzel Hoegaarden birasından bir tane’’ dedik... İngilizce konuşunca, ‘‘Nerelisin?’’ dedi. ‘‘İstanbul'dan geliyorum’’ derken lafı kaptı ve ‘‘Galatasaray’’ dedi. ‘‘Aferin lan sana barmen’’ dedim, ‘‘Hakiki manada zeki bir çocukmuşsun’’ diye devam ettim.
Bu sırada sağ tarafımda komple piercing yaptırmış bir kadın ve adam duruyor. Yani kadından emin değilim ama adamın aksesuarlarını çıkarsan, evde süzgeç niyetine kullanırsın. Öyle deldirmiş bünyeyi...
İstanbul'u duyunca Süzgeçgiller muhabbete yancı yazıldı. Daha önce Türkiye'ye gelmişler filan falan... Ben tam içimden ‘‘Ağbi şimdi Sultanahmet, kilim muhabbetine çatmak üzereyiz’’ diye geçirirken, erkek süzgeç ‘‘Yarın sizi yeneceğiz’’ dedi.
Bir anda gaza geldim ve ‘‘Yok güzelim’’ dedim. Sen yenersin, ben yenerim derken gaza gelip hayatta sevmediğim bir hareket yaptım ve iddiaya girdim. Ertesi gün maçtan sonra buluşmak üzere ayrıldık. Kaybeden, kaybettiği yetmezmiş gibi bir de bira ısmarlayacak (Spor sayfasında bu mevzudan bahsetmiştim aslında ya, neyse)...
* * *
Maç bitti, skor malum... Bir daha yazıp sinirlenmenin manası yok. Kös kös bara gittim.
Erkek süzgeç, kadın süzgeç ve hayret edeceksiniz ama vücudu zımbalatmamış bir arkadaşları barda bıraktığım yerde oturuyor.
‘‘Merhaba Süzgeçgiller, merhaba afacan barmen, merhaba oyuncak sincap...’’ şeklinde giriş yaptım.
Erkek süzgeç, ‘‘Üzüldün mü?’’ dedi. Sonra suratımdaki ifadeyi görünce ‘‘Eveeeeet, buna üzülmek diyebiliriz’’ dedi ve konuyu kapattı.
Ben maçın da acısıyla ‘‘Afacan barmen bakar mısın? Bana, Süzgeçgiller'e, deliksiz konuklarına ve haydi lan içimden geldi sana bira’’ diye diye bayağı bir Hoegaarden şişesi eskittim.
Süzgeçgiller, beni teselli etmek için bayağı çaba sarf ettiler. Dişi süzgeçe bir adet Galatasaray rozeti hediye ettim. Çok sevindi. Maçı konuşmadan uzun uzun sohbet ettik...
Gecenin sonunda parasız ve mutsuz bir şekilde otele dönmek üzere barı terk ederken afacan barmen şefkat hadisesini abarttı ve ‘‘Oyuncak sincabı vereyim mi sana?’’ dedi.
‘‘Yok deve!’’ dedim. Güldük...
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2002
GRİP harbiden ağır çaktı. Geçen haftanın önemli bir bölümünü fragman şeklinde hatırlıyorum. Hastalık ilk yoklamayı çektiğinde Topesto'yu aradım. ‘‘Birader, durum böyleyken böyle. Hafiften titreme filan geliyor. Ne kullanayım ben şimdi?’’ diye sordum.
Topesto'nun tıp eğitimi filan yok. Fakat benden bir hafta önce grip buna bayağı faullü bir şekilde girmişti. Ama üç günde toparladı. Bir yerde ‘‘know-how’’ satsın bana diye arıyorum. Nasıl devirmiş gribi, ne ilacı kullanmış?.. Bir işe yarasın!
‘‘Kardeş, vaziyet poyraza çevirmeden senin şu ilacı alman lazım’’ dedi. İlaç dediği şey, insanı çok afedersiniz aptallaştıran bir şey. Bir içiyorsun, sonra lobotomi olmuş gibi geziyorsun ortada.
Hasta adam ne yapar, yatar dinlenir değil mi? Ben de öyle yapayım dedim. Kanape Adam pozisyonuna geçtim, televizyon seyrediyorum. Ama bu arada sürekli uyuyorum, uyanıyorum... Hayat bölük pörçük devam ediyor. Arada ateşin de etkisiyle televizyona bakıp, ‘‘Merhaba Bart Simpson... Merhaba Homer...’’ filan diyorum.
*
Bu vaziyette iyileşmeye çalışırken telefon çaldı. Tanımadığım bir numara gözüktü cep cihazının ekranında. ‘‘Yes’’ dedim açtım.
Karşı taraf, bir telefon görüşmesi için son derece abuk bir cümleyle başladı konuşmaya ‘‘Aksaray'dayım, sen neredesin?..’’
Tam, ‘‘Aksaray'da değilim’’ deyip çot diye kapatacakken telefonu, sesi tanıdım: Riko...
Riko arayıp, ‘‘St. Martin'deyim veya Trafalgar Square'deyim’’ diyebilir. Ama Aksaray'da olmasını beklemiyoruz. Çünkü biraderimiz Londra'da olmalı. Aksaray'la Soho birbirini kardeş semt ilan etmediyse, bu işte bir acayiplik var demektir.
‘‘Riko... Sen misin usta! Aksaray'da ne yapıyorsun, dalga mı geçiyorsun’’ dedim.
Daha doğrusu böyle dediğimi sandım. Grip nedeniyle timsahla ayı arasında bir ses çıkarabildiğimi unutmuşum.
‘‘Ne biçim ses be o?’’ dedi Riko. ‘‘Oğlum hastayım evde yatıyorum. Sen harbiden neredesin?..’’ dedim.
‘‘Harbiden Aksaray'daydım diyebileceğim sana. Çünkü araç hareket halinde ve Taksim'e doğru geliyorum. Aha Unkapanı Köprüsü’’ diye cevap verdi.
‘‘Topesto'ya haber verdin mi?..’’ diye sordum. Haber vermeye çalışmış ama Topesto'nun telefonu kendi deyişiyle ‘‘Aradığınız kişi sizi iplememektedir, istersen sonra dene güzelim’’ pozisyonundaymış.
*
Yaklaşık bir yıldır Büyük Britanya'da bulunan Riko normalde bir ay önce gelecekti. Fakat bir takım arızalar çıktı ve eleman gelişini mecburen erteledi. Kesin geleceği tarihi bilmiyorduk.
Neyse, tıraşı keselim... ‘‘Birader benim durum yaş. Grip iki çakıyor, bir sayıyor. Geleceğini önceden niye haber vermedin? N'etçen sen şimdi’’ dedim.
‘‘Vazife icabı geldim bir bakıma. O yüzden otelde kalacağım. Otele yerleşeyim, kahvede buluşalım’’ dedi.
‘‘Hastayım diyorum ya! Kahveye filan çıkamam’’ dedim. Kahve dediği normal şartlar altında takıldığımız bar. ‘‘Gel, ıhlamur söyleriz sana, kuşburnu söyleriz, karışık bitki çayı söyleriz, sütlü granül kahve söyleriz...’’ diye gaza getirdi.
‘‘Sütlü kahve deyip terbiyesizlik etme. İçeceksek delikanlı gibi içeriz kahvemizi... İyi lan, geliyorum’’ dedim, kalktım.
‘‘Kalktım’’ diye yazmak kolay tabii. Bu kalkma hadisesi bayağı bir vakit aldı. Kutuplara giden kaşifler gibi giyindim ve çıktım. Şimdi eleman kalkmış Londra'dan gelmiş, gitmesek yanlış olur...
*
Ben gittiğimde bu kahveye ulaşmıştı. ‘‘Ohh! Rakı be!’’ dedi. ‘‘Yaaa rakı!’’ dedim ve bir çay söyledim.
Adamı bir yıl görmeyince, çok değişeceğini düşünüyorsun. Ama aynı Rİko işte. Biraz göbeği eritmiş.
‘‘Var mı değişik bir hadise’’ dedim. ‘‘Yok, sizde var mı?’’ dedi.
‘‘Ancinsan’’ dedim, ‘‘Ancinsan var...’’
‘‘Ancinsan ne be?’’ dedi.
‘‘Kedi... Topesto sokakta bulup aldı. Küçük...’’ diye cevap verdim.
‘‘Tekir mi?’’ dedi.
‘‘Öyle bir şey, görürsün Topesto'ya gidince’’ dedim.
‘‘Başka?..’’ dedi.
Şöyle bir kafayı yokladım, hakikaten Ancinsan'dan başka bir şey yok. ‘‘Vallahi yok usta bir değişiklik’’ dedim.
‘‘İyiymiş o zaman’’ dedi.
Sonra Topesto geldi, sonra diğer elemanlar...
Muhabbet, bir yıl önce nerede kaldıysa oradan devam etti.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2002
GÜMÜŞSUYU'ndan Taksim'e doğru dalgın dalgın yürüyorum. Aslında dalgınlık ötesi bir durumdayım. Grip nedeniyle aldığım ilaçlar, zaten az kapasiteyle çalışan kafamı daha da yavaşlatmış.<br> Biri benimle konuştuğunda, söylerdiklerini 10 saniye sonra filan algılayabiliyorum. Yayını uydudan alıyorum, anlayacağınız.
Tam o esnada Rüştü Asyalı'nın söylediği ‘‘Keloğlan’’ türküsünü duydum. Bu türkü, enteresan bir etki yaratır bende. Ne zaman duysam; niye çekildiğini, niye seyredildiğini bir türlü anlayamadığım Keloğlan filmlerinin setine ışınlanmış gibi oluyorum. Haliyle sinirim bozuluyor.
Her neysa, önce yüksek ateşin ve ilaçların etkisiyle hayal gördüğümü düşündüm. Sabahın köründe Gümüşsuyu'nda bir insan niye Keloğlan türküsünü çalsın ki?..
Sonra baktım Keloğlan türküsü değil duyduğum. Yani, türkü Keloğlan türküsü de, sözleri farklı.
Müziğin kaynağını bulmak için kafamı çevirdim ve kocaman hoparlörle donatılmış seçim minibüsünü gördüm.
***
Şimdi, çok pardons ama arkadaşlar, bu nasıl bir stratejidir ya! Her parti, seçim döneminde berbat sözleri olan şarkılar, marşlar yaptırıyor, bunu biliyoruz. Ama, Keloğlan türküsü seçilir mi ya! Kimdir danışmanı bu arkadaşların hakikaten merak ettim.
Seçim sonuçlarını etkilememek için (Bak, bak, bak; özgüvene bak!) bu partinin adını vermiyorum.
Bu partiye şu dakika itibariyle beslediğim hisler için Şener Şen'in Kemal Sunal'a hitaben söylediği: ‘‘Seni hiç sevmedim Sütoğlan... Zaten babanı da sevmezdim...’’ repliğini kullanmak istiyorum sadece...
Sabah sabah, ilk şoku yedikten sonra sakinleşmek amacıyla bir kahveye oturdum. Belki bir DYP mitingi haberi bulurum, Tansu Çiller'in mükemmel gaflarından birini okurum umuduyla gazete karıştırıyorum...
Benim favorim Tansu Çiller'in ‘‘Sayın Köstebek...’’ diyerek başladığı konuşmasıdır. Sırf bu gaflarından dolayı Sn. Çiller'e sempati beslediğimi bile söyleyebilirim. Ama kusura bakmasın oyumu ona da vermeyeceğim.
Bazen, Serdar Turgut'un dediği gibi, memleketteki abukluk iyice tavana vursun diye gidip saçma sapan bir partiye oy vermeyi bile düşünüyorum...
Ama ona da içim el vermiyor.
***
Aslında bana kalsa, hiçbirine oy vermeyeceğim ama her seçim akşamı yaşadığım sıkıntıyı biraz olsun hafifletebilmek için bu seçimde sandığa gideceğim.
Bu sıkıntı şöyle bir şey. Oy verme süresi doluyor, sandıklar açılıyor, ilk sonuçlar geliyor... O dakikaya kadar CHP'ye yönelik içinde hiçbir sempati kırıntısı kalmadığını düşünen bu fakir, bir anda CHP'nin kazanmasını istemeye başlıyor.
CHP'li miyim? Hayır. Ailem CHP'lidir ama ben bugüne kadar hiç CHP'ye oy vermedim.
Niye böyle oluyor peki? Açıklamaya çalışayım. CHP'nin seçimde iyi bir netice alamaması durumda, iktidara gelecek parti veya partiler belli. Ben onlara karşıyım. Beni ve görmek istediğim Türkiye'yi temsil etmiyorlar.
Dürüst olmak gerekirse CHP'nin de beni temsil ettiğini düşünmüyorum. Çok klasik biliyorum ama artık barajı geçmesi zor gözüken bir partiye oy vermek de istemiyorum.
Ben ne istiyorum o zaman? Vallahi bilmiyorum. Herhalde gözlerimi kapatıp CHP'ye vuracağım mührü. Of! Ne sıkıcı...
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2002
GEÇEN hafta cumartesi gününü, normal şartlar altında Elazığ'da geçirecektim. Hafta sonlarını cennet vatanımızın cennet köşelerinde geçirmek gibi bir adetim yok. Galatasaray, Elazığspor'la oynayacaktı, ben de böylece Elazığ'a gitmiş olacaktım. Fakat olmadı. Niye olmadı? Başka bir işim çıktı da ondan. Elazığ yerine, Hürriyet'in bir toplantısı için Gebze civarlarına, Sabancı Üniversitesi'ne yazıldık.
Ben bu tür toplantıları bildiğimden, futboldan pek anlamayan bir müdüre ‘‘Ağbi vallahi bu maç çok önemli, şampiyonluk maçı’’ filan dediysem de yemedi tabii.
Neyse Hürriyet Arama Konferansı için Sabancı Üniversitesi'nin kapısına dikildik cuma akşamından. Üniversite diyorum ama üniversiteden çok bir tatil köyü havası var.
Mesela, üniversitenin otelinde kaldık. Otel derken, dandik marka misafirhaneden bahsetmiyorum. Bayağı otel yapmışlar işte.
Odalara yerleştik, yemeğimizi yedik ve yemek sonrasında ilk toplantıya geçtik. ‘‘Sinerji’’ diyorlar, ‘‘Pazar payı’’ diyorlar, ‘‘Infomercial’’ diyorlar... Benim kısmen anladığım, kısmen de anladığımı sandığım ve büyük ihtimalle yanıldığım konulardan bahsediyorlar.
Önümdeki bloknota, çok ciddi not alıyormuş havasında resimler çiziyorum. Resmim iyi olmadığından, bloknota bakanlar integral hesaplarıyla uğraştığımı sanıyorlar...
Cuma akşamı, yorgun argın vardığımız Sabancı Üniversitesi'ndeki ilk toplantımız bittiğinde saatler geceyarısını gösteriyordu.
Normalde ne yapılır? Gidip yatılır ve biraz dinlenilir değil mi? Değil tabii ki...
Bir arkadaşın, ‘‘Yahu benim midem kazınıyor, yiyecek birşeyler bulur muyuz acaba Tuzla'ya insek’’ bahanesinin ardına takılıp, beş kişi resmen kirişi kırıyoruz.
* * *
Kampus girişindeki güvenlik elemanlarına, ‘‘Tuzla'da açık yer bulur muyuz? Bulma ihtimalimiz var ise, bir de Tuzla'yı nasıl bulacağımızı açıklar mısınız?’’ şeklinde kademeli iki soru yöneltiyoruz.
‘‘Zor’’ diyor güvenlikçi arkadaş ve devam ediyor, ‘‘Yine de deneyin isterseniz...’’
Bir şekilde yol bizi yönlendiriyor... Bu arada otomobili kullanan arkadaşımız -ki kendisi kadındır-; Tuzla'da nöbet tutan bir askere yol sorma kararı veriyor.
Camı açıyor ve askere doğru, ‘‘Tertip, buradan mı gidiliyor Tuzla'ya?’’ diye bağırıyor. Mehmetçik dağılıyor tabii ki. Yani gece ‘‘oniki-iki’’ nöbetindesiniz, bir kadın arabayla yaklaşıyor ve size ‘‘Tertip’’, evet yanlış duymadınız ‘‘Tertip’’ diye seslenip yol soruyor... Çocuk eliyle yolu gösterip kurtuldu.
Biz şoför arkadaşa, kadınların askere, hele elinde dolu tüfek bulunan nöbetçi askerlere ‘‘Tertip’’ şeklinde seslenmesinin ne kadar saçma olduğunu anlatmaya çalıştık tabii. Ama o hala diyor ki; ‘‘Tertip denmiyor mu askere...’’ Umutsuz vaka gördüğünüz gibi.
Her neyse efendim... Aynı arkadaşın ikinci kez nerede adres sorduğunu söyleyeyim size.
Bir halı saha kenarında durduk. Ben ‘‘Yapmayacak di mi böyle absürd bir şey’’ derken, arkadaşımız otomobilden indi ve halı sahaya doğru koşmaya başladı. Büyük ihtimalle kalede oynayan bir elemana ‘‘Tuzla'da var mı böyle birşeyler yiyip içebileceğimiz bir yer’’ dedi.
Çocuk topa mı baksın, yol mu takip etsin. Neyse, gol yemeden bize yolu tarif etmeyi başardı.
Yol kenarında balıkçı restoranları dizilmiş ama hepsi kapalı tabii o saatte. Bir tanesinde ışık görünce, ‘‘Nasıl olsa iki lokma yemek, bi ufak rakı çıkarırlar’’ diyerek 5 kişilik ekibimizle restorana daldık.
İçerde son bir masa kalmış. Garson çocuk inisiyatif kullanma yanlısı değil. Belli ki inisiyatif de verilmemiş. ‘‘Olmaz’’ diyor, ‘‘Kapattık dükkanı...’’
O sırada son masadan, alkolün de etkisiyle misafirperverlik damarları kabarmış bir beyefendi garsona ‘‘Ba şimdi... Sen almayacaksan arkadaşları, ben eve davet etçem’’ diyor.
Biz ‘‘Yok vallahi, doyuverdi karnımız birden bire’’ diyerek güç bela ekarte ediyoruz, son müşteriyi.
* * *
Umutsuzluğun tavan yaptığı dakikalarda, bir ışık daha görüyoruz. Aaa! açık bir mekan. Adı neymiş diye bakıyorum: ‘‘Çin Çin Birahanesi..’’ adı da süper.
İçersi dolu. Bizi aile salonuna alıyorlar. Yemeklerimizi söylüyoruz, içeceklerimizi söylüyoruz ve bir saat içinde operasyonu tamamlıyoruz. O dakika itibariyle Çin Çin dünyanın en güzel barı olarak tarihe yazılıyor.
* * *
Ertesi sabah toplantıya girerken, bana maç izni vermeyen müdürle karşılaşıyoruz. ‘‘Sinerjik günler dilerim beyefendi’’ diyorum. ‘‘Tuzla ekibinde sen de var mıydın?’’ diyor.
‘‘Ne Tuzla'sı? Ne ekibi?’’ demeye fırsat vermeden boynumdaki kimlik kartını tutup burnuma dayıyor. Gece espri olsun diye isim kartımızın yerine Çin Çin'in kartvizitini takmıştık. Böylece enseleniyoruz tabii ki... Aman, boşverin, ben size de ‘‘Sinerjik günler’’ diliyorum.
Yazının Devamını Oku 11 Ekim 2002
HABERİ duymuşsunuzdur. ABD'de türeyen bir keskin nişancı, rasgele seçtiği insanları vuruyor. Washington ve civarında gerçekleşen olaylar, eyalet polisi ve FBI'ın başını bir hayli ağrıtacağa benziyor.
Çünkü, karşılarında pek de alışık olmadıkları tarzda 'çalışan' bir katil var. Northeastern Üniversitesi'nde suçla ilgili araştırmalar yapan Profesör Alan James Fox, Washington Post'a şunları söylüyor: ‘‘Duruyor, ateş ediyor ve bu sırada kurbanlarının çığlıklarını duymuyor bile. Normalde bu tür cinayet işleyen katiller, kurbanlarının son nefesini duyana kadar beklerler ve bundan tatmin olurlar...’’
Fox, katilin yakalanmasının neden zor olduğunu da şöyle açıklıyor: ‘‘Kendini kurbandan uzak tutuyor. Tek el ateş ediyor ve bir dahaki cinayete kadar ortadan yok oluyor. Niçin bu cinayetleri işlediği hakkında en ufak bir bilgi yok. Uzaktan ateş ettiği için, görgü tanığı bulmak da zor...’’
* * *
ABD'de günün konusu haline gelen bu cinayetler zinciriyle ilgili haberler, Türkiye'deki gazetelerde de yer buluyor.
Ama bazı haberler hakiki manada yanlışlıklarla dolu. Dün bir gazetede Anthony Hopkins'in fotoğrafını gördüm. Merak ettim, konuyla ne gibi bir ilgisi olabilir diye ve fotoğrafaltını okumaya başladım.
‘‘Hannibal gerçek oldu!’’ başlıklı fotoğrafaltında aynen şunlar yazıyordu: ‘‘FBI'ın katili yakalamak için eski seri katillerin cinayet yöntemlerini araştırması 'Kuzuların Sessizliği' filmini akıllara getirdi. Efsanevi filmde de seri katil doktor Hannibal Lecter (Antony Hopkins) FBI ajanlarına yöntemlerini anlatıyordu...’’
Obaa! Buyurun bu enteresan metni incelemeye alalım. Birincisi, ona, yani bu cinayetleri işleyen kişi, konuyla azıcık da olsa ilgilenmiş kişilerin çok iyi bildiği üzere 'seri katil' olarak anılmaz.
Zaten ABD'de konuyla ilgili çıkan haberlerde 'serial killer' ifadesine rastlamıyoruz. Haberlerde katilden 'sniper', yani 'keskin nişancı' olarak bahsediliyor. Hayal gücü biraz zengin olanlar ise 'serial sniper' ifadesini kullanıyor.
Bu olayla ‘‘Kuzuların Sessizliği’’ni ilişkilendirmek içinse ya cahil olmak gerekiyor, ya da çok çaresiz. Bir kere Hannibal Lecter, bir yamyamdı. Hemen belirtelim; Lecter'ın gerçek hayattaki en yakın örneği Jeffrey Dahmer'dir... arzu ederseniz bu kategoriye Albert Fish'i de ekleyebilirsiniz.
* * *
Sonracığıma, FBI'ın katili yakalamak için eski seri katillerin cinayeyet yöntemlerini araştırdığını ben bu haber haricinde bir yerde görmüş değilim. bu mesele değil, benim gözümden kaçmıştır. ama bu örnekten yola çıkarak Hannibal Lecter'ın ifadesine başvurulan 'Kuzuların Sessizliği' filmine gitmek hakikaten ilginç.
Bir kere daha önce de belirttiğimiz gibi, şu anda faaliyet gösteren katile 'seri katil' değil, 'keskin nişancı' deniyor. Bu keskin nişancının yöntemi de, eski katillere soru soracak kadar karışık bir yöntem değil.
Çıkıyor bir binanın üstüne filan, hedefini seçiyor, tetiği çekiyor. Bu kadar basit, bu kadar yakalanması zor bir yöntem.
Zaten uzmanlar da, katili suçüştü yakalamanın zorluğunu bildiklerinden, kullandığı silaha ağırlık veriyorlar araştırmalarında.
* * *
Hem, eski bir keskin nişancıya, ‘‘Nasıl işliyor bu cinayetleri?’’ diye sorsanız adam size ilk etapta güler.
Bundan önceki 'keskin nişancı' hadiselerinde, katilin bir meselesi olurdu. Mesela bir tanesi, sadece üniversite öğrencisi genç kadınları seçiyordu. Nedeni ise kendince çok basitti: ‘‘Feministleri sevmiyorum.’’
Bu seferki katil, çocukları da hedef alabiliyor, kadınları da, erkekleri de... Büyük ihtimalle zekasını kanıtlamaya çalışan ve bu tabiri kullanmak çok korkunç biliyorum ama ‘‘zevk için’’ öldüren bir manyak.
Haa, eski katillere fikir danışmak meselesine bu noktada dönmekte fayda var. FBI'a bu konuda en büyük yardımı, 1974-1978 yılları arasında 'bilindiği kadarıyla' 10 genç kadını öldürmüş olan Ted Bundy sağlamıştı.
Başta polis olmak üzere tüm dünyanın seri katil konusunda fikrini değiştirecek derecede eli yüzü düzgün bir adamdı Ted Bundy. Stanfort Üniversitesi'nde Çin kültürü ve psikoloji dersleri alan, ardından Utah Üniversitesi'nde hukuk eğitimi alan Bundy, yakalandıktan sonra, gönüllü olarak FBI'a son derece değerli bilgiler vermişti.
Ted Bundy, ‘‘Gerçek anlamda psikopat katillerin sayısı sandığınızdan çok daha az. Sesler duyarak cinayet işlediklerini söyleyenlerin büyük bölümü palavracı. Çoğu seri katil benim gibi normaldir. Ve bildiğim kadarıyla çoğunun derdi, öldürmenin ve kaçabilmenin ne kadar kolay olduğunu göstermektir. Böylece, polisle dalga geçerek zekalarını kanıtlamış olurlar...’’ diyordu.
Bu katil, ancak kendi istediği zaman yakalanır. Bu da benim fikrim...
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2002
GEÇEN sene Ramazan ayındayız. Her cumartesi olduğu gibi kitap bakmaya, sohbet etmeye, çay-kahve içmeye Simurg'a uğradım. Simurg'a gidenler bilir; İbrahim de, Mehmet de, Coşkun da kedileri çok sever. Çok sevdiklerinden de nerede gariban kedi bulsalar dükkana alırlar. Bir ara kedi sayısı kitap sayısını tehdit eder hal almıştı hatta.
Benim çok fazla kedi sevdiğim söylenemez. Yayın ilkelerinde bile ‘‘Kedi sevilecektir’’ ibaresi bulunan bir gazetede hala çalışabiliyor olmam enteresan. Ama çok hareket ediyorlar kardeşim...
Her neyse efendim. Kediler aleminde tek geçtiğim bir şahsiyet var; Simurg'daki Bekir...
Bekir tombulcana bir tekir. Biraz şehla bakıyor. Son derece delikanlı ve serinkanlı bir kedi...
İşte; Simurg'a her uğradığımda bakarım Bekir nerede diye. Yoksa da sorarım. O Ramazan gününde de bakındım, yok Bekir ortalıkta.
‘‘Nerede Bekir’’ dedim ve şöyle bir cevap aldım: ‘‘İftara gitti...’’ Şaka yapıyorlar sandım. ‘‘Nereye gitti peki?’’ dedim.
Karşıdaki berbere dediler. Kafayı çevirip bir baktım, Bekir hakikaten berbere yancı yazılmış, topun patlamasını bekliyor...
‘‘Nasıl oluyor?’’ diyorsunuz tabii. Bekir, bir şekilde uyanmış, o saatlerde ekstra bir yemek imkanı oluştuğuna. Ramazan ayı boyunca her akşam iftar saatinde Simurg'daki mevkiini boşaltıyor ve yekten berbere yazılıyor.
Bir kez daha takdir ettim ihtiyarı tabii ki.
*
Kediler tabii ki çok sempatik hayvanlar. Hayatını kedileri üstüne kuran bayağı insan tanıyorum. Ama ben yapamıyorum işte.
Riko, bunun tek sebebinin Ramo olduğunu söyler hala. Ramo, öğrencilik yıllarımızda tanıdığımız bir kediydi. Minicikti bize geldiğinde. Masum, korunmaya muhtaç, titrek bir şey.
Aynı arkadaşı, iki ay sonra görmeliydiniz bir de. Bizim elemanlar kediye ‘‘Komando Eğitimi’’ adı altında bir sürü şey yaptırdılar.
‘‘Atla oğlum Ramo, zıpla oğlum Ramo...’’ diye diye, kedi sonunda psikopata bağlandı.
Önce, hareket eden her şeye saldırmaya başladı. Saldırmak derken, ciddi manada terörist bir saldırıdan bahsediyorum. Hepimiz ortalıkta jiletçi gibi kesikler içinde gezer olduk.
Hayır, bir şey değil; gazeteye geliyorsun millet manalı manalı, ‘‘N'oooldu bakim senin eline koluna çizik çizik?’’ filan diyor. ‘‘Kedi tırlamadı’’ diyorsun ama kaç gün inandırıcılığını koruyabilirsin ki?..
*
Eve geliyorsun, Ramo buzdolabının üstünde pusu kurmuş oluyor. Gece su içmek için uyanıyorsun, tırmığı yemeden önce gördüğün son şey Ramo'nun parlayan gözleri oluyor.
Ramo korkusundan hepimiz kaldığımız odalarda bir miktar kuru mama bulundurmaya başladık. Gece kalktığında ‘‘Hişşşş! Ramo birader, bi dakka baksana’’ deyip kuru mamayı gideceğimiz tarafın ters istikametine atıp Ramo'yu şaşırtıyor, dönüşte de aynı numarayı tekrarlıyorduk.
Bu böyle üç ay devam edebildi. Sonunda Psikopat Ramo ile yollarımız ayrıldı.
O günden beri de, kedi beslemekle işimiz olmadı.
İşimiz derken, Topesto da benim gibi yaklaşıyordu olaya. Bir ara Riko denedi ama kedi resmen bunu terk edip gitti. Riko, hala kedinin kendisini terk etmediğini kaybolduğunu öne sürüyor.
Ama birader, beş kere bulunup eve getirilen kedi altıncıda da kaçıyorsa, buna terk etmek denir.
*
Bu kadar laf salatası yapmamızın ve bu sevimli hayvanı gündemimize almamızın nedeni, Topesto'nun yıllar sonra karar değiştirip kedi almasıdır.
Geçen hafta ‘‘Uğrasana bana, bir şey göstereceğim’’ dedi.
Kalktım gittim. Kapıyı açtı. Bir de ne göreyim, kucağında bir kedi var. Daha doğrusu buna kedicik bile denmez, o kadar küçük. Topesto'nun tabiriyle ‘‘Kedilere nüfus sayımı yapılsa, bunu adam yerine koyup saymazlar...’’
‘‘Nereden çıktı bu minyatür?’’ diye sordum. Kafası iyi vaziyette eve dönerken, ‘‘Miyk’’ diye bir ses duymuş. Durmuş bakmış, bu Anjinsan sersem sersem etrafı kesiyor.
Sarhoş vicdanı diye çok tehlikeli bir şey vardır. O vicdan devreye girmiş ve kediyi kaptığı gibi...
‘‘İsim filan koyacak mısın bu Anjinsan'a? Kalacak mı seninle?’’ dedim.
‘‘Tabii kalacak’’ diye cevap verdi ve devam etti: ‘‘İsim arıyordum ben de. Bunun adı bundan sonra Anjinsan olsun’’ dedi.
Aldık ortamıza elemanı, yarım saat müddetle ‘‘Anjinsan’’ dedik. Herhalde bunun ismi olduğunu anlamıştır...
Sonra da çıktık Anjinsan'a mama, sepet vesaire aldık. Eve dönerken Topesto'ya, ‘‘Kamonda Eğitimi filan yok ama di mi?’’ diye sordum.
‘‘Yok ağbi, bunu krallar gibi yaşatacağız’’ dedi.
‘‘İyi’’ dedim.
Anjinsan hakikaten kral bir kedi olacak. Bekir'e benziyor zaten...
Yazının Devamını Oku