NORMAL insanlar, yaz mevsiminde tatile çıktıklarında ne yaparlar? Bütçelerine göre bir tatil planı hazırlar; şortunu, havlusunu, ne bileyim işte çiçekli tişörtünü filan giyip, tenini tuzlu suya bastırmaya gider değil mi?
Ben 10 gün boyunca (İki gün hariç, onu sonra açıklayacağım) evde oturdum. Demek var bir anormallik. Bana sorarsanız yok da, eş dost, bu durumun pek normal olmadığını söylüyor.
Evde tatil yapmamın gayet mantıklı bir açıklaması var aslında. Yıl içinde çoğu futbol amaçlı 30 civarında seyahate çıkıyorum.
Ha, bunların çoğu iki günlük, üç günlük hadiseler fakat bir şekilde sürekli mobilize yaşıyorum işte.
Bu durumda ne oluyor? İnsan evini özlüyor. Geçen sene yaptığım bir hesaba göre, evi boşaltıp Çırağan'a yerleşmem durumunda aylık barınma harcamamda pek bir fark oluşmuyordu mesela.
Sonra efendim, bir de işin üşengeçlik kısmı var. İzne çıkma kararı aldıktan sonra ‘‘Ağbi ben şimdi bu tatilde ne yapsam’’ diye düşünmeye bile tahammülüm yok.
Haaa, izne çıkma kararı aldığım anda zınk diye Mazı'ya ışınlansam, sonra ‘‘Dinlendim ben artık; modern hayatın yükünü omuzlarımdan attım’’ dediğim anda da eve ışınlansam mesele yok.
Ama o aradaki dönemi yaşamak istemiyorum. ‘‘Nereye gideceğim, nerede kalacağım, gittiğim yerde çok çocuk olur mu, o çocuklar ne kadar gürültü yapar, anneleri döver mi, döverse ortalama ne kadar ağlarlar’’ gibi şeyleri düşünmek bile kasıyor.
* * *
Evde tatil yapmanın avantajları ise say say bitmiyor. Bir kere tatile çıktığınızı bilen insanlar, ‘‘Bu adam nasıl olsa Ege'de bir yerlerdedir’’ diye aramıyorlar.
Aranmayınca da bulunmuyorsunuz, bulunmayınca da manasız plan ve programlara katılmak zorunda kalmıyorsunuz.
Bulsalar da gönül rahatlığıyla ‘‘Ben şimdi Guadaloup'tayım. İki deniz kaplumbağasıyla muhabbet ediyorum. Dördüncüyü bulursak okeye oturacağız’’ gibi yalanlar sıkabiliyorsunuz.
‘‘Eh kardeşim, tamam evde oturuyorsun da bütün gün ne yapıyorsun?’’ diyeceksiniz.
Evde olduktan sonra yapacak şey bulmakta hiç zorlanmıyorum vallahi. Program belli: Her sabah kalkıp, gazete satmayan komşu bakkala nefretle bakıp, gazete bayiine gidiyorum.
Evde gazeteleri okuyup, canımı iyice sıktıktan sonra kendi kendime dj'lik yapıyorum bütün gün. Kendine müzik yapmak süper oluyor. İstediğin şarkıyı 10 kere dinleyebiliyorsun, istemediğin şarkıyı hiçbir vicdan azabı duymadan vort diye ortasından kesebiliyorsun ve bundan mutlu oluyorsun.
Sonra birikmiş kitaplara dalıyorsun; yığılma nedeniyle gereken ilgiyi gösteremediğin, rahat rahat okuyamadığın Tex, Dylan Dog, Martin Mystere, Karaoğlan, Mister No, Sin City albümlerini zamana macun gibi yaya yaya okuyabiliyorsun.
Saat 19:00-22:00 arasını CNBC-'ye ayırıp Simpsons, Married With Children, Seinfeld ve Buffy The Vampire Slayer'ı gerine gerine, kahkahalar atarak seyredebiliyorsun.
Gündüzler için alternatif programlar yapıp İstanbul'un tadını da çıkarabiliyorsun tatil yapmak için bu güzel kenti terk etmezsen.
Mesela Galata Köprüsü'nün altına gidip, gazeteni kitabını orada yeni açılan kahvede okuyabiliyorsun. Hem eski güzel Köprüaltı günlerini anıyorsun hem de kafanı her kaldırdığında Topkapı Sarayı'nı, Boğaz'dan geçen gemileri görüp bu kentte yaşadığın için ne kadar şanslı olduğunu düşünüyorsun.
Veya komşun Latif'e gidip, biralanırken ve Ajda Pekkan'ın best of'unu dinlerken gaza gelip Açık Hava Tiyatrosu'na gitme kararı alıyorsun. İyi de yapıyorsun.
Gördüğünüz gibi yapacak şey çok. İstanbul'da turist gibi takılmak şahane oluyor. Samimi şekilde tavsiye ederim. Türkiye'nin en pahalı kentinde yaşayabilmek için hepimizin canına okunuyor. O zaman tatilinizin en azından bir bölümünü, tıpkı benim yaptığım gibi, dünyanın en güzel şehrine ayırın.
Canınız çıkana kadar çalışarak yaşayabildiğiniz bu kentin turist olarak tadını çıkartın.
* * *
Gelelim yazının başında söylediğim iki günün hesabına. Yoğun eş dost baskısıyla iki günlüğüne uzaklaştım İstanbul'dan. Sırf millet mutlu olsun diye, adet yerini bulsun diye canım tatilimi bölüp Ege sularına şöyle bir dalıp yeniden İstanbul'a, evime, döndüm.