24 Ocak 2003
BUNU benden başka yapan var mı bilmiyorum ama bir süredir Irak Televizyonu'nu seyrediyorum. Bir nevi ruh hastalığı gibi geliyor değil mi? Arapça bilmiyorum, dolayısıyla konuşulanlardan hiçbir şey anlamıyorum. Ama seyrediyorum işte.
Neler var Irak Televizyonu'nda peki? Bir kere şunu söyleyeyim, bizim GAP TV, Irak Televizyonu'nun yanında MTV gibi kalıyor.
Şu sıralar yayınlanan programlar, anlayabildiğim kadarıyla ve sizin de tahmin edeceğiniz üzere propaganda ağırlıklı.
Saddam Hüseyin yüzüyor, Saddam Hüseyin tüfeğiyle halkı selamlıyor, Saddam Hüseyin halkı selamladığı tüfeğiyle havaya ateş ediyor, Saddam Hüseyin yaşlı bir kadına sarılıyor, Saddam Hüseyin çocuklara şefkat gösteriyor...
Saddam Hüseyin'in gözükmediği tek program, çizgi filmler. Japon yapımı futbol çizgi filmleri var ya, işte onları filan yayınlıyorlar.
Sonra yine Saddam çıkıyor; dua ediyor, kutsal yerleri ziyaret ediyor, gülümsüyor, kararlı gözüküyor...
Müzik programı başlıyor. Çocuk korosu şarkı söylüyor, arka planda füzeler, jetler uçuşuyor ve 'kahraman ordumuz her daim muzaffer olacaktır' gazı verilirken bilin kimin görüntüsü yükseliyor: Oh yeah, Saddam Hüseyin!
***
İşin tuhaf yanı, Irak Televizyonu seyrede seyrede Saddam Hüseyin'e sempati beslemeye başladım. Laf olsun diye değil, hakikaten takdir ediyorum adamı.
Biliyorum Saddam bir diktatör, biliyorum kanatlı melek değil, biliyorum halkına çok acı çektirdi...
Ama kahvehane muhabbeti yaklaşımıyla bakarsak olaya (Bence bir sakıncası da yok ayrıca bu yaklaşımın): ‘‘Saddam delikanlı adam vesselam!..’’
Mesela bakıyorum Irak Televizyonu'na; her şey var, panik belirtisi yok.
Yani çok pardon; bir ülke üç vakte kadar dev bir ordunun saldırısına uğrayacağını bilse panik olur değil mi?..
Yok, panikten en ufak bir iz yok işte.
Şimdi diyeceksiniz ki; ‘‘Panik vardır ama herhalde televizyona yansıtmıyorlardır...’’ Ama ben diğer televizyonlarda yayınlanan Irak görüntülerine de bakıyorum. Halk hayatına gayet sakin devam ediyor.
Allah korusun, mesela ABD bize saldıracak olsa, memlekette durum nasıl olurdu bir düşünsenize... Düşündüm içim karardı, siz düşünmeyin...
***
Irak halkının durumunu ‘‘Biz bu filmi görmüştük daha önce’’ rahatlığıyla mı açıklarsınız, ‘‘Abi nasıl olsa bombalayacak bu Bush şerefsizi bizi. Kaçış yok madem... Hayat normalmiş gibi devam edelim’’ mantığıyla mı, orası size kalmış.
Iraklılar istemiyor, Türkler istemiyor, Kürtler istemiyor, İngilizler, Almanlar, Japonlar, Ruslar, Fransızlar, Mısırlılar, İranlılar, Kırgızlar, Tuvalılar, hatta Amerikalılar istemiyor ama savaş çıkıyor.
Saçma!
***
40 yıl düşünsem Saddam Hüseyin'i seveceğim aklıma gelmezdi ama, Irak Televizyonu'nu seyrettikçe adama sempati duymaya başladım.
Dayan Saddam Abi!
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2003
ANTALYA'YA ne zaman gitsem meteorolojik manada bir rekorla karşılaşıyorum. En azından son üç gidişimde öyle olmuştu. Birinde uçağın kapısı açılıp dışarı adım attığımda, sıcağa inanamamıştım. Hatta uçağa geri dönüp, ‘‘Beni İstanbul'a geri götürür müsünüz lütfen’’ demeyi bile düşünmüştüm.
Sonra öğrendim ki Antalya'nın -30 yıldır mı ne- yaşadığı en sıcak günmüş. Bir mini fırınla omuz omuza yürümek gibi birşeydi o iki gün Antalya'da yaşamak...
Ondan sonraki gidişim, geçen yıl Efes Cup içindi. Yine uçağın kapısı açıldı, ben yine ilk adımımı attım ve önce havaya, sonra elimdeki bilete baktım. Bilete bakmamın sebebi, ‘‘Yanlışlıkla Erzurum'a mı geldim’’ endişesiydi.
Bu kez mini fırınla değil, bir derin dondurucuyla gezdik iki gün boyunca. O zaman da Antalya'nın -yine son 30 yıldır filan- yaşadığı en soğuk günmüş.
Hatta gazetelerde haberler çıkmıştı, ‘‘Antalyalılar soba almaya başladı’’ diye. Size şöyle söyleyeyim; İstanbul'un o günlerdeki havası, Antalya'yla karşılaştırıldığında Seyşel Adaları gibi kalıyordu.
Geçen hafta Efes Cup II için Antalya'ya gitmek gerektiğinde, açıkçası biraz tırstım. Yani son seyahatler düşünüldüğünde endişelenmekte haksız da sayılmam di mi?..
Gitmeden önce hava raporlarına baktım, normal gözüküyor. İstanbul'dan daha sıcak en azından.
Bir de tabii lig tatilde; futbolsuzluk kafaya vurmuş. Deseler ki; Antalya'ya bugünlerde ceviz büyüklüğünde dolu yağıyor, kask takıp yine gideceğiz.
Gittik, Fenerbahçe-Werder Bremen maçını seyrettik. Aslında tam olarak seyredemedik. Çünkü Antalya Stadı'nda bizim bulunduğumuz yer (Protokol davetiyesiyle girdiğimizden, protokol tribünündeydik) futbol seyredememek için tasarlanmış.
Yine de futbol maçı işte. Fenerbahçeli arkadaşlar müsterih olsun. Bir Galatasaraylı'nın sözüne ne kadar güvenirler bilemem ama Fener gayet iyiydi Werder Bremen maçında...
Geçen sene finalde kaybettiği kupayı, bu sene alır bence. O maç da bugün değil mi?... İyi işte, akşama seyredecek bir maç daha bulduk. Allah bereket versin ve kimseyi futbolsuz bırakmasın...
Bağımsız film bağımlılığı
2. AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali bugün başlıyor. Hatta biraz geç uyandıysanız, başlamış olduğunu bile söyleyebiliriz.
Geçen sene bu festival sayesinde, normalde seyretmek için büyük ve detaylı bir plan yapmak gereken filmleri kolaycacık seyretmiştik.
Hoş, ben ‘‘Ed Gein’’i hiç beğenmemiştim ama genel manada hayatımdan çok memnundum.
Bu seneki programda kafadan gidilmesi gereken filmleri belirledim. Mesela ‘‘My Little Eye’’ iyi bir korku filmine benziyor. Sonra David Bowie'nin meşhur Ziggy Stardust and the Spiders turnesinin son konserine kesin gidilecek.
‘‘Ichi The Killer’’ biraz mideyi zorlayacağa benziyor ama gitmezsem içim rahat etmez. ‘‘Bloody Mallory’’ desen, o da öyle. ‘‘Alive’’ ve ‘‘Katakuriler'in Mutluluğu’’ da seyredilmesi planlanan filmlerden.
Bir de ‘‘24 Hour Party People’’a gitmeyi planlıyordum.
Planlamak ne kelime kesinlikle gidecektim. Çünkü hikaye Manchester'da geçiyor. Çünkü hikaye gerçek. Ve çünkü bu aslında Joy Division'ın, Happy Mondays'in vesairenin hikayesi.
1980'lerin başından, Ian Curtis'in yaşadığı zamanlardan, Shaun Ryder'ın gencecik ve dünya kadar zararlı maddeyi vücuduna boca etmeye henüz başladığı zamanlardan bahsediyor.
Fakat, filme gitmeme gerek kalmadı. Festivalciler sağolsunlar, süper bir hareket yapıp seyredip iade etmem karşılığında filmin bir kopyasını yolladılar.
Ben de önce gazetede, sonra bir arkadaşımda ‘‘çift dikiş’’ modeline sadık kalarak seyrettim.
Eğer 1980'lerde Büyük Britanya'da bir takım orijinal adamlar, bir takım orijinal hayatlara nasıl imza atmışlar diye merak ediyorsanız, seyredin.
Joy Divison... Vay ustacığım!..
Robert De Niro'ya hálá gülüyorum
ANALYZE This (Anlat Bakalım) seyredemediğim filmlerdendi. Daha doğrusu, bahsetmiş olmam lazım iki sene önce bende bir sinema fobisi ortaya çıktı.
Sinemaya 1 yıl kadar gitmedim, gidemedim. O günler hayatımda karanlık bir dönem olarak yerini korumakta. Televizyonda, videoda film seyrediyordum ama sinemada asla.
İşte o sırada ıskaladığım filmlerden biriydi.
Fakat ‘‘Analyze That’’e gittim. Güzelim Emek Sineması'nda en sevdiğim sırada, en sevdiğim koltuğa oturdum ve özellikle filmin ilk yarısında gözümden yaşlar gelene kadar güldüm.
Normalde sinemada yüksek sesle gülmem çok zor. En son kahkaha attığım film henüz ortaokul-lise yıllarında, Site Sineması'nda seyrettiğim bir Pembe Panter filmiydi.
Hani Peter Sellers, paralel bar'da artist artist sallandıktan sonra yanlış taraftan atlar ve merdivenden aşağıdaki salona düşer ya, işte o sahne. Geçenlerde yine seyrettim evde ve yine aynı yerde kahkaha attım...
Bu arada Hababam konusu ayrı bir konu. Onda hep gülüyorum...
Neyse işte, çok ama çok komik sahneler var. Özellikle De Niro'nun ‘‘Talk to the manager’’ sahnesinde sinema boydan boya yarıldı gülmekten.
Bak yine hatırladım, yine güldüm.
Magnus'un anısına
TEX'in o çok havalı özel albümleri var ya; hani büyük boy olan... İşte onun 9'uncusu çıktı şimdi. Yanılmıyorsam 244 sayfalık maceranın adı ‘‘Dehşet Vadisi...’’
‘‘Akşam olsun, eve gideyim ve onu okuyayım’’ diye yaşıyorum. Yavaş yavaş, tadını çıkara çıkara...
Bu sayının çizeri meşhur Magnus. 1996'da ölmüştü galiba. Şimdi yanımda değil Tex, o yüzden böyle emin olmayan tavırlarla yazıyorum.
‘‘Dehşet Vadisi’’nin içine, Magnus'un bir fotoğrafını da koymuşlar...
Vallahi ne diyeyim. İyi ki yaşamış, iyi ki çizmiş. O kadar güzel ki. Çizgi roman hastaları bu topu sektirmesin. Çok şahane.
Macera nasıl diye sormayın. Şu kadarını söyleyeyim, her yeni Tex macerası okuduğumda olan şeyler oluyor. Tex'ten cümlelerle konuşmaya başlıyorum ve bir yerde yemek yiyeceksem şöyle diyorum: ‘‘Bana ve dostuma biftek, bol bol kızarmış patates ve köpüklü bir bira...’’
Anlayan anlamıştır. Tex diyeti diye bir şey de var yani...
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2003
MİLLİ Piyango'nun yılbaşında vereceği büyük ikramiye açıklanır açıklanmaz, Türk Haber Klasikleri'nden biri ısıtılarak önümüze çıkarılır: ‘‘Bu parayla neler yapabilirsiniz?..’’ Sonra da hakikaten abuk bir liste sunulur... Şimdi vereceğim rakamlar uydurma ama liste böyle oluyor genellikle: 800 adet Şahin otomobil, Zımbırtı Evleri'nden 150 daire, 900 bin CD Player, 100 Arap atı, 8 milyon şişe meşrubat, 1 milyon cep telefonu...
Haberi yazan arkadaş, biraz daha yaratıcı bir günündeyse ‘‘İkramiyeyi 1 milyon liralık banknotlar şeklinde alırsanız, bu paraları uç uca ekleyerek dünyanın çevresini 2,5 kez dönebilirsiniz’’ gibi cümleler de kurabiliyor.
***
Her sene bu haberi okurken ‘‘İnsan niye 800 tane Şahin otomobil almak ister ki?..’’ diye düşünür, sonra da paranın bana çıkması durumunda neler yapacağımı planlarım.
Ama planlarım tam ikramiye üzerinden olmaz. Çünkü hiç tam bilet almam, hep çeyrek... Olsun, çeyrek biletle bile şahane hayaller kurabiliyorum.
Bir kere kafadan tekne alıp dünyayı gezmeye çıkıyorum. Sadun Boro'nun anılarını okuyarak büyümüş bir kuşağın temsilcisi olarak tekneyle dünya turunu es geçmem zaten düşünülemez.
Galatasaray'a baba bir oyuncu transfer etmeyi düşündüğüm de oluyor. Ama çeyrek biletle alınacak oyuncudan Cimbom'a fayda gelmiyor. Hesaplarıma göre ancak Ferençvaroş'un sağ bekini filan alabiliyoruz...
Otomobil kullanmayı bilmediğimden Ferrari'yle filan işim olmaz. Ferrari alıp şoföre kullandırmak zaten saçma olur. Bu arada Land Rover alıp şoföre kullandırtan arkadaşlara da bu vesileyle bir selam çakmak isterim. Sizce de saçma bir şey değil mi bu?..
***
Paranın yarısını cebe indirip, kalanını sevdiğim insanlara eşit olarak dağıtmak fikri de güzel. Ama ‘‘Para çıkınca da böyle asil asil düşünür müyüm?’’ sorusunun cevabını hala verebilmiş değilim. Bu da böyle...
Ev almak her zaman iyi bir fikir. Ama site insanı olarak yaşayamayacağımı da biliyorum. Kasımpatı Evleri, Zuhuratbaba Konakları başkalarının hayallerini süslesin. Ev sahibim satarsa, oturduğum evi almak isterim ama...
Sosyolojik araştırma amacıyla gittiğim Akmerkez'de görmüş olduğum bilmemkaçbin dolarlık televizyon irisini kesin alırım. O kadar çok para bulsam zaten evi küçük çaplı bir sinemaya çevireceğim kesin.
Bir de amazon.com'a girip ellerim titreyerek sipariş ettiğim çizgi romanları, koliyle eve indirebilecek duruma gelmek isterdim tabii. Sonra hiç evden çıkmadan bütün gün oku... Ne güzel!
***
Zenginin malı, züğürdün çeneseni yorarmış. Benimki de o hesap oldu. Fakat bu hale gelmemin bir sebebi var elbet.
MasterCard, 6 ayda bir MasterIndex adında bir araştırma yapıyor.
Türkiye'nin 7 bölgesinde 1200 yetişkine ‘‘Elinize fazladan 20 bin dolar geçse ne yapardınız?’’ diye sormuşlar bu kez.
Cevaplar arasında ilk sırada ‘‘Ev alırım’’, ikinci sırada ‘‘Tasarruf amaçlı kullanırım’’, üçüncü sırada ise ‘‘Otomobil alırım’’ bulunuyor.
20 bin dolar, 33,5 milyar TL gibi bir şey yapıyor. Bu para alınacak ev, açık konuşmak gerekirse çok iyi olmaz. Otomobil zaten benim açımdan gündem dışı. Tasarruf desen, yani tabii iyi bir şey, sorsam annem de bunu tavsiye eder ama ben herhalde çatır çatır yerdim o parayı.
Şu anki duruma göre bana 20 bin dolar gelmesi diye bir şey söz konusu değil. O yüzden rahat rahat atıp tutuyorum. Ama sizi yanlış yönlendirmek istemem.
Bu sebepten yakın arkadaşlarımdan 5 tanesini aradım ve bu soruyu yönelttim. İlk etapta aramızda geçen ‘‘Ağbi saçmalayacaksak, ben kapatayım işim var... Kafayı mı yedin?.. Ne 20 bin doları be!’’ türü konuşmaları aktarıp vaktinizi çalmayacağım.
5 kişinin tamamı ‘‘Yerim’’ dedi. ‘‘Nasıl yersin?’’ diye sorduğumda da ‘‘Buğulama yaparım’’ diyen şuursuz bir arkadaşın dışında hepsi ‘‘Çatı çatır yerim ağbi’’ cevabını verdi. Bu bilgiyi kayıtlara nasıl geçirirsiniz bilemiyorum. Ben görevimi yapmış bir insanın rahatlığıyla eve doğru akıyorum...
Yazının Devamını Oku 11 Ocak 2003
TOPESTO aradı ve ‘‘Usta Kırmızı Kod...’’ dedi. Sabah sabah heyecan yaşamak niyetinde olmadığımdan, ‘‘Ne kırmızısı, ne kodu?..’’ dedim. ‘‘Öteki Türkiye'ye gitmem gerekiyor, destek ünitesi olarak katılır mısın?’’ dedi. ‘‘Serdar Turgut'un kulakları çınlasın; öteki Türkiye'den kasıt nedir, onu alabilir miyim?..’’ dedim.
‘‘Akmerkez'e gitmem icap ediyor, beraber gidelim’’ dedi.
Topesto bir süredir kuzeninde bulunan filmlerini almaya çalışıyor. Kuzen bunun filmleri hacılamış filan değil. Kızın tek suçu, Topesto'nun sipariş ettiği filmleri İngiltere'den buraya getirmiş olmak.
Filmlerin hatırı olmasa kesin satacağım elemanı ama sonra Topesto ‘‘Sen bu filmleri seyretmeyi hak edecek ne yaptın’’ edebiyatına dönebilir.
Filmler de film ama: ‘‘Naughty Cheerleaders’’, ‘‘Emmanuelle in Bangkok’’ ve ‘‘Vampire Hookers.’’ Bu arada Emmanuelle Bangkok'ta filminde Laura Gemser'in başrolde oynadığını da belirtmeden geçemeyeceğim...
‘‘İyi bakalım gidelim o zaman, akşam yemeğini de Papermoon'da yiyelim istersen’’ dedim, ‘‘Höt! Terbiyesizleşme’’ cevabını aldım...
Bin Metro, in Metro; bin taksi, in taksi vardık Akmerkez Tesisleri'ne. Hafta içi olduğundan boştur diye düşünüyoruz. Nerdeeee. İndirim dönemi başlamış. Kredi kartını kapan, limiti yalan etmeden çıkmıyor Akmerkez'den.
* * *
Cep cihazından kuzeni aradı Topesto: ‘‘Neredesin afacan?..’’
Geliyormuş ama ufak bir işi çıkmış. Yahu, bu ‘‘Ufak bir işim çıktı’’ yalanı asırlardır söylenir ve asırlardır inanılır...
Çaresiz beklemeye başladık. En alt kattaki elektronikçilere baktık. Alamayacağımız gün gibi aşikar bir televizyon sorduk, 5 bin dolarmış. Zaten televizyondan çok, kendi içinde bir sinemaydı alet...
Sonra Remzi Kitabevi'ne girdik. çalışanlardan birine ‘‘Çizgi Roman bölümü var mı?’’ diye sordum, varmış.
İngilizce çizgi romanların arasında iki tane Akira cildi buldum. Bende var ama ne kadarmış diye fiyatına baktım: 37 dolar 95 cent!..
Akira'nın cildi Akmerkez'deki Remzi hariç dünyanın her yerinde aynı fiyata satılır: 25 dolar mı ne?... Orijinal kapağında yazan zaten bu fiyat. Ama Remzi, kendisi etiketlemiş ve kafadan 37 dolar 95 cent yapmış. Topesto'ya söyledim bu durumu, ‘‘Ne yapmamızı öneriyorsun, kınayalım mı yani?’’ dedi.
Eh o da haklı. Ama ben kendi adıma kınadım Remzi'yi...
Bir süre daha şuursuzca gezdik. Topesto'nun cep cihazı çaldı nihayet. Kuzen gelmiş ve bizi Home Store'da bekliyormuş.
Ben belki manken de görürüz ümidiyle ‘‘Gidelim’’ diyorum ama Topesto girmem ben oraya diye inat ediyor. Manasız bir inat...
‘‘Yahu n'olacak, bir kahve içeriz, filmleri alıp kalkarız’’ diye ikna ettim.
Kuzen ve kuzenin Lailamatik arkadaşları bir masa yapmış oturuyorlar. Biz bunların gözünde koca adamlarız. Kuzen zeka yaşımızın 11 olduğunu filan söyler ama neredeyse yarı yarıya yaşlarımız.
Uzatmayalım. Oturduk Reinaperver gençlerimizin yanına, kahve söyledik. Bu arada kuzen filmleri verdi. Arkadaşlarından biri‘‘Ağbi onlar ne?’’ diye sordu.
Şimdi çocuk filmleri görse, hakikaten delirmiş olduğumuzu düşünecek. Nasıl anlatacaksın çocuğa bu filmleri niye sevdiğini...
‘‘Yok bir şey güzelim, seni açmaz’’ dedi Topesto. ‘‘Belki açar, ne biliyorsun?’’ dedi ukala dümbeleği.
Topesto ‘‘Bak sen ağbi sözü dinle; açmaz diyorsam açmaz’’ dedi.
Kuzen, arkadaşını haşladığı için Topesto'yu şuurunu tamamen kaybedene kadar aşağıladı filan falan...
Ben bu arada kuşaklararası çatışmadan sıkılmışım etrafı kesiyorum meşhur biri var mı diye.
Sadece iki tane meşhur insan gördüm. Biri Arto, diğeri de Emrah'tı. Şansa bakar mısınız?..
Roberto Baggio'ya hürmet
ŞU futbolsuz günlerde, futbol hastalarına küçük bir güzellik yapayım. İnternet bağlantısı olan bir bilgisayar buluyorsunuz. İnternet ortamına yatay geçiş yapıyorsunuz.
Kutucuğa 'www.robertobaggio.com' yazıyorsunuz. Oradan ‘‘games’’ yani oyunlar bölümüne giriyorsunuz ve sol ayakla kaleciyi çeşitli mesafelerden avlamaya çalıştığınız süper bir frikik oyunu buluyorsunuz.
Gazetede çalışırken dellendiğim vakit direkt bu oyuna giriyorum ve hırsımı kaleciden çıkarıyorum. Bu arada penaltılarda ne kadar kazma olduğumda anlaşıldı. 6 kere penaltı kazandım, sadece birini gol yapabildim...
Bir frikik oyunu daha var aslında. O da güzel... Onu da 'www.mousebreaker.co.uk' adresinde oynayabilirsiniz. Topun dibine falsolu vurun ama abanmayın, çok güzel goller atıyorsunuz ve harbi harbi havaya giriyorsunuz...
Courtney Love yani Aşk Böceği!
SEINFELD'in bitmiş olmasına üzülüyorum. CNBC-E'nin bugün kanallar arasında ayrı bir yeri var ise bunu büyük ölçüde Seinfeld'e borçluydu. Bir de South Park'a, bir de Buffy'ye, bir de yayınladığı bazı filmlere, bir de Just Shoot Me'ye...
Liste uzayıp gidebilir böyle. Hatalarıyla da seviyoruz bu kanalı. Geçenlerde ‘‘Mad About You’’da Courtney Love'ı kullanarak bir espri yapılıyordu. Helen Abla, böyle uçmuş kadın tribi yapmaya kalkıyor, kocası da ‘‘Ne öyle Courtney Love ayağı yapıyorsun’’ gibilerden bir şey söylüyor.
Courtney Love'ı bilirsiniz. Nirvana'nın solisti Kurt Cobain'in eşi, Hole'un solisti, aynı zamanda -bana göre- iyi bir oyuncu.
İşte bu Courtney Love'ın ismini -dikkatinizi çekerim özel isimden bahsediyoruz burada- ‘‘Aşk Böceği’’ mi ne, öyle bir şekilde çevirdiler mesela.
Aynı bölümde bir-iki vahim hata daha vardı ama bu hakikaten uzun süre unutulmayacak güzellikte bir çeviri hatasıydı.
Uyarayım dedim. Ailecek beğenerek izliyoruz ama hatayı da söylemek lazım, değil mi?.. Çok sık olmaya başladı.
Tam bu mevzuyu kapatıp başka bir alana deplase olmaya niyetlenmişken Sanlı Ergin geldi, ‘‘Yazı nerede?’’ diye.
Ben de durumu kurtarmak için, ‘‘Ehem, biliyor musun geçen gün CNBC-E'de böyle böyle oldu...’’ diye konuyu anlattım.
O da ‘‘Asıl Alice'de ne yaptılar biliyor musun?’’ dedi.
‘‘Bilmiyorum. Dicitürk'e kızgınlığım geçmiş değil, kullanmıyorum’’ dedim.
Anlattı. Çin yemeklerinde kullanılan Wok diye bir hadise var. İşte bu Wok'a ‘‘Yarı küresel tencere’’ demişler Alice'de... Aslında şimdi düşündüm de çok da kötü değil...
Ama bir de şöyle bir cümle duymuş ki Sanlı; o çok güzel: ‘‘Ağrı Dağı eteklerinden toplanan Ararat Kekiği...’’ Bunu beğendim işte!..
Bir de konuyla çok alakalı değil ama bir arkadaşım Karaoğlan dizisinde şöyle bir şeye rastlamış. Karaoğlan zor bir durumda aynen şu cümleyi kurmuş: ‘‘Bu olay beni aşar...’’ Af buyurun, Karaoğlan bu... İyi ki sonra da eklememişler: ‘‘Deeeermişim!..’’
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2003
NORMAL normal yaşayıp gittiğimizi düşünürken öyle bir olayla karşılaşıyorum ki; ‘‘Yok ağbi, böyle bir şey olmuyor değil mi? Biri çıkıp hayal gördüğümü söylesin’’ diyorum... İnsanı dumura uğratacak, sinir sistemini tamamen düğümleyecek bir olay yaşamak için evden çıkmak, insan içine karışmak filan da gerekmiyor.
Televizyonla başbaşa birkaç saat bile yetebiliyor.
Bilgisayarını kullanmak için bir arkadaşıma uğradım geçen hafta. Bilgisayarı kullanmaktan kastım, iki tane banka işlemi yapmak ve sonra da Quake oynamak...
Ben Quake'te veriyorum roketi, veriyorum hızarı rakiplere, arkadaşım da televizyon seyrediyor. Televizyon derken; akıllı uslu bir insan olduğundan açmış EuroNews'u, ona takılıyor. Bir ara ‘‘Yahu bir dakika baksana tuhaf bir şey oluyor spor haberlerinde’’ dedi.
Sporla ilgisi olmadığından, penaltı atışını bile tuhaf olarak değerlendirebilir. O sebepten önce ilgilenmeyeyim dedim.
Sonra şöyle bir baktım meraktan... Aaa! Hakikaten tuhaf. üzerlerinde sadece şort bulunan insanlar, futbol sahasında güreşle, elim sende arası bir şey oynuyorlar.
Mesela dört kişi kol kola giriyor. Sonra bir adam geliyor bunların yanına içlerinden birini kafasından tuttuğu gibi yere yatırıyor. Diğerlerinde hareket yok.
Bir süre onu yerde tuttuktan sonra adamı bırakıp koşmaya başlıyor. Daha doğrusu saldırgan şahıs hedeflediği çizgiyi geçene kadar koşuyor, diğeri de kovalıyor.
Çizgiyi geçince de kollarını havaya kaldırmak veya dizlerinin üstünde kaymak suretiyle bir nevi gol sevinci yaşıyor.
İlk bakışta anlayamadım tabii bunun ne olduğunu. EuroNews aynı bülteni birkaç kez döndürdüğü için merakla haberin yeniden yayınlanmasını bekledik. Haa bu arada bu tuhaf oyunu onbinlerce kişi seyrediyor.
Amerikan Futbolu'nun topsuzu şeklinde tarif edebileceğim oyunun adı Kabbadi imiş. İnternet aracılığıyla biraz bilgi topladım oyun hakkında.
7'şer kişilik iki ekip halinde oynanıyor. Hedef saldırıp mümkün olduğunca çok rakibe değip, kendi sahana dönmekmiş. Bir de unutmadan ekleyeyim, saldırıya geçen şahsın sürekli olarak ‘‘Kabbadi, Kabbadi’’ demesi gerekiyormuş. Oyunun böyle bir kuralı da var.
Asya ülkelerinden bazılarında ve sıkı durun Kanada, Almanya gibi Batı ülkelerinde sevilen bir oyunmuş.
Buz üstünde disk savurma esasına dayanan curling'i dünyanın en saçma oyunu sanırdım, meğer daha saçması varmış.
Bir de bu oyunun Olimpiyatlara dahil edilmesi isteniyormuş. Dur baalım daha neler göreceğiz...
Kabbadi şokunu atlatamadan Seda Sayan'da takıldık kaldık. Daha önce rast gelmediğim için bilmiyorum Seda Sayan'ın böyle neşeli bir programı olduğunu.
Seda Sayan oynuyor, konuklar oynuyor, herkes oynuyor. Hafif çatlak olduğunu düşündüğüm Seda Sayan'a karşı sempati beslediğim bile söylenebilir. Fakat bu kadar neşe insanı yormaz mı birader?..
Bir de günün ortasında insan nasıl öyle sürekli oynayabilir ya? Nasıl motive olabilir insan?.. Ne düşünür de o kadar neşelenir?.. Memlekette bilgim dışında çok neşeli birşeyler oluyor da, benim mi haberim yok?..
Bünye kaldırmadı bu kadar neşeyi ve zaplamaya başladık. Bu kez genç bir kızın ‘‘Biri bana söyleyebilir mi acaba? Ben böceğe benziyor muyum?’’ şeklindeki cümlesine takıldık. ‘‘Türk televizyonlarında Kafkaesk bir tartışma... Hem de gün ortasında... Allah Allah...’’ diyerek seyretmeye başladık.
Meğer bu da BBG tartışmasıymış. yok efendim bir yarışmacı diğerine böcek demiş mi dememiş mi?.. Sıfırbilmemkaç bilmemkim adam mıymış, yoksa öyle mi gösteriyormuş.
Kendi aralarında tartışıyor olsalar ona da eyvallah diyeceğim. Programı izleyen ve anladığım kadarıyla takım tutar gibi yarışmacı tutanlar da ateşli bir şekilde olaya dahil...
Yalnız olmadığımı, sizin de bunları anlamadığınızı söyleyin ne olur?..
Deminki cümleden sonra yazıyı postalıyordum ki; ‘‘Bu yazıyı sosyal bir mesajla bitirmek gerekir mi acaba?’’ diye düşündüm. Hani şöyle; ‘‘Savaşın eşiğinde, krizin göbeğinde, insan hayatının cihazlardan daha ucuz olduğu bir ülkede hala eğlenebiliyorsak ne güçlü milletiz biz’’ gibi bir cümleyle.
Sonra vazgeçtim. Efendim, mesaj mı vermiş oldum?.. Geri alıyorum mesajı!
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2003
YENİ yılın ilk sabahı. Evde tuhaf bir ses var. Bir noktaya kadar Eminem'in şarkısına benziyor bu ses. Fakat biraz, nasıl söylesem, deforme olmuş... Sesi araştırmak üzere kendimi yataktan kazıyorum. Bu ne biçim bir ses yahu?..
Nereden geliyor, nereden geliyor?.. Ah! Telefon. Tamamen unutmuşum. Bu cep cihazının sesi. Topesto'nun cadı kuzeni yaptı...
Telefona cevap vermek gerekiyor önce, melodi sonra normal bir zil sesine nasıl olsa çevrilir.
‘‘Yes’’ diyelim bakalım kim çıkacak karşımıza?..
‘‘Alo’’ diyor karşı taraf normal olarak. Ama ‘‘o’’ kısmı kalın okununca bu sesin sahibini hemen tanıyoruz: Riko arıyor.
‘‘N'aber birader?’’
‘‘İyi, sizden?..’’
‘‘Eee, evde tek başıma olduğum ve herhangi bir kişilik bölünmesi yaşamadığıma göre... Sen de bir anda bana 'siz' diye hitap etmemeye başlamayacağına göre...’’ diye lafı uzatırken Riko müdahale etti: ‘‘Ne bileyim, kalmadı mı Topesto filan sende?..’’
‘‘Yok usta, dar kadro 6-7 kişi yemek yedik, sonra benim eve geldik, sonra ekip dağıldı. Ben hazır eve gelmişken dışarı çıkmadım filan falan...’’
‘‘Sen ne yaptın? Sanki gece seni Trafalgar Meydanı'nda gördük, elinde şampanya şişesi, üstünde Teletubbies tişörtü olan tip sendin di mi?’’
‘‘Terbiyesizleşme. Biz Büyük Britanya'da gayet saygın pozisyonda bir insanız. Normal bir yılbaşı gecesi geçirdim. Mahalle pub'ı, sonra da ev...’’
‘‘İyiymiş...’’
‘‘Aramadı mı Topesto hálá? Yapmıyor musunuz program?..’’
‘‘Yok ama biraz sonra damlar. Saat kaç bakayım?.. Ooo ve de haaa! Usta sen saatin kaç olduğunu biliyor musun bizim memlekette?.. Hatta çok pardon saat burada 08.00 ise, Londra'da 06.00 olması lazım. Yatmadan önce arıyorsun di mi?..’’
‘‘Ya, tam hesaplamadım kaç olduğunu ama doğru, ben yatacağım biraz sonra. Sizi ekip olarak yakalarım diye aramıştım aslında, sonra fark ettim saati...’’
O dakika itibariyle sonra konuşma kararı aldık.
Tabii uyu uyuyabilirsen bir daha...
İki saat sonra Topesto aradı, ‘‘Hangisine?..’’ diye.
‘‘Ben Vidocq diyorum’’ şeklinde cevap verdim...
‘‘Uyar’’ dedi.
Yılbaşı yorgunu İstiklal Caddesi'nde biraz yürüyüp, birşeyler yedik ve filme girdik.
Yılbaşı sabahları sinemaya gitmek, bir tür gelenek. Herkese tavsiye ederim. Çok iyi geliyor insana.
Fakat Vidocq yeni yıl sabahı için biraz fazla kafa karıştırıcıydı. Yine de, Ines Sastre ablanın güzelliği iç açıyor tabii.
Filmden çıktık bir yerde kahve içiyoruz. En utandığım şey oldu. Biri geldi ve ‘‘Pardon siz Kanat mısınız?’’ diye sordu.
‘‘Evet’’ dedim. Bu kez Topesto'ya döndü ve ‘‘Bu da Topesto mu yoksa?’’ dedi.
O esnada Topesto bana öyle bir baktı ki; ‘‘Hayır; bu, eeee, bu Riko da değil’’ gibi sersemce bir cevap verdim.
‘‘Kim peki o Topesto'yla Riko, çok merak ediyorum’’ dedi.
‘‘Riko Britanya'da, Topesto da daha kalkamamıştır, malum dün gece... Yılbaşı partisi...’’ dedim.
Kibar bir insandı. Bir-iki soru daha sordu, karşılıklı teşekkür ettik ve sessizce dağıldık.
Şimdi arkadaşlar, Topesto ile Riko'nun kim olduğunu soran çok.
Riko hakikaten burada değil. Topesto da benden utangaç biri. Bu sebepten pek öyle birlikte dolaşmıyoruz.
Bu olay Topesto'nun başına ilk kez geldi. Ama arada başka arkadaşlarımın yaşadığı bir hadise.
Mesela geçen sene Latif Demirci'yle Kaktüs'ten çıktığımızda böyle bir şey olmuştu. Biri geldi ve önce benim suratıma baktı, tanıdı, sonra direkt Latif'e dönüp ‘‘Siz Topesto musunuz?’’ dedi.
Latif de ‘‘Hayır ben Muhlis'im’’ dedi...
Aslında bir keresinde Latif'i Orhan Pamuk'a da benzetmişlerdi Babylon'da. Sonra düşündüm de, bence benziyorlar biraz...
Mesela başka bir arkadaşım var. Her Cumartesi gazeteyi endişeyle açıyor. Çok sık görüştüğüm bu arkadaşımın annesi bile Topesto olduğundan emin. Ama vallahi o da değil ya!..
Böyle yani...
Futbolcunun seksüel faaliyetleri
FUTBOLSUZ günlerde size bir futbol anektodu aktarayım da biraz kafa dağıtalım. İki ay önce sahaflarda süper bir kitap buldum. Kitabın adı: Futbol Bizim Dünyamız.
Yazarları; Eşfak Aykaç, Gündüz Kılıç ve Coşkun Özarı.
40 sene önce yazılmış. Yazıldığı dönem gözönüne alındığında çok modern bir kitap. Atlaya zıplaya da olsa okudum.
Yıllardır tribünde konuşulan bir konuya da ışık tutuyor kitap: ‘‘Futbolcu ne sıklıkta seks yapmalıdır...’’
Diyor ki kitapta; ‘‘Maalesef bu, memleketimizde sporcular tarafından fayda ve zararları en az anlaşılmış bir mevzudur. Öyle sporcular vardır ki; uzun bir süre içerisinde hiçbir kayıt ve nizama uymıyacak bir şekilde suiistimal yaptıktan sonra müsabakadan kısa bir müddet evvel sözde kendilerini kontrol altına almaya çalışırlar. İstenen randımanı veremedikleri anda da, hemen 'Vallahi ağabey, son 3-4 gün kendime o kadar iyi baktım ki, bir türlü anlıyamıyorum. Niçin muvaffak olamadım?' derler.
..Aktif bir sporcunun haftalık seksüel hayatı ikiyi geçmemelidir. Bunu da maç ve antrenmanlar ile denkleştirmesi icap eder...’’
Şimdi ben bunu okudum ya; bir süre sonra değerli büyüğüm, çok sevdiğim Coşkun Özarı'yla karşılaştık. Fırlamalık olsun diye ‘‘Ağbi böyle böyle yazmışsınız kitapta, hakikaten doğru mu bu?..’’ diye sordum.
‘‘Heh-heh’’ diye güldü Çoşkun Ağabey ve kısa bir cevap verdi: ‘‘O kısmı ben yazmadım...’’
Dünya 100 yaşında olsaydı
ÜÇ bilimadamı: Jean-Marie Pelt, Marcel Mazoyer, Theodore Monod... Bir gazeteci: Jacques Girardon... Oturup söyleşip ortaya ‘‘Bitkilerin En Güzel Tarihi’’ adında çok faydalı, çok eğlenceli bir kitap çıkarmışlar.
Nedret Tanyolaç bu güzel kitabı Türkçe'ye çevirmiş, İş Bankası da yayınlamış. Kitabı alın, tadını çıkarta çıkarta okuyun. Ben önsözünden bir bölüm aktarmakla yetiniyorum:
‘‘...Bitkilerin içinde yaşadığı zamanı daha iyi kavramak için klasik, ancak işe yarar bir yol vardır. Buna göre jeolojik çağlar ve o çağların kapsadığı, algılamakta güçlük çektiğimiz milyarlarca yıllık süreler, anlayabileceğimiz bir ölçeğe çekilir...
Şimdi 4,5 milyar yılı 100 yaşa eşit kabul edelim. Ve Gezegenimizin 1 Ocak 1900'de doğmuş olduğunu varsayalım.
Aynı zaman oranını koruduğumuzda yaşam 1923'te ortaya çıkar. Bitkiseldir ve tabii ki son derece ilkeldir!
Tekhücreli ilk yosunlar çok geç bir dönemde çekirdeğe kavuşur; 1986'da!
Bitkilerin denizden kopup karaya uyum sağlaması 1991'de!
Olaylar hızlanır: 1994'ten sonra kozalaklılar boy verir. 1996'da memeliler ortaya çıkar, bunu 1998'de çiçekli bitkiler izler.
İlk antropoidlerin izleri 1999 Temmuz ayına uzanır. Homo Sapiens dönemi 6 ay sonra başlar: 31 Aralık günü, akşama doğru. Aynı yılbaşı gününde, yani 31 Aralık 1999'da, saat 22.04'te, gece yarısına 1 saat 56 dakika kala neolitik insan tarımı keşfeder...’’
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2003
HAYATININ önemli bir bölümünü Taksim civarında geçirmiş, halen de geçirmekte olan bir vatandaşım. Kimi Etiler'i sever, kimi Fatih'i, kimi hayatını Arnavutköy'den başka bir yerde geçirmeyi düşünmek bile istemez, kimi ‘‘Bayrampaşa'da doğdum, Bayrampaşa'da öleceğim’’ diye.
Ben de Taksim'i tercih etmişim; hadise bu kadar basit.
Şimdi arkadaşlar; hazırsanız size Taksim'le ilgili birkaç tüyo vereceğim. Kaleminizi kağıdınızı hazırladıysanız başlayalım...
***
Dün öğle yemeğine indiğimde Yalçın Bayer'le karşılaştım. Yalçın Ağabey'le her karşılaşma bir tür imtihandır, bilenler bilir.
Uzaktan bana doğru yaklaştığını gördüğüm anda ilk tepkim; ‘‘Ağbi ben okudum mu bugünkü yazısını Yalçın Ağabey'in?.. Yok, henüz okumadım. Eyvah!’’ oldu.
O panikle ‘‘Yalçın Ağabey, yeni seneler’’ gibi bir şey saçmaladım. O direkt konuya girdi: ‘‘Okudun mu sen benim köşeyi bugün... Taksim... O Belediye Başkanı... Bana bak oku bugün bir mektup var... Muhallebici mantığıyla Beyoğlu yönetilmez... Sen ağır bir şey yazacaksın tamam mı?... Okumuyorsunuz ki zaten, yazıyoruz...’’
Yalçın Bayerce'yi biraz olsun çözmüş olduğumdan kendimce bir anlam çıkarttım tabii bu ışık hızındaki konuşmadan...
Yerime döndüm ve bahsettiği yazıyı okudum. Emekli bir öğretmen, tamamen haklı sebeplerden dolayı ‘‘Taksim'de böyle yılbaşı olmaz’’ demiş.
Şikayetlerini sıraladıktan sonra da ‘‘...Yılbaşını günah sayan bir zihniyet -Beyoğlu Belediyesi- bir sponsor bulup, alkolsüz içkilerin verildiği bir yılbaşı partisi düzenlesin; müzik grupları getirsin’’ diyerek manalı bir final yapmış...
***
Bakın arkadaşlar, hayatta pratik çözümlerden yana bir insanım. Beyoğlu'na pavyonların hakim olduğu dönemde de oradaydım, ağır ağbilerin ‘‘entel istilası’’ adını verdikleri dönemde de...
Hip-hop barlarıyla türkü lokallerinin; travesti kulüpleriyle alkolsüz 'neo-muhafazakar' lokantaların herhangi bir sosyologu eşek tepmişe çevirecek derecede uyumlu bir yapıdan söz ediyoruz Beyoğlu dediğimizde.
Yani ‘‘hort!’’ diye analiz etmek pek mümkün değil bu hiper-kozmopolit yapıyı.
Edebilen varsa zaten karşısında ayağa kalkıp önümüzü iliklemekle kalmayız, bir de elini öperiz icabında. Bırakın Beyoğlu'nu, biri bana Büyükparmakkapı Sokağı analiz etsin yeter yani...
Ne demiştik?.. Hah! Pratik çözümlerden yanayım hayatta.
365 günün neredeyse tamamını çıkmaz sokaklarına kadar çok iyi bildiğim bu semtte geçiriyorum. Ama yılın bazı günlerinde, Taksim Meydanı'na yürüyerek 2 dakika 30 saniyelik mesafedeki evimden ölüm-kalım meselesi olmadıkça çıkmam...
Bu günler de bellidir: Bayramlar ve yılbaşı.
Olaya ‘‘Halk plaja hücum etti, vatandaş denize giremiyor’’ şeklinde yaklaşıp çirkinlik yapmak istemem.
Ama bu günlerde Taksim'e çıkanın aklından şüphe ederim. Bir kere çok ama çok kalabalık oluyor.
O kadar kalabalık olunca da; memlekette ne kadar cepçi, babacımcı, açık kaldırımcı, gaftici, manitacı, tatulacı, kılefteci, it, kopuk varsa sökün ediyor.
Ramazan Bayramı'nda bütün bir ayı alkolsüz geçirip iki birayla kafayı 1500 yapmış ve kendisini alemin kralı sanan 5'li 10'lu 'delikanlı' gruplarının arasında caddede gezmek, dünyanın en tehlikeli turistik hareketi oluyor.
Keza yılbaşı... ‘‘İlla eğlenecem’’ diye kendini kentin en cafcaflı muhitine salmış insanların arasında eğlenmek sizce mümkün müdür?...
Bu konu meydan girişinde trafik ekiplerine, yaya vatandaşlara alkol muayenesi yaptırtmakla filan çözülmez. Gerçekçi olun ve akıllı insanlar gibi bu gibi günlerde Taksim'e çıkmamaya çalışın.
Dost tavsiyesidir, yanlış olmasın...
Yazının Devamını Oku 28 Aralık 2002
YILLAR önce... 31 Aralık gecesi için plan yapıyoruz. Riko, Topesto, bir de benden bahsediyoruz dikkat buyurunuz... O güne kadar yaptığımız hiçbir planı başarıya ulaştıramamışız... Yine de yapıyoruz.
Riko diyor ki; ‘‘Okuldan bir kız evde parti veriyormuş oraya çağırdı bizi...’’
Şimdi arkadaşlar; normal bir insanın bu ekibi evindeki partiye çağırması, en azından bizim açımızdan imkansıza yakın bir durum. Çünkü gittiğimiz her partide muhakkak bir abukluğa neden olmuşuz.
Portmantoya tuvalet muamelesi yapmak, aile yadigarı koltuğu kırmak (Topesto'nun manda kasa günlerinde olmuştu), parti sahibinin hamster'ını ‘‘Ana! fare’’ diyerek ezmek (Ya, bu vesileyle bir kez daha özür dileriz Ebru Abla!..), dönemin gözde akımı 'break dance'ın gazına gelip 'electric boogie' yaparken yine parti sahibinin kolunu çıkarmak (Ebru Abla, bunun için de bin kez özür diledik, bir daha dileriz...) Sabıka dosyamız bir hayli kabarık, anlayacağınız.
Bu sebepten ben çekimser oy kullandım. Riko'yla Topesto ise ‘‘Gidelim ağbi, bir şey yapmayız ya’’ diyor.
* * *
‘‘Bakın sesimizin kötü olduğunu ve hakikaten berbat dans ettiğimizi, figürlerimizle partiye katılanları dehşete düşürdüğümüzü kabul edeceğiz... Riko'cuğum, birayla gargara yapmak hoş karşılanmıyor, hatırlatırım. Topesto biraderim, birdirbir artık yaşımız itibariyle oynamamız gereken bir oyun; partidekilere böyle bir teklifte bulunmayalım olur mu canım?..’’ dedim..
Topesto ‘‘Sanki tek suçlu biziz ağbi ya... Sen niye söz vermiyorsun?.. Ebru Abla'nın kolunu biz mi çıkarttık?.. Beygirof Nedim'in anneannesinin elini öperken 'Nasılsınız Amcacım' diyen biz miydik?..’’ diye karşılık verdi.
‘‘Tamam ağbi, ben de söz veriyorum’’ dedim.
Beklenen gün geldi. Cep cihazının bulunmadığı günlerde yaşadığımız için, daha önceden belirlediğimiz bir barda buluşacağız ve partiye beraber gideceğiz.
* * *
Ben gittiğimde Topesto barda oturuyordu. Beraberce Riko'yu beklemeye başladık.
8'de buluşacaktık, saat 9'u geçti, Riko ortalıkta yok...
9,5 oldu yok, 10 oldu yok...
Bu arada biz üçer tane bira içmiş durumdayız.
Saat 10'u çeyrek geçe Riko yanında Ceset Hilmi ağbimizle çıktı geldi. Ceset Hilmi, mahallemizin bakkalı. Çok severiz kendisini. Ama parti ortamı onu, o da muhtemelen parti ortamını bozar...
Fakat ‘‘Gelemezsin Hilmi Ağbi’’ demek de olmaz... Dördümüz doluştuk taksiye, istikamet verdik.
Ceset Hilmi'nin elinde irice bir paket var. ‘‘Nedir ağbi o paket?’’ diye sorduk.
‘‘Bartiye eli boş gitmeyelüm diye hedüye aldım’’ dedi.
‘‘Ne aldın ağbi?’’ diye sordu bu kez Topesto, hafiften tedirgin bir şekilde...
‘‘Zürpriz!’’ dedi.
Partiye ulaştık.
Kapı açıldı: ‘‘Merhaba Ebru Abla, kol maşallah çok iyi...’’ dedi Riko, bir tane çaktım böğrüne tabii...
Riko kabanını çıkarınca, gecenin ilk şok dalgasını yaratmış oldu.
Çünkü babanın kazak... Nasıl diyeyim biraz yeşil. Yani neredeyse fosforlu... ‘‘Bu ne usta’’ diye eğildim kulağına, ‘‘Tezgahtar doldurdu, güzel ama di mi?’’ diye cevap verdi.
‘‘ Neon şeyi gibi... Tabelası...’’ dedim ama üstüne çok gitmedim, morali bozulur diye...
Ceset Hilmi Ağbi, paketi parti sahibine uzattı ve ‘‘Yenü yıllar küçük hanum’’ dedi.
Kız cümleyi çözmeye çalışırken ‘‘Teşekkür ederim, çok naziksiniz’’ dedi, paketi açmaya başladı.
Paket açıldığında hepimiz sarsıldık. ‘‘Ağbi bu ne ya?’’ dedi Topesto. ‘‘Hindü yenmiyor mu yeni yılda?’’ dedi.
Ceset Hilmi, yılbaşı diye hindi getirmiş ama hindi katledileli iki saat filan olmuş herhalde. Gayet çiğ...
‘‘İyi düşünmüşsün de bunun pişmesi uzun biliyor musun?’’ dedik, ‘‘Sonra yirler...’’ dedi.
* * *
Neyse, uzatmayayım... Hindi mevzusu çabucak kapatıldı.
Biz yeminliyiz ya, abartmamaya, sakin sakin oturuyoruz. Nereden bilelim felaketin çalışmadığımız yerden geleceğini...
Ceset Hilmi Ağbi, tahminimce bir ufak rakıyı bitirip, ikinciye doğru süzülmeye başladığı sırada ‘‘Öyle gazma kibi oturacağınıza, kalkun da oynayın... Bah böyle’’ dedi.
Hilmi Ağbi o dakika itibariyle partinin iplerini tamamen ele geçirdi. Ceset Hilmi ‘‘Halay çekelüm’’ diyor, halay çekiliyor... Ceset Hilmi, ‘‘Bencereyü açın, 'Böyük ikramiye bize çıhtı diye bağıralım' diyor, halk pencereden bağırıyor...
Ceset Hilmi kızları diziyor ve güzellik kraliçesi seçiyor, rock şarkılarında milletle beraber kafa sallıyor... Ceset Hilmi kendini aşıyor ve biz bir kenarda ezik ezik oturuyoruz.
Ceset Hilmi Ağbi bundan sonraki partilerin olmazsa olmaz adamı ilan ediliyor.
Gecenin sonunda manzara şöyleydi: Sebilhane maşrapası gibi dizildiğimiz kanepede sarhoş olmuşuz. Topesto'nun kaşı açılmış... Çünkü Topesto 5 dakika önce Riko'nun yeşil kazağının üstüne kusmuş, Riko da bu hareketi hoş karşılamadığını Topesto'nun kaşına indirdiği yumrukla ifade etmiş.
Topesto benim üstüme de kusmuş ama ben vurmuyorum. Çünkü vuramıyorum. Çünkü Ebru Abla intikam maksatıyla kolumu çıkarmaya çalışmış. Kol belki çıkmamış ama fonksiyonlarını önemli ölçüde yitirmiş.
Ceset Hilmi üçümüze de isim takmış ve partideki herkes bize öyle hitap ediyor. İsimlerimiz şöyle: Fosforlu Şebek (Tahmin ediyorsunuz kim olduğunu), Açıkkaş Şebek (Bu da belli) ve BugiVugi Şebeği (Eh, geriye kim kaldı...)
Herkese mutlu seneler...
Ağız çiriş çanağı...
‘‘...Ağız çiriş çanağına dönmüş, eller tir tir, uykusuzluktan kafalar ağrılı, kaybedilen sarı liraların, at nalı gibi gümüş mecidiyelerin, rehin edilen saatle kordonun, yakut yüzüğün acısı içlere çökmüş, kendi kendine lanet ve tövbe edilerek evden içeriye usulcacık girilir, sabah namazına kalkmış valide veya büyükvalidenin önünden süklüm püklüm geçilerek yatağa can atılırdı.
Ertesi gün dairede, arkadaşlar sorduğu zaman:
- Vallahi birader, öyle eğlendik, öyle eğlendik ki tarif edemem. Beyoğlu başka bir álem, vesselam! diyerek yiğitliğe halel getirmemek adetti...’’
Okuduğunuz satırlar, Cumhuriyet Gazetesi'nde 1 Ocak 1953'te yayınlanan bir yazıdan, Ercümend Ekrem Talu'nun ‘‘Eski Yılbaşlarına Dair’’ adlı yazısından.
Ben nereden buldum bu yazıyı peki? Gökhan Akçura'nın derlediği ‘‘Yılbaşı Kitabı’’ndan... Kitap hediye etmek gibi bir düşünceniz var ise, ideal bir yılbaşı hediyesi... Ünlü yazarlardan, zevkle okunacak yılbaşı yazıları. Çok güzel, çok!..
Bir özür
Geçen hafta, burada bir tanıdığımın anlattığı, ‘‘enteresan’’ gözüken bir hikayeden bahsetmiştim. Bana anlatılış şekli, gerçek olamayacak gibiydi.
Hatırlatmak bile istemiyorum ama olay Ankara'da işlenen bir cinayetle ilgiliydi.
Meğer olay gerçekmiş fakat bana aktarıldığı gibi değilmiş. Gerçekle bana anlatılan arasında dağlar kadar fark var.
Olay Hilton'da değil, Aspava'da geçiyor. 25 yaşında pırıl pırıl bir genç insan, Alper Tezcan, tartıştığı iki kişi tarafından öldürülüyor.
Öldüren şahıs yurt dışına çıkıyor. Sonra suçu başkasının üstleneceğini duyarak Türkiye'ye dönüyor.
Tutuklanıyor ve yargılanıyor ama siyasetçi tanıdıklar vasıtasıyla suçunun karşılığı kabul edilemeyecek bir cezayla kurtarıyor.
Bir kez daha söyleyeyim. Bana anlatılan hikayenin gerçekle alakası yokmuş. Başta ailesi ve arkadaşları olmak üzere herkesten özür dilerim.
Yazının Devamını Oku