28 Şubat 2003
BIRAKIN otomobili, bisiklete bile binemem. Hem ilgi duymamaktan, haydi kabul edeyim hem de yeteneksizlikten dolayı bu duruma geldim. Hoş, otomobil kullanmanın mantığını biliyorum. Hatta bir arkadaşımın otomobilini kullanmıştım bir keresinde.
‘‘Hangisi gaz, hangisi debriyajdı bunun?’’ diye sormuştum sürücü koltuğuna oturduğumda. O da şaka yaptığımı düşünüp ‘‘Ha ha!’’ diyerek göstermişti pedalları...
Biraz gittikten sonra, ‘‘Tamam bu kadar yeter’’ dediğimde, ‘‘Devam etsene’’ demişti. ‘‘Ben otomobil kullanmayı bilmiyorum, trafiğe çıkmam’’ dediğimde ‘‘Yoksa bilmiyor musun?’’ demişti.
Gerçekten otomobil kullanmayı bilmediğime ikna edene kadar göbeğim çatlamıştı. Her neyse...
Otomobil kullanmasam da otomobil sporlarını seviyorum. Kafayı bu işlerle bozmuş tiplerden değilim ama. Benim kafayı bozduğum spor futbol, malumunuz.
Schumacher'in sürekli kazanıyor olması, ilgimi biraz azaltsa da kaçırmamaya çalışıyorum.
Bunun dışında bir de şu anda Türkiye etabı yapılan Dünya Ralli Şampiyonası'nı elimden geldiğince takip ediyorum...
Niye?..
***
İki sene önce Türkiye'de eğer otomobil sporları diye bir şey varsa, buna hayatını adamış isimlerden biri olan İskender Atakan'ın kurduğu Team Atakan'la beraber Portekiz Rallisi'ne gitmiştim.
O güne kadar otomobil sporlarını 'şımarık zengin genç sporu' gibi görenlerden olduğumu itiraf edebilirim.
Fakat bir ralliyi yerinde seyredince, olayın ne kadar büyük olduğunu anlıyorsunuz.
Ralli tutkunlarının sevgisinin benim futbola duyduğum sevginin aynısı olduğunu görünce önce şaşırdım.
Onlar da tezahürat yapıyor, onlar da bayraklarıyla tuttukları takımı desteklemeye gidiyor, kendi otomobilleri veya pilotları önlerinden geçerken, mesela benim Galatasaray'ın sahaya her çıkışında duyduğum heyecanı duyuyorlar...
Portekiz'de otomobillerin tekerleklerinin yerden kesildiği meşhur bir tümsek vardı.
Binlerce insan, arabaların uçuşunu görebilmek için o tümseğe akın ediyordu. Daha önceki yıllarda, tümseğin dibine yatıp otomobil üstlerinden uçup giderken, fotoğrafını çekmeye çalışan fanatikler de varmış. Doğal olarak yasaklanmış.
Ralli fanatikleri tıpkı biz futbol taraftarları gibi deplasmanlara filan da gidiyor. Mesela Portekiz'de Seat'in peşinden gelen yüzlerce İspanyol fanatik vardı.
***
Galatasaray'ın Kocaeli deplasmanı rallinin tam ortasına gelmeseydi, şu anda ben de Antalya'da olacak ve bu ehemmiyetini kestirebildiğimizden hala emin olmadığım süper organizasyonu yerinde izleyebilecektim.
İnşallah büyük bir aksilik olmaz ve 2004 takvimine de girer Antalya. Ben de gider seyrederim...
Antalya ve Türkiye bu rallinin tutulması durumunda çok şey kazanacak. Formula 1 de gelecek ve şahane olacak.
Çok istediğimiz Olimpiyat'ın, büyük futbol şampiyonalarının yolu, bir anlamda bu ralliden geçiyor.
Bu iş için emek veren herkese teşekkür borçluyuz. Ben bu vesileyle sizin adınıza da teşekkür edeyim isterseniz...
NOT: Türk pilotlar da var bu rallide malumunuz. Biz ailecek Serkan Yazıcı ve Can Okan'ı tutuyoruz. Ama diğer yarışçılarımıza da başarı diliyoruz.
BİR NOT DAHA: Ya, dün Hürriyet'in verdiği Türkiye Rallisi ilavesini gördünüz mü? Hakikaten çok iyiydi. Eki hazırlayanlara, yani Ayhan Güner, Muharrem Özyurt, Altuğ Acar, Batuhan Ekin ve Kadir Bağçacı'ya izninizle ‘‘Helal Olsun Size, Helal Olsun’’ tezahüratıyla seslenmek istiyorum.
BİR NOT DAHA YAZABİLİR MİYİM?: Bu yazıda Türkiye Otomobil ve Motorsporları Federasyonu'nun adını anmamayı ancak ben becerebilirdim. Esas teşekkür edilecek adresi en sona bıraktığım için, kendimi uzunca bir müddet kınama kararı alıyorum ve bunu hemen uygulamaya başlıyorum...
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2003
Bir cumartesi akşamı, birkaç kişi oturmuş laflıyoruz. Cumartesi akşamının ciddiyetsizliğine uygun konulardan bahsediliyor, daha net söylemek gerekirse geyik muhabbeti yapılıyor. Laf nasıl oluyor da oluyor, hangi yolu katedip de geliyor şimdi hatırlamıyorum ama biri ‘‘Petrol de ne kötü şarkıydı’’ diyor.
Ajda Pekkan'ın seslendirdiği, şanlı Eurovision tarihimizin en nadide bir parçası olan ‘‘Petrol’’ belki iyi bir şarkı olmayabilir. Ama ben bir şekilde severim mesela.
‘‘Niye seviyorsun?’’ diye sorsanız açıklamam zor. Ama bu görücü usülüyle evlenip, zaman içinde eşini sevmeye benziyor. Kabul, saçmaladım. Demek istediğim şuydu; aradan geçen zaman içinde ‘‘Petrol’’ başka manalar kazandı, 1970'leri hatırlatan komik bir şarkı oldu gözümde. Böyle yani...
Tepkimi ‘‘Ben sana şu anda Petrol'den daha kötü 10 şarkı sayarım’’ şeklinde gösterdim.
Doğal olarak, ‘‘Say o zaman’’ dendi...
* * *
Aklıma ilk gelen Vitamin'in ‘‘Ice Ice Baby’’den yola çıkarak söylediği ‘‘Ay Ay Cezmi Daha Çok Bekliycez Mi?’’ adlı şarkısı oldu.
Sonra Ali Rıza Binboğa'nın ‘‘İlk Öğretmen’’ şarkısının, o yıllarda ilkokulda okuyor olmamın da etkisiyle beni ne kadar yıprattığını söyledim.
Bu arada hemen belirteyim; kötü şarkılar mevzusu açıldığı anda masadan toplu halde ‘‘Opera’’ sesi yükseldi.
Daha sonra, başka insanlarla bu konuyu konuşurken de hemencecik, ilk anda telaffuz edilen şarkı ‘‘Opera’’ oldu.
Evet kötü fakat ‘‘Opera’’ya kötü diyeceksek, mesela Samra Sökmen'in ‘‘90-60-90/ Her Gören Hayran’’ adlı başyapıtı için ne diyeceğiz? Yaa, işin bir de bu tarafı var.
* * *
Bu işi o akşam çözemeyeceğimiz kesinleşti. Çünkü konuşma ‘‘Ay, bir de Ümit Besen'in 'Bana Ağbi Deme Severken Kardeş Mi Olduk' şarkısı vardı’’ veya ‘‘Mustafa Sandal'ın 'Güncel Zalim'i o listeye girecek arkadaşım, tamam mı?’’ noktasına geldi.
Ben, kötü şarkıları kamuoyu yoklaması vasıtasıyla derleyeceğimi ve en kısa sürede halkla paylaşacağımı söyleyerek, bu işi görev edindim.
Kıymetli okurlar, değerli arkadaşlar, aziz Romalılar!
Bu iş öyle olmuyor.
Yani, 10 şarkılık bir liste yapılmıyor. Çünkü müzik tarihimizde pek çok kötü şarkı bulunmakta. Benim amacım, kötü şarkılardan çok, ‘‘Türk Komençeroları’’nı tespit etmekti.
Yani BBG Hacer'in ‘‘Erkekler Ah Erkekler’’ adlı primitif şarkı yazımı şaheseri için de kötü diyebiliriz, Süheyl-Behzat Kardeşler'in son derece dürüst bir şekilde ‘‘Kötü Şarkılar’’ adını verdikleri albümlerinin hit parçası ‘‘Abdulkadir’’e de...
Mesela Seda Sayan'ın yürek rendeleyici bir performansla sunduğu ‘‘Seviyor musun?’’ Bu soruya cevaben ‘‘Hayır efendim sevmiyorum’’ diyen de çıkabilir, ‘‘Ağbi yok, ben seviyorum Seda Sayan'ı’’ diyen de...
* * *
Gazetede yaptığım mini ankette -her yerde olduğu gibi- Çetin Alp'in ‘‘Opera’’sı açık ara birinci geldi. Ben yine de seviyorum...
Çelik'in ‘‘Dongi Dongi’’ adlı şarkısına da çok oy çıktı.
Bir arkadaş BBG Tarık'ın ‘‘Of Deli Gönül’’ şarkısı için kulis yaptı ama umulan katılılım sağlanamadı.
Emrah'ın rap tarzındaki unutulmaz çalışması ‘‘Narin Yarim’’ ve ‘‘Amanın Yandım Taksi’’ eşit oranda oy topladı. Emrah'ın ‘‘Narin Yarim’’i söylendiğinde şu uyarıyı da yaptım: ‘‘Kötü kliple kötü şarkıyı ayırt etmezseniz olmaz bu iş..’’ Ama ısrarcı davrandı arkadaşlar.
Yonca Evcimik'ten ‘‘Abone’’ de fena oy toplamadı. Ama bu noktada bir parantez açmak gerekiyor. Yonca Evcimik için ‘‘Hangi şarkısı güzel ki?’’ zaten yorumu yapıldı. İşte bunu kabul etmiyorum. Bu kötü niyet belirtisi. Bir kaç şarkıcı için daha geldi bu yorum. Bu faul arkadaşlar, yakışmıyor...
Petek Dinçöz'ün herbiri ayrı ayrı güzellikler içeren ‘‘Foolish Casanova’’, ‘‘Allahın Belası’’ gibi şarkıları var. Unutmak, es geçmek mümkün mü?..
* * *
Benim favorim olan ve hatırlattığımda insanların ‘‘Nıhaaaaa! dedikleri ‘‘Serseriyim’’ şarkısı da çok oy aldı. Selçuk Ural'ın Türkçe Pop-Country karışımı bu şarkısının her ihtimalde ilk 10'a gireceği garantidir diyebilirim.
Doğuş'un göğüs nahiyesini dövmek suretiyle seslendirdiği ‘‘Bunun Adına Yürek Derler’’i, Erol Köse'nin klibiyle de unutulmazlar arasında yer alan ‘‘Dr. Erol Bey’’i, Kayahan'ın ‘‘Bir Aslan Miyav Dedi’’ adlı çalışması, Serdar Ortaç'ın ‘‘Rezalet’’i, Tarkan'ın süper hit'i ‘‘Kıl Oldum Ağbi’’si atlanmayacak şarkılar.
Rüya Ersavcı'nın ‘‘Kızım Seni Edi'ye Vereyim Mi?’’si artık hatıralarda kalan bir tat... Tıpkı Hakan Peker'in sarsıcı güzellikteki ‘‘Hey Corç Versene Borç Olmaz Maykıl Bende De Yok’’u gibi...
* * *
Konu Türkçe şarkılar olunca, bu işin gözümde tek uzmanı olan Naim Dilmener'e danışmamak olmazdı.
Naim, inanılmaz arşivine dayanarak neredeyse arkeolojik açıdan öneme sahip bir takım şarkıları hatırlattı.
Mesela Şanar Yurdatapan'ın oğlu Arda'nın söylediği ‘‘Oy Anam Oy!’’ Ben hatırlayamazdım. Bu şarkının süper bir tarafı da bir dönemin meşhur şarkısı ‘‘Mamy Blue’’nun aynısı olması. Şöyle gidiyor şarkı: ‘‘Oooooy Anam, Oooooy Anam Oy, Oy Anam Ooooooy!’’ Kült bir hadise...
Geçtiğimiz günlerde tatsız olaylar yaşayan Berkant ve Serpil Örümcer'in, düğünleri için yaptıkları ve kısaca ‘Düğün Şarkısı’ olarak adlandırılan şarkı var sonra...
Kamuran Akkor’un söylediği ‘‘Çık Sen İçimden (Sarhoş)’’, Parla Şenol'dan ‘‘Dam Üstünde Saksağan’’, yine Parla Şenol'dan ‘‘Boyacı’’ (Plağın arka yüzündeki şarkı da 'Çamaşırcı Kız, pardon yani), Gökben'den ‘‘Çiripi, Çiripa’’ unutulabilir mi yani? Unutmuşuz, Naim sağolsun hatırlattı.
Sibel Egemen'in Donna Summer'ın ‘‘Hostage’’ını Türkçeleştirmek suretiyle söylediği ‘‘Fidye’’, Zerrin Zeren'in ‘‘Sarhoşken Öleyim’’i de iyi örnekler.
Kıbrıs Barış Harekatı sırasında yapılmış iki şarkıdan da bahsetmek şart: Birincisi Yasemin Kumral'ın söylediği ‘‘Girne'den Yol Bağladık Anadolu'ya’’, ikincisi ise Yeşim'in ‘‘Barış Dersi...’’
Naim, ‘‘Barış Dersi’’nde, Yeşim'in sınıftaki öğrencilere çeşitli dillerde‘‘Barış’’ dedirttiği bölümün insanı bayağı bir hırpaladığını da hatırlattı.
* * *
Petrol'e gelene kadar neler var neler yani... Katılımda bulunacak arkadaşlara mail-box'umuz açıktır.
Şimdi lütfen arkadaşlar... Ümit Besen'in ‘‘I Love You I Love You, Do You Love Me Yes I Do’’su eşliğinde sessizce, olay çıkarmadan dağılalım...
En Kötü 10 Şarkı
Görüldüğü üzere bir liste hazırlamak çok güç...
Yine de kaba hatlarıyla bir liste çıkarmak gerekirse, şöyle bir şey çıkıyor ortaya. Ben hepsini seviyorum ama onu da belirteceğim izninizle...
1- Opera- ÇETİN ALP
2- Serseriyim- SELÇUK URAL
3- Dongi Dongi- ÇELİK
4- Dr. Erol Bey- EROL KÖSE
5- Narin Yarim- EMRAH
6- Ham Çökelek- ATİLLA TAŞ
7- Hey Corç- HAKAN PEKER
8- Bunun Adına Yürek Derler- DOĞUŞ
9- Allahın Belası- PETEK DİNÇÖZ
10- Ay Ay Cezmi- VİTAMİN
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2003
SAVAŞ için Türkiye'nin ABD'ye destek verip vermeyeceği (Bu da kötü bir şaka aslında, öyle değil mi?) tartışması, insanın yüzünü kızartacak bir şekilde para pazarlığına dönüştü. Dış basında ‘‘Halıcı dükkanındaki pazarlık can sıkıyor’’ başlıklı bir haber bile yayınlandı.
Dışarıdan bakıldığında Türkiye, dükkanına düşen turiste 'normal değerinin üzerinde bir fiyata' halı satmaya çalışan yani müşteriyi kazıklamaya çalışan bir tüccar olarak algılanıyor.
Yazarken bile utanıyor insan, ne acı!
***
Bir arkadaşım, ‘‘insults.net’’ adlı bir web sitesinden bahsetmiş ve ‘‘Bak istersen eğlenceli şeyler de var’’ demişti.
‘‘Insult’’, İngilizce ‘‘hakaret’’ demek. Bu çok orijinal sitede, hemen hemen aklınıza gelebilecek her konu hakkında ve pek çok dilde hakaret etmeyi öğrenebiliyorsunuz.
Lüzumsuz fakat çoğu lüzumsuz şey gibi, bu da eğlenceli olabiliyor.
Sitede, milletlerin birbirleri hakkında ürettikleri hakaretlere geniş yer ayrılmış.
Mesela, Hindistan'da İngilizler için şöyle deniyor: ‘‘İblisin biri maymunla evlenmiş, çocukları İngiliz olmuş.’’
Yine İngilizler için ‘‘Britanya İmparatorluğu'nun üzerinde neden güneş batmaz biliyorum; çünkü tanrı bile karanlıkta bir İngiliz'e güvenmez’’ denmiş.
Mesela Yunanlılar, İtalyanlar için ‘‘Para için babasını öldürür’’ diyor.
Almanlar da pek hoşlanmıyor İtalyanlardan. Onlar da ‘‘Almanya'daki -çok affedersiniz- bir popo, Roma'da profesör olur’’ diyor.
İtalyanlar da Almanlardan pek hoşlanmıyor. Onlar da ‘‘Dünyada üç şey zor durumdadır: Çocuğun elindeki kuş, yaşlı kocanın elindeki genç kadın ve Alman'ın elindeki şarap...’’ diyerek anıyorlar Almanya'yı.
Almanları sevmeyenlerin başında Polonyalılar geliyor. Şöyle bir laf icat etmişler: ‘‘Bir Alman bira demektir, iki Alman organizasyon, üç Alman ise savaş...’’
ABD için de liste uzun. Georges Clemencau, ‘‘Amerika, barbarlıktan dejenerasyona, medeniyete uğramadan geçmeyi başarmış tek ulustur’’ demiş. Bernard Shaw da ağır konuşmuş: ‘‘Yüzde 100 Amerikan demek, yüzde 99 idiot demektir.’’
Ruslar için de ağır hakaretler var. En çok Ukrayna sözüne rastlanıyor ve ‘‘Bir Rus'u nasıl tanırsın? Yanında uyursan seni soyar’’ bunlardan sadece biri.
Fransızlar yalancı ve kalleş, Yunanlılar hırsız, Macarlar günahkar, İspanyollar sahtekar... Liste böyle uzayıp gidiyor.
***
Haliyle merak ettim, bizim için neler denmiş diye... Türklere yönelik en popüler hakaretler şöyle sıralanıyor: ‘‘Türk kadar zalim’’, ‘‘Bir Türk'ü nasıl tanırsınız? Elindeki kandan’’ ve ‘‘Türk'ün ayak bastığı toprakta ot bitmez...’’
Nasıl, can sıkıcı değil mi? Benim de canım sıkıldı okurken ama açık konuşmak gerekirse ‘‘Halıcı dükkanındaki pazarlık can sıkıyor’’ kadar ağrıma gitmedi...
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2003
KÜÇÜCÜK televizyonumun karşısında şuursuzluk kürü uyguluyorum kendime. Böyle zamanlarda ne seyrettiğimin önemi yok. Herhangi bir kanalda, herhangi bir programa takılabiliyorum. Bir yandan kitap okumaya çalışıyorum ama haliyle okuyamıyorum. Televizyonu da seyrettiğim söylenemez. Bazen daha da yoğun bir kür uygulayıp, müziği de açıyorum.
İyi geliyor ama onu peşinen söyleyeyim.
Televizyonda sirk filan çıkmadığı sürece kanal değiştirmiyorum. Küçüklüğümden beri uyuz oluyorum sirklere. Saksağana dönüştürülmüş kaplanlar vesaire canımı sıkıyor işte...
Böyle bir şuursuzluk anında Türk filmi başladı. Aaa! Kesinlikle haberim yoktu Neco'nun film çekmiş olduğundan. 1970'lerde, yeni şöhret olduğu dönemde çekmiş olmalı.
Klasik hikaye. Neco zengin bir ailenin çocuğu. Fabrikanın başına geçmesi gerekiyor. Fakat o yakın bir arkadaşını yerine geçiriyor, onun şoförü olarak takılıyor.
Bu arada ‘‘Halk ne yapar, işçilerimiz ne yer, ne içer’’ diye fabrikasında çalışanların takıldıkları bir lokale gidiyor.
Sahnedeki ekip süper. Rahmetli Öztürk Serengil'in ‘‘Gülünüz Güldürünüz’’ adlı kült mertebesine ulaşmış programıyla kısa süreli şöhret yakalamış tiplerden oluşuyor orkestra. Bir tane Kolombo vardı, hatırlayanlar olacaktır. O davulda filan...
Korkunç kötü bir şekilde dönemin ünlü sanatçılarını taklit ediyorlar. Filmin esas kızının doğum günü kutlanıyor aslında...
Başroldeki kızı hatırlayamadım. Ayıp aslında ama tanıdık da gelmedi... Her neyse, halk kıza ‘‘Bugün senin doğum günün, kelimeler büyümeli ağzında’’ şeklinde baskı yaparak şarkı söylemesini istiyor.
Kız da istemem yan cebime makamından ‘‘Gülünce Gözlerinin İçi Gülüyor’’u söylüyor.
Herkes beğenerek, bayılarak, ayılarak ve tekrar bayılarak dinliyor. Şarkı bittiğinde ayağa fırlayanlar, ‘‘Nur ol!’’, ‘‘Şakıyan dillerini yirim senin’’ diye bağıranlar ve tabii ‘‘Hastası oldum kızın ağbi’’ ifadesiyle Neco'yu görüyoruz.
Neco gözlerini kızdan ayırmadan arkadaşına ‘‘Keman gibi sesi var vallahi’’ diyor...
Bunca zamandır albüm eleştirisi yaparım böyle bir cümle kurabilmiş değilim daha. Senariste gecikmiş saygılarımı sunuyorum bu vesileyle...
* * *
Bu noktada müsaadenizle hayatımda duyduğum en iyi müzik tespitlerinden birini aktarmadan geçemeyeceğim. İki ay kadar önce Kaktüs Kahvesi'nde oturuyorum. Sabah, kahve içip gazete okumaya gitmişim.
Fonda insanın içini rendeleyen bir rap albümü çalıyor. Sabah sabah çekilecek nane değil ama nedense ‘‘Yahu, değiştirsek ya şunu’’ diyemiyorum.
Tam o sırada Kaktüs elemanlarından Deniz seri hareketlerle müzik setine yaklaşıyor, çot diye müziği kapatıyor ve unutulması mümkün olmayan şu yorumu yapıyor: ‘‘Ne bu böyle be, Japonları kavga ettiriyoruz sanki...’’
Söyleyecek lafı olan yoktur umarım. Nasıl bir hayal gücüdür bu?.. Takdir hisleriyle doldum taştım...
* * *
Neyse, Neco'nun ‘‘keman gibi ses’’ benzetmesinin şokunu evde tek başıma atlatmaya çalışırken telefon çaldı. Arayan Topesto.
‘‘Döndün mü birader?’’ dedim. ‘‘Bu sabah geldim’’ dedi.
Bodrum'a kaçmıştı birkaç günlüğüne. ‘‘Yol nasıldı’’ dedim. ‘‘Uçağa binsem Paraguay'a gitmiştim herhalde’’ dedi. 13,5 saat sürmüş.
‘‘Doğru konuştun usta’’ dedim.
‘‘N'apıyorsun, evde misin?’’ dedi.
‘‘Sen beni ev telefonundan aradın ve karşına ben çıktım. Çok başarılı bir telesekreter taklidi yapmıyorsam, sence de evde olmam gerekmez mi?’’ dedim.
‘‘Ukalalık yapma’’ dedi. ‘‘Ağbi senin salaklık yapma hakkın var ama benim ukalalık yapma hakkım yok öyle mi?’’ diyecektim vazgeçtim.
Neco'nun cümlesini aktardım. Güldü. Beraberlik için o da şunu anlattı. Televolelik bir programda cep telefonu üzerine meşhur insanlarla söyleşiliyormuş.
İşte efendim, muhabir soruyor ‘‘Cep telefonu nasıl bir şey’’, meşhur insan cevaplıyor ‘‘Ay çok iyi bir şey...’’
En orijinal cevap Alişan'dan gelmiş: ‘‘Buradan, bu vesileyle o cep telefonunu keşfeden kişinin elini öpmek istiyorum...’’
İyi ağbi, öp tabii..
* * *
‘‘İstersen bana gel, laflarız’’ dedim. ‘‘İyi geleyim’’ dedi ve çıktı geldi.
Oturduk televizyon seyrediyoruz. CNBC-E'de ‘‘Working’’ başladı. Arada iyi espriler çıkıyor ama eh işte...
Olayların cereyan ettiği bölümün, -benden öküz olmasın- öküz şefi tatile çıkıyor. Biraz ruhu incelsin diye, elemanlardan biri -esas oğlan- buna kitap hediye ediyor.
Malum, CNBC-E dizileri, filmleri orijinalinden yayınlamak gibi bir güzellik yapıyor. Bu sebepten seviyoruz bu kanalı zaten.
Neyse, şef kitabı alıyor inceliyor. Kitap, J.D. Salinger'ın, ‘‘Catcher In The Rye’’ı. Türkçeye ‘‘Gönülçelen’’ olarak (Adnan Benk çevirmişti ilk olarak) çevrilmişti.
Fakat, diziyi çeviren arkadaş ‘‘Titrek Bacanak’’ diye çevirdi.
‘‘Yuuuh!’’ filan dedik geçtik.
İki gün sonra Aktüel'de şahane yazılar yazan arkadaşım Ebru Çapa'yla karşılaştım. Manasızlıklar diyarında laflıyoruz. Ben bu hikayeyi anlattım.
Ebru Çapa beni enformasyon bombardımanına tuttu. ‘‘Bak’’ dedi, ‘‘Çevirmen çam filan değil, orman devirmiş o ayrı. Ama Salinger'in Türkçe'ye 'Titrek Bacanak' diye çevrilmiş hali de var. Fakat o kitap 'Catcher In The Rye' dğil. Salinger'in '9 Öykü'sünün beşini çevirmişti Müfide Pekin. Şahane bir çeviridir, o da ayrı. İşte o '5 öykü', bu adla 'Titrek Bacanak' adıyla çevrilmişti. Durum budur...’’
‘‘Ezdiniz beni bu bilgilerle’’ demedim tabii, ‘‘Vay be!’’ ile yetindim...
Yerimiz müsait olsaydı, bir de Sahrap Soysal'ın ‘‘Mutfakta Keyif’’ programında verdiği ‘‘Televole Böreği’’ tarifinden de bahsetmek isterdim ama heyhat!..
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2003
BU sene galiba bayramla karıştığı için Sevgililer Günü hikayesi insana ‘‘Sevgisiz yaşarım, taş kalpli bir insan olurum, hatta hırkamı giyip dağa tepeye vururum kendimi daha iyi’’ dedirtecek boyuta ulaşmadı. Hoş bu işler belli olmaz; bakalım yine ne acayiplikler bulunacak, yarın gazeteden okuruz hep birlikte.
Bu yazıyı okuduğunuz sırada sevgilinize henüz hediye almamışsanız, eğer kalp şeklinde üretilmiş birbirinden saçma hediyelik eşyaları görünce içinizde elektrikli testereyle vitrine girişme hissi filan uyanıyorsa, size güzel bir alternatif sunabilirim.
Gökhan Akçura'yı tanır mısınız? Bu kadar çok üreten bir adamı tanıma olasılığınız bir hayli yüksek. Ama tanımıyorsanız Gökhan Akçura için kısaca yazar diyebiliriz.
Akçura, bir süredir ‘‘Ivır-Zıvır Tarihi’’ adı altında son derece faydalı kitaplar hazırlıyor. Yakın tarihten bulduğu yazıları, fotoğrafları, eski gazete ilanlarını tematik olarak kitap haline getiriyor.
* * *
Gökhan Akçura, şimdi de bir ‘‘Aşk Kitabı’’ derlemiş.
Kitapta Refik Halid Karay, Reşad Ekrem Koçu, Yaşar Nabi, Feyyaz Tokar, Kemal tahir, Sait Faik, Peyami Safa gibi tanınmış yazarların aşk üzerine yazıları da var, imzasız yazılar da...
Sevgi kuşu olup birbirinize mucuk mucuk yaparken mi okursunuz, kitabı verip ‘‘Aha kitap, oku!’’ şeklinde kabalaşır mısınız bilemem.
Ben kitabı öneririm, içinden çok eğlendiğim bir-iki bölümü aktarırım, gerisine de karışmam.
Kitaptan, ilk alıntımız, M. Arif Hanoğlu'nun 15 Nisan 1950 tarihinde Salon Dergisi'nde yayınlanan ‘‘Kaçamak Yapan Kadınlar Nasıl Belli Olur Nasıl Yakalanırlar’’ başlıklı makalesinden.
Hanoğlu'nun uzun yazısında tarif ettiği türden bir adamsanız, sevilinizi ya çoktan doğramış olmanız gerekiyor ya da tehlikeli akıl hastalarının tedavi gördükleri bir klinikte gözetim altında tutulmaktasınız.
Hanoğlu diyor ki ‘‘...Kaçamak yapan nişanlılar, gözlük takarlar, başlarına koyu renk eşarplar sararlar ve daima spor giyinerek sokağa çıkarlar...’’
Bu noktada ‘‘Niye ağbi?’’ demek ve bir başka güzel yazıya geçmek istiyorum izninizle.
* * *
‘‘Aşık mısınız Bayan (Fizyogonomik Etüd)’’ başlıklı bu imzasız yazı, Resimli Hayat Dergisi'nde 19 Kasım 1938 tarihinde yayınlanmış.
Yazı, aşık olduğunu düşünen hanımlara, manita adayının yüz hatlarını inceleme yoluyla karar vermelerini tavsiye ediyor.
‘‘Gözler aşkın aynasıdır’’ ilkesine sıkı sıkı tutunarak, yazının gözlerle ilgili bölümünü aktaralım:
‘‘Parlak ve canlı gözler zeka ve optinizmi aksettirir. Dönük gözler pasif ve hülyalı bir insana aittir. Çukur küçük gözler, pekala diğer gözler gibi hassasiyet ve zeka gösterebilir. Bakışların düz cesur ve berrak olması kafidir. Fakat yan tarafa dönen, sık sık kapanan veya yarı açık duran gözlerden korkun; bu gözler sizin o gözlerde hodkámlığı, fenalığı, riyayı okumanızdan korkuyor demektir...’’
Rica edeceğim, son olarak verilen göz tarifini bir düşünün. Karşınızda manita adayı oturuyor. Gözlerine odaklanıyorsunuz ve fark ediyorsunuz ki gözleri yan tarafa dönüyor! Ayrıca sık sık kapanıyor veya yarı açık duruyor. Benden size tavsiye, hemen ortamdan uzayın...
* * *
Son yazımız ise gayet bilimsel. ‘‘Gençlere Aşk Mektubu Önerileri’’ adlı bir kitaptan alınmış.
‘‘Aşk Üzerine Sorular ve Cevaplar’’ başlıklı bu mükemmel metinden sadece bir soru seçebiliyorum sizin için, devamını kitaptan okuyunuz...
Soru: Aşk nedir?
Cevap: Aşkın gayet ilmi ve belki de en iyi tarifi büyük İngiliz şairi Shelley tarafından yazılmıştır: 'Aşk dediğimiz ödev ve muğlak his, bütün dünya insanlarının, sadece bedeni olmayıp bütün mevcudiyetimizi içine alan, fikri, hayati ve hissi bir birleşme için duyduğu iştiyaktir...''
Neymiş?.. Ben zaten anlayamayacağımı biliyordum, siz düşünün.
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2003
DÜN akşam oynanan Galatasaray-Denizli maçının skorunu bilemeyeceğim. Çünkü bu yazıyı Perşembe günü yazıyorum. Ama netice ne olursa olsun siz bu satırları okurken, dünyanın en mutlu insanlarından biri olacağımdan adım gibi eminim. Çünkü ıstırap bitti, futbol başladı...
Gelsin maçlar, goller, tartışmalı pozisyonlar, insanı çıldırtan yorumlar... Hepsini özledim vallahi!..
Umutsuzluğun tavan yaptığı günlerde Hürriyet Spor Müdürü Esat Yılmaer, dünyanın en normal şeyini sorarmış gibi: ‘‘Liverpool-Arsenal maçına gitmek ister misin?’’ dedi.
‘‘Baba sen ne diyorsun? Hakikat mi bu söylediğin, kafa mı buluyorsun?’’ dedim.
‘‘Yoo, Carlsberg Liverpool’un sporsoru ya, davet ettiler. Benim o tarihte basket maçım var, istersen sen git’’ dedi.
* * *
‘‘Orrayt Esat Baba, tarih yazacak bu kıyağını, bilmiş ol’’ dedim.
Maç 29 Ocak'ta Anfield'de, Liverpool'un efsane stadında. Geçen yıl 20 Şubat'ta Galatasaray-Liverpool maçı için (0-0 bitmişti) gittiğimde etrafında bir tur atıp, futbol hacılığı yolunda bir aşama daha kaydetmiştim.
İngiltere'de, Premiership'te Arsenal'i seviyorum. O açıdan da enteresan bir maç benim için... Ekipte Mert İnan, Mehmet Demircan, Alp Ulagay gibi kafayı sadece futbolla değil, sporun her branşıyla kırmış insanlar bulunduğundan konu sürekli spor.
Bunların bilgisi biraz sinir bozucu. Jokeylerin istatistiklerini filan veriyorlar.
Mert İnan, başlı başına bir hadise... Maçtan önce Carlsberg'in staddaki özel barında bira içerken ‘‘Anaaaa! Ian Rush’’ diyor ve adamın yanına gidiyor. Ben de gittim sonra ve Rush'tan imza aldım tabii.
Benim tanımadığım veya hatırlamadığım adamları yaşlanmış olmalarına rağmen tanıyor filan. İşin daha ilginci, tanıdığı adamların bazıları daha Mert doğmadan futbolu bırakmış... Sinir bozucu işte!..
Maçı haliyle Liverpool taraftarıyla beraber seyrettik. Yıllardır hayranlıkla seyrettiğim (veya dinlediğim demek daha doğru) ‘‘Uuuuuuuuuhh’’ tepkilerine katılmak çok güzeldi.
* * *
Arsenal son derece güzel top oynuyor. Galatasaray'ın Kopenghag'da bu adamlardan UEFA Kupası'nı almasının ne kadar büyük bir hadise olduğunu bir daha anladım. Ne yapmışız biz öyle usta ya?..
Her neyse. 2-2 biten maç sonrasında ‘‘Maçın Adamı’’ seçiliyor. Biz de oy kullandık. Michael Owen'la tanışmak istediğimizden, oyumuzu o yönde verdik ama haklı olarak 90'ıncı dakikada beraberlik golünü atan Emile Heskey seçildi.
Heskey'e geçen sene Ali Sami Yen'deki 1-1'lik maçta bize attığı golden dolayı gıcığım fakat yine de gidip maç dergisini imzalattım.
Liverpool futbol şehri. Haliyle bütçemizin dalağını yararak futbol yatırımı yaptık. Hoş Mert ve Alp'in yanında benim aldığım kitapların lafı bile edilmez ama, ben de kendimce futbol kitapları reyonunu sarstım.
Andrew Ward diye bir vatandaş, ‘‘Football's Strangest Matches’’ diye bir kitap derlemiş.
Futbol tarihinin hakiki manada tuhaf 100'den fazla olayını anlatıyor kitapta. En sevdiğim hikayeyi aktarayım:
1976 yılının Mart ayı. Aston Villa, Leicester City deplasmanında. Maç 2-2 bitiyor. Ve dört golü de, evet dört golü de Chris Nicholl atıyor.
Daha sonra Southhampton'un menajerliğini yapan, 648 maçlık kariyeriyle sayılı futbolculardan biri olan Nicholl, ilk golü kendi kalesine atıyor. Sonra gidiyor, ikinci yarının 8'inci dakikasında takımını beraberliğe taşıyor.
Fakat gün Nicholl'ün golü. Tekrar kendi kalesine gol atıyor. Maç böyle bitecek sanırken maçın bitimine 4 dakika kala baba tekrar sahneye çıkıyor ve kafayla takımını tekrar beraberliğe getiriyor. Ne performans ama...
Aldığım diğer bir kitabın adı ise: ‘‘The Geezer's Guide To Football’’ Bunu Türkçe'ye ‘‘Elemanın Futbol Rehberi’’ gibi çevirirsek olur herhalde.
Kitabın yazarı Dougie Brimson tribün kariyerim sırasında yüzlercesini tanıdığım, futbol delisi bir arkadaş.
Görüşlerinin tamamına katılmam mümkün değil. Mesela Dougie'ye göre, bir takım tutan kişi; her ne koşulda olursa olsun -buna milli takım da dahil- başka takıma sempati bile duyamaz.
* * *
Watford taraftarı olan Dougie, kitabını futbol alemine girmeye niyetli kişiler için bir rehber niteliğinde yazmış. Dougie Ağbi'ye göre gerçek taraftar replika forma giymez, atkı ve kaşkolle ilgilenmez falan filan. Büyük Britanya'da bir delikanlı insan da çıkıp ‘‘Ama Dougie biraderim, deneyimli tribün elemanı oturup bunun kitabını da yazmaz’’ dememiş. Dougie Ağbi'yle anlaşamadığımız bir nokta da ‘‘Futbol maçlarına gelen kadınlar’’ konusu.
Dougie Ağbi diyor ki; ‘‘Futbol maçlarına kadınlar gelmemeli. Eğer bir kadın yüzünden bir eleman maça giremiyorsa, kadını tribünden aşağı atmak suretiyle yer açmak caizdir... Futbol maçlarına üç tür kadın gelir: 1- Kocası veya sevgilisini yalnız bırakmak istemeyenler. 2- Çirkin ve koca bulmak isteyen kadınlar. 3- Lezbiyenler...’’
Tamam, Galatasaray'ın bir maçında top bizim kaleye doğru füze gibi giderken Numaralı tribünden çıkan ‘‘Ayyyyyyyyy!’’ sesi bizi de tedirgin etmişti fakat böyle kabalaşmak gerekmiyor. Belki Watford tribünlerinde böyle kadınlar vardır. Fakat ben hem güzellik hem futbol bilgisi konusunda bizim tribüne kefilim. Hepsi okumuş, güzel kızlar...
Sizi kurda kuşa yem etmiyorum kızlar, kıymetimi bilin...
Bu arada Beşiktaşlı arkadaşlar, birinci sayfada gördüğünüz ‘KartallarŞık Uçar’ başlığını da bu kardeşiniz attı.
Centilmenlikse, o da var yani..
Asoseyşın Futbol
Bu hafta futbol hasreti ağır bastığı için böyle oldu... Fakat bu kitaptan bahsetmezsem çatlarım. Kitabı Esat Yılmaer'den arakladım. Ya, bu arada Esat Ağbi bana kısa arayla iki güzellik birden yapmış, altta kalmamak lazım.
Kitabın adı: ‘‘Asoseyşın (Association) Futbol’’, yazarı Süleyman Rıza. Trabzon Araştırmaları Merkezi Vakfı (TAMEV), ilk basımı Trabzon Serasi Matbaası'nda 1922 senesinde yapılan bu muhteşem kitabı Ayşe Kuğu'nun günümüz harflerine aktarmasıyla yeniden basmış.
Baskısı mükemmel. Bir sayfada orijina hali, diğerinde yeni harfe aktarılmış hali veriliyor. Geliri TAMEV'e bağışlanan kitapta ‘‘Futbolun Kuralları’’, ‘‘Bizde Futbol’’, ‘‘Futbol Tabiratı’’ gibi bölümler var.
İnanılmayacak kadar güzel. Ahmet Ağaoğlu'nun, Ayşe Kuğu'nun, bu kitapta emeği geçen herkesin elini öpmek lazım.
Kitabı TAMEV'in (0212 275 42 48) numaralı telefonundan temin edebilirsiniz. Eh, bu kitaptan bahsedip, Galatasaray'a bağlamamak olmaz. İlk kurulan Türk Futbol Kulübü olan Galatasaray'dan kitapta şöyle bahsediliyor:
Galatasaray müteaddit zaferlerinden herşeyden ziyade Türkiye'de ilk futbol takımını teşkil etmek ve Türk futbolculuğunun banisi (kurucusu) olmak itibariyle bütün kulüplerimiz arasında haiz-i şeref ve rüçhandır.
Neymiş?..
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2003
HERŞEYDEN önce, saçları bir heavy metalci kıvamında olan bu fakirin (Fotoğrafa aldanmayın, tanınmamak için saç uzatıyorum.) ‘‘kellik’’ konusunda ileri geri konuşmasını terbiyesizlik olarak algılamazsınız umarım. Fakat son günlerde bu konuda CHP İstanbul Milletvekili Yaşar Nuri Öztürk'ün saç ektirmesi, ardından Diyanet İşleri Başkanlığı'nın ‘‘Caiz değildir’’ diye fetva vermesi üzerine gelişmeye başlayan olaylar, futbol tabiriyle ‘‘muz orta’’ şeklinde gelmeye başlayınca bu konuda bir şeyler yazmak şart oldu.
Kellik denildiği zaman aklıma hemencecik gelen iki olay var.
Birincisi, Türk siyasetinin renkli simalarından Esat Kıratlıoğlu'nun favorisini uzatmak suretiyle yarattığı saç modeli.
Kıratlıoğlu'nun kelini kapatabilmek için gösterdiği olağanüstü çaba, estetik açıdan insanı hırpalasa da takdire değerdi.
Denize girdiği bir günde çekilmiş fotoğrafını hatırlıyorum hep. O saç, suyun üstünde, kafadan bağımsız dalgalanıp duruyordu... Hey gidi günler!
İkinci olay için, hayatımda dinlediğim en matrak hikayalerden biri diyebilirim. Bu meslekteki ustam olan Ayhan Atakol, kendi deyişiyle ‘‘Damardan kel’’dir.
Bu dünyanın meselelerini aşmış bir insan olduğu için kellik filan takıldığı işler değildir.
Bundan yıllar önce, Hürriyet için kıyıda köşede kalmış tatil yörelerini tanıtan bir yazı dizisi hazırlamak üzere fotoğrafçı Haluk Özözlü'yle beraber Ege, Akdeniz kıyılarını geziyorlar.
Mazı civarlarında küçük bir yerde kalıyorlar. Ertesi gün daha güneye doğru Haluk Özözlü'nün emektar otomobiliyle yola koyulu- yorlar.
Yarım saat kadar gittikten sonra ustam ‘‘Haluk dur!’’ diye bağırıyor. Haluk Abi panik halde ‘‘Ne oldu, ne var?’’ diye soruyor.
Ustam ciddi ciddi, ‘‘Tarağı unuttum pansiyonda’’ diyor.
Haluk Abi, gülmekten otomobili yoldan çıkarıyormuş az kalsın. Hikayenin devamında ustamın bijuteriden fırça alma sahnesi de süperdir ama ben ilk kısmı daha çok severim.
***
Kel olmadığım için, kellik nasıl bir duygudur tam olarak bilemeyeceğim. Bazıları saç kaybı başladığında çok mutsuz oluyor ve önlem almaya çalışıyor. Mim Kemal Öke, saç ektirdikten sonra kafadan 20 yaş gençleşti bence. Mesela o iyi yaptı.
Galatasaraylı Suat'ın da kel olduğu dönemi artık kendimi zorlarsam hatırlayabiliyorum.
‘‘Erol Evgin'in saçları peruk mu?’’ tartışması çocukluğumdan beri sürer. Hatta küçükken Erol Evgin'e aşık olan bir hanım kardeşimiz, bu ihtimal karşısında ciddi ciddi yıkıma uğramıştı...
***
Halkımız, kellik konusundaki yaratıcılığını ‘‘Benzini Shell'den, aklı kelden alacaksın’’ veya ‘‘Tanburamın telleri, öptüm bütün kelleri’’ gibi özlü sözlerle kanıtlamıştır.
Hulki Aktunç'un Büyük Argo Sözlüğü'nde kel kafalı kimseler için, ‘‘Ampul; asfalt; keltoş; şırlak; tayyare meydanı’’ gibi laflar kullanıldığı belirtiliyor.
Nereden baksan sinir bozucu...
İşin günah mı, değil mi kısmına girecek kadar bilgim yok. Ama kelleri rahatlatacağına emin olduğum bir kitap biliyorum. Sel Yayıncılık daha yeni çıkardı bu kitabı. Kitabın adı: ‘‘Kelliğe Övgü.’’
MS 4'üncü yüzyılda yaşamış olan Kyreneli Synesios'un kitabını Cáná Aksoy Türkçe'ye kazandırmış. Bu güzel kitaba Tahsin Yücel, Samih Rifat, Aydın Uğur, Ekrem Işın ve Enis Batur da birer önsöz yazmış.
Enis Batur'un metnini olduğu gibi aktarmak isterdim, çok güzel. Fakat buna imkan yok. meraklısı gitsin alsın kitabı.
Fakat yazısının son cümlesini, bütün keller için buraya almadan edemeyeceğim: ‘‘Vitrinlerde şimşir taraklara bizim gözümüz takılır...’’
Kellik bu kadar şairane anlatılabilirdi doğrusu.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2003
TOPESTO 10 gün önce, kafayı kırıp İzmir'e kaçtı. Ne zaman sıkılsa oraya kaçıyor zaten. İyi de yapıyor. İzmirli değilim fakat cennet vatanımızın bu cennet köşesi bana da iyi gelir... Döner dönmez aradı: ‘‘N'aber usta? Var mı şehirde enteresan bir hadise?’’ diye sordu.
‘‘Enteresan diyebileceğimiz şeyler oluyor ama direkt olarak bizimle ilgili değil’’ dedim.
‘‘Ne gibi? Nasıl şeyler?’’ dedi.
‘‘Taksim Meydanı'nda o çok sevdiğimiz eski Türk filmindeki Gulyabani'yi andıran dev bir basketbol oyuncusu maketi duruyor mesela... Bir de Hayal Kahvesi'nin sokağının başında iki tane uzaylı UFO Müzesi'ne çağırıyor insanları... Türk Basını'nın değerli bir takım yazarları Ally McBeal konusunda köşeler arası cenk başlattı. Halk her konuda olduğu gibi bunda da iki, üç, hatta bununla da yetinmeyerek dörde, beşe filan bölündü. Bir de Türk Elvis Toplantısı varmış ama ona hiç girmeyelim istersen’’ dedim.
* * *
Haklı olarak ‘‘İyi misin sen?’’ dedi.
‘‘İyiyim, hatta bebe bisküvisinin kapak güzeli kadar gürbüzüm. Dediklerimin hepsi gerçek. Ama dev basketbolcu balonunu kaldırdılar salı itibariyle. UFO'cuları görüyorum ara sıra. Uzaylı gibi giyinmiş iki şahıs var hakikaten. Rica edeceğim, 'Uzaylı gibi giyinmek nasıl oluyor?' diye sorma’’ dedim.
Baktık telefonda olmayacak bu iş, 10 günlük malzeme birikmiş bünyede, mahalle kahvesinde buluşmaya karar verdik.
Topesto elinde bir şişe zeytinyağıyla geldi, bir melek olan annesi bana yollamış. Buradan selamlarımı sarkıtıyorum İzmir'e. Teşekkür ederim Hale Teyze, bitince haber veririm Hale Teyze, yemeklerimizi düzgün yiyoruz Hale Teyze, İzmir'e herhalde Mart ayında geleceğim Hale Teyze, henüz bir evlilik olmadığı için torun haberi filan da yok Hale Teyze... Ellerinizden öperim.
Her neyse işte; Topesto doğal olarak telefonda anlattıklarımdan bir şey anlamamış.
‘‘Ne UFO'su, ne Gulyabanisi? Ne dedin sen ya?’’ diye girdi lafa.
Mevzuyu biraza daha açarak anlatmak durumunda kaldım.
Yoldan geçen insanları UFO Müzesi'ne davet eden uzaylılara takılmış. ‘‘Var mı hakikaten böyle bir şey?’’ diye sordu.
‘‘Var, gözlerimle gördüm. Hatta Simurg'a gitmek için o sokağa girmem gerekiyordu, yanlarından geçerken tedirgin oldum.’’ diye cevap verdim.
‘‘Müzeye gitseydin bari’’ dedi, ‘‘Henüz böyle bir şeye hazır olduğumu sanmıyorum ağbi’’ dedim.
‘‘Haklısın aslında’’ dedi.
* * *
Bir müddet daha boş boş konuştuktan sonra, yan masada emekli hakim Arif Beyamca'yla çay içen Bakkal Ceset Hilmi'nin ‘‘Çiftli okey oynayalım’’ davetini kabul ettik.
Arif Beyamca okey oynamayı sevmiyor. Topesto da sevmiyor. Ben de sevmiyorum. Ceset Hilmi'nin de okeyden çok hoşlandığını sanmıyorum. Ama başladık işte.
Ceset Ağbi, tamamen yarışmacı bir ruha sahip olduğundan, ‘‘Nesine oynuyoruz?’’ dedi.
Bu ‘‘Nesine oynuyoruz?’’un cevabı, hiçbir zaman normal bir şey olmaz. Arif Beyamca, bir keresinde tavlada Ceset Ağbi'yi yenince Deniz Hukuku kitabı okutmuştu mesela. Çok eğlenmiştik.
Arif Beyamca, ‘‘Kaybeden ekip, kazananın duvarlarını boyasın’’ dedi.
‘‘Olur’’ dedik. Arif Beyamca kaybetse bile duvarlarını boyayacağımız da böylece kesinleşmiş oldu.
Arif Beyamca Topesto'ya ‘‘Neredeydin sen? Gözükmüyorsun epeydir...’’ dedi. Topesto İzmir'de olduğunu söyledi.
Arif Beyamca ‘‘Ben İzmir'deyken’’ diye başlayarak eski davalarını anlatmaya başladı. Tahminimizce 400 kadar yerde görev yapmış Arif Beyamca. Çünkü Türkiye'de herhangi bir noktadan bahsedildiğinde, ‘‘Yeni mezunum o zaman... Tayinim ...'ya çıkmış...’’ diye başlıyor çünkü lafa.
Arif Beyamca anlatırken Ceset Hilmi ‘‘Arif Ağbi ben bu davayı hatırlıyorum, Bursa'da değil miydi o ya?’’ diye ortalığı bulandırıyor. Sonra Arif Beyamca kızıyor, ‘‘Bana bunak mı diyorsun sen?’’ diye Ceset Ağbi'yi fırçalıyor falan filan. Klasik program dahilinde gerçekleşiyor bunlar.
Ceset Ağbi'yle Arif Beyamca kapışmasına ilgimiz azaldığı anda Topesto, ‘‘Ally McBeal hadisesi nedir?’’ diye sordu.
Okeye mi dönsem, direkt döksem mi taşları diye düşünürken cevap verdim: ‘‘Dizi üzerine bir kısmını anladığım, bir kısmını çözemediğim bir polemik işte...’’ dedim.
‘‘Kimler seviyor, kimler sevmiyor’’ peki dedi.
‘‘Sevmek sevmemek üzerine değil galiba... Daha çok Ally McBeal üzerinden hayata mana katılıyor’’ dedim. Bu arada okeye dönmeye karar verdim.
‘‘Seinfeld'in bittiği kötü oldu’’ dedi.
‘‘Ben de özlüyorum’’ dedim.
Topesto, ‘‘Sen bu diyaloğu yazınca polemiğe girmiş olur musun?’’ dedi.
‘‘İstemem ama deneyebiliriz’’ dedim.
Bu sırada Ceset Hilmi döktü taşları. Bozuldum.
‘‘Ama Lucy Liu'nun hastasıyım’’ dedi Topesto.
‘‘Ben de’’ dedim...
Cronenberg, FB ve TS
GEÇEN hafta !F İstanbul Bağımsız Filmler Festivali'nin açılışı var. Açılışta, David Cronenberg'in ‘‘Spider’’ı gösterilecek.
Kalktık gittik Fitaş'a. Fakat biraz biz erken gitmişiz, biraz kapı açılma saati ileri alınmış... Bir de ortam çok kalabalık. Sıkıntı bastı haliyle.
O sırada Nur Çintay ve Emre Aköz'le karşılaştım. Kalabalık mideye yumruk şeklinde çalışıyor, çok sıkıcı. Emre Aköz'ün aklı az sonra başlayacak Efes Cup Final maçında. Fenerbahçe-Trabzonspor'la oynuyor. Kendisi iyi Fenerlidir, bilen bilir.
Sıkıntısını anladım, destek verdim: ‘‘Burası çok bastı... Maç da var. Hemen üst katta... Biraz sonra başlayacak... Final...’’ gibilerden yol yapıyorum.
Nur Çintay, ‘‘Ben tek başıma seyreder, sizi bulurum’’ dedi. ‘‘Sıkılmaz mısın?’’ diye bile sormadan soluğu North Shield'da aldık.
Ben geçen hafta, kiminle oynayacağını bile bilmeden ‘‘Fener kupayı alır’’ diye yazı yazmışım. Yani Galatasaraylı halimle Fener'e güvenmişim... Bunun ilk kez olduğunu tahmin edersiniz herhalde.
Böyle bir yazı yazınca da hayatta ilk kez Fener'in kupa kazanmasını ister bir hale gelmişim.
Hayli karmaşık duygularla seyrediyorum. ‘‘Fener gol atarsa sevinecek miyim şimdi? Yok daha neler’’ filan diyorum içimden. Netice itibariyle Trabzonspor kupayı kazandı.
Cronenberg filmi seyretmek üzere evden çıkıp Fener'in kazanacağını iddia ettiğim bir kupayı Trabzonspor'un kazanmasına şahit oldum. Tuhaf işte!..
Cep mütehassısı
CEP cihazı bozuldu. Haklı sayılır alet. Beni o kadar düşürseler ben de bozulurdum. Bozulduğunu pek belli etmedi başta. Baktığında normal gözüküyor.
Cep telefonu zır zır çalan tiplerden değilim. Fakat bir insanın telefonu üç gün içinde bir kez olsun çalar değil mi?..
Üçüncü gün, cep cihazını sabit cihazın yanına koydum ve çalışıp çalışmadığını denemeye karar verdim. Sabit cihazdan numarayı çevirdim bekliyorum...
Bir süre sonra meşhur ‘‘Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor, lütfen...’’
Yapma ya, kim kime ulaşamıyor?.. Böyle bir saçmalık olabilir mi? Ben, kendimi arıyorum ve telefon bana ulaşılamadığını söylüyor.
Bu mevzuyu felsefi bir platforma taşıyacak değilim elbet ama insanın arayıp da kendisine ulaşamaması saçma değil mi sizce de?.. Peki, takılmayalım.
Bu durumda cep cihazlarından anlayan bir arkadaşı aradım. ‘‘Tahtakale'ye gideceksin’’ dedi ve devam etti, ‘‘Ama Beyoğlu'nda da yaptırabilirsin...’’
İkinci şık daha yakın olduğundan adres aldım ve telefonu götürdüm.
Verdiği adreste beyaz önlük giymiş bir teknisyen, önünde de yüzlerce çip vesaire... ‘‘Nesi var?’’ dedi...
‘‘Bilmiyorum ama çalışmıyor işte’’ dedim. Bir takım anlamadığım şeyler söyledikten sonra, telefonu aldı, kartvizitini uzattı ve ‘‘Akşama doğru arayın bakalım nesi varmış...’’ dedi.
Kartı aldım çıktım. Daha sonra, akşama doğru 'hastanın' durumunu öğrenmek için kartı çıkardığımda dumura uğradım. Kartın üstünde aynen şöyle yazıyordu: ‘‘CEP TELEFONU HASTANESİ. Dr. İ.. U.. (Adını yazmayayım, reklama girer, değil mi?)’’
Arayıp sordum, ‘‘Hasta nasıl, yaşayacak mı?..’’ diye.
‘‘Turp gibi... Buyrun ziyaret edebilir, hatta eve çıkarabilirsiniz’’ dedi.
Gittim, faturayı ödedim, cihazı aldım...
Bu arada, size bir hizmet vermek maksadıyla şunu da sordum: ‘‘En çok ne arıza oluyor doktor bey?’’
‘‘En çok şebeke arızası şikayeti geliyor’’ cevabı geldi. Bir de en sağlam telefonun hangisi olduğunu sordum ama cevabı yazarsak diğerlerine ayıp olur. Hem öyle net bir cevap da gelmedi... Birinin tamiri kolaymış, biri daha dayanıklıymış, filan falan...
Bu arada telefon yine bozuldu, yine bıraktım. Herhalde yeni bir tane almak gerekecek.
Böyle normal normal anlattığıma bakmayın, hálá hadisenin etkisi altındayım. Kendine ulaşamamak... Acayip!
Yazının Devamını Oku