29 Kasım 2002
FİLMİ başa saralım ve öyle seyretmeye başlayalım... Geçen hafta, Hürriyet Cumartesi gazetesinde şöyle bir yazı yazdım:
‘‘Yatılı Meyhane
Cumartesi günü, kontrolden çıkmış vaziyette gazete okuyorum. Bazı günler böyle oluyor. Otomobil kullanmayı bilmememe rağmen, otomobil ilanlarına kadar okuyorum gazeteyi.
İlanlara bakarken bir anda şöyle birşeye takılıyor gözüm Hürriyet'in 15'inci sayfasında:
'YATILI MEYHANE. Şile Hotel Değirmen.
Meyhane+ Canlı Müzik+ Konaklama+ Kahvaltı. 28 milyon 500 bin TL. İki Gece: 49 milyon 500 bin lira...'
Yani gidiyorsunuz, anladığım kadarıyla evin yolunu bulamayacak kadar çok içiyorsunuz ve orada kalıyorsunuz. Sabah da kahvaltınızı verip evinize yolluyorlar.
Harbiden ilginç. ama ben bir şeyi anlamadım. Bir gece 28 milyon 500 bin lira ise, iki gece en fazla 47 milyon olur değil mi? Yani ya daha ucuz olur, ya da bir gece fiyatının tam iki katı...
Biraz enteresan bir hesaplama şekli olmuş...’’
***
Evet aynen böyle yazmışım. Fakat milletin hesaplamasıyla dalga geçerken, kendimi üzümlü kek durumuna düşürmüşüm.
28 milyon 500 bin çarpı iki kaç eder? Yaklaşık 200 okurumun da mail'lerinde çeşitli şekillerde ifade ettikleri gibi 57 milyon, değil mi?..
Ama yok işte, ben onu 47 milyon lira diye hesaplayıp, bir de üstüne üstlük adamlarla kafa bulmaya kalkmışım. Boşuna dememişler, ''Allahın sopası yok'' diye...
Bu durumda benim zeki ve matematik konusunda benden çok daha iyi olan okuyucularım, önlerine yuvarlanan bu topu sektirmeden gol yapmazlar mı? Yaparlar tabii.
Kimisi kibar kibar ‘‘Birader galiba yanlış hesaplamışsın..’’ şeklinde yaklaşmış bu hataya. Bazıları ‘‘Abakus yollayalım mı?’’ diyor ki, onlar da haklı. Sen basit bir matematik işlemini yapamazsan adama abakus de yollarlar, kerrat cetveli de...
Bu arada, tabii ki ‘‘28,5'u ikiyle çarpamayan adama da köşe yazdırıyorlar ya...’’ kontenjanından konuklarımız da oldu.
‘‘Biz seni severdik, n'aptın Kanat... Annem Emin Çölaşan'cıdır. Ben de seni seviyorum. Annem şimdi sabahtan beri benimle dalga geçiyor; 'Senin Kanat ilkokulu nerede okumuş bir sor' diye...’’ şeklinde duygusal manada içimi parçalayan mesajlar bile geldi.
Değerli okurlar; matematik konusunda kazmalığım meşhurdur. Fakat bu kadar basit bir işlemde çuvallamış olmamı sadece salak olmamla açıklayabilirim. Başta ilkokul öğretmenim ve Yatılı Meyhane fikrinin mucidi Şile Hotel Değirmen yetkilileri olmak üzere herkesten harbi harbi özür dilerim...
***
Yaklaşık bir haftadır çeşitli yollarla bana ulaşıp bu işlem hatasını hatırlatanlara söz verdim: Üzerinde ‘‘28,5 x 2= 57’’ yazan bir tişört yaptırıp gezeceğim. ‘‘Ne mana ağbi’’ diye soranlara da tişörtün sırt kısmını göstereceğim. Orada da ‘‘Ben kekim’’ yazıyor olacak...
Bu hikaye böyle biter. Fakat en güzel mesajı sona sakladım. Onu yazmadan olmaz... Mesaj, New Jersey'den Okan (Adını ne olur ne olmaz diye değiştiriyorum) adlı bir okurdan geldi. Okan aynen şöyle yazmış:
‘‘Sevgili Kanat kardeşim;
Kıllık olsun diye bir düzeltme yapacağım.
Yatılı meyhane içerikli yazında, 28.500.000 ile 2'yi çarpamamışsın.
57.500.000 eder.
Saygılarımla.
Eylemlerim sürecek
Okan
New Jersey’’
***
Kıymetli biraderim Okan. Haydi biz böyle karizmamızı kamuoyu önünde çizim çizim çizmişiz... Ama sen şu hesabına bir daha bak... Beni düzeltirken kendini de bozmuşsun. Yaa, oldu mu şimdi?..
Yazının Devamını Oku 23 Kasım 2002
GEÇEN hafta, apolitik Topesto'nun kız meselesi yüzünden bir anda bilinçlenmesinin ibret dolu hikayesini anlatmıştım. Herkes geçen haftaki yazıyı okumuş olamaz.. Bu sebepten çıkan kısmın özetini vermek gerekiyor... Bizim Topesto, yaz tatilinde tanıştığı bir kızı araklayabilmek için ‘‘Antik Cam Atölyelerini Kurtaralım’’ şeklinde bir eyleme katılmıştı. Eylem başarılı, fakat Topesto başarısız olmuştu.
Tatil dönüşü bu güzide eylemden elimizde kalanlar Topesto'nun hafif çatlamış kalbi ve bir adet megafondan ibaretti.
Topesto'nun kalp kırıklığı fazla sürmedi. Fakat o megafon Riko, ben ve adını asla bilemeyeceğimiz bir patates-soğancı arasında yıllarca unutamayacağımız bir anının baş kahramanı oldu...
*
Megafon, geldiği günden itibaren evin en önemli eşyası oldu. Normal bir evin mutfağı veya tuvaleti kadar bir salonda, dar alanda mücadele şeklinde geçiyordu hayat.
Bir gün Riko, ateşli bir tartışmanın orta yerinde fikrini duyuramayınca megafona sarılmıştı. Biz anormal anormal tartışırken, odada Riko'nun sesininin alışılmışın ötesinde bir tonda yankılanması resmen kanımızı dondurmuştu.
O gün neyi tartışıyorduk hatırlamıyorum şimdi. Ama Rİko, bu klas ve umulmadık hareketiyle o günkü tartışmanın kesin galibi ilan edilmişti.
Yani hálá takdirle karşılarız bu megafonla tartışmaya müdahale fikrini...
Megafon sonra çeşitli amaçlarla kullanılmaya başlandı.
Mesela bana telefon geliyor. Ben o sırada arkada, küçük odada Butthole Surfers dinleyip, birşeyler okumaktayım. Butthole Surfers dinlemiş olanlar, bu topluluğu dinlerken bir şeyler okunamamayacağını söyleyecektir. Doğrudur aslında... Fakat ben, Ende'nin ‘‘Never Ending Story’’sini ağırlıklı olarak Butthole Surfers dinlediğim dönemde okuyup bitirmiştim. Neyse...
Riko odanın kapısına kadar gelip ‘‘Huooop! Telefon!’’ diyordu. Böylece iletişim alanında hız kazanmış oluyorduk...
*
Aslında bütün bunlar tıraş; megafonu unutulmaz objeler arasına sokan olayı anlatmak gerekiyor.
Megafonun hayatımızda en etkili olduğu dönem. Klasik bir huysuzlar sabahı yaşanmakta. Yine karşılıklı oturulmuş, konuşulmuyor. Bir koltukta Topesto, bir koltukta ben...
Balkon kapısı açık. Hafif bir rüzgar var. Huzur ırmakları akmakta evin içinde. Tam o sırada bir ses barajı kuruveriyor huzur ırmağımızın üzerine: ‘‘Badadiz suvaaaan!’’
Gelir geçer nasıl olsa diye düşündüğümüzden istifimizi bozmuyoruz. Bu arada günün ilk cümlesini kuruyor Topesto, ‘‘Kahve istiyon mu birader?’’
‘‘Hayır demişliğim var mı ha?’’ gibilerden bakıyorum.
Topesto'nun kahve yaparken söylendiğini duyuyorum derinden ‘‘Ne bu be sabah sabah... Soğan... Patates...’’ filan diyor.
Kahveyi getiriyor ve koltuğuna kuruluyor.
Bu arada dışarıdaki eleman ısrarcı: ‘‘Badadiz suvaaaan!..’’
Bir anda Topesto'yla gözgöze geliyoruz, megafonu kaptığımız gibi perdenin arkasında zulalanıp adama aynı tondan (megafon tonundan) karşılık vermeye başlıyoruz: ‘‘Yalaaan, yalaaan! Badadiz de yalan, suvan da yalan!..’’
Adam tırsmış bir halde etrafa bakıyor, sesin nereden geldiğini anlamaya çalışıyor, sonra ‘‘Hiç bulaşmayayım’’ gibilerden pikapı çalıştırıp mahalleyi terk ediyor.
‘‘Badadiz suvan’’ elemananı püskürtmüş olmanın rahatlığıyla, yeniden koltuklarımıza kuruluyoruz.
‘‘Çok kral alet lan bu megafon’’ diyorum Topesto'ya...
‘‘Öyledir, öyle...’’ diyor.
İşkembe testi
YAMYAMLIK, seri cinayetler vesaire konusunda uzman olmasam da çok kitap okudum. Arada beni sarsan tek şey, Jeffrey Dahmer'in FBI'a verdiği mülakat olmuştu.
Onun dışında ne kanlı sahnelerde, ne de detaylı cinayet anlatımlarında fenalaşmam...
Ancak ‘‘Her Gün Bir Başka Bela’’ filminde bazı sahnelerde ciddi ciddi rahatsız oldum. Filme girdiğimde karnım hafiften açtı. ‘‘Çıkışta birşeyler yerim’’ diyordum. İki saat bir şey yiyemedim.
Filme güzel veya kötü demiyorum. Ama hakiki manada hastası olduğumuz Beatrice Dalle ablamızın, çocuğu sevişirken canlı canlı yemesi bizi bayağı bir tedirgin etti.
Öldürüp yese itirazımız olmayacak gibi bir hava doğduğunun farkındayım... Ama canlı canlı... Balık yiyemezsin be öyle!..
Yatılı Meyhane
GEÇEN Cumartesi günü, kontrolden çıkmış vaziyette gazete okuyorum. Bazı günler böyle oluyor. Otomobil kullanmayı bilmeme rağmen, otomobil ilanlarına kadar okuyorum gazeteyi.
İlanlara bakarken bir anda şöyle bişeye takılıyor gözüm Hürriyet'in 15'inci sayfasında:
‘‘YATILI MEYHANE. Şile Hotel Değirmen.
Meyhane+ Canlı Müzik+ Konaklama+ Kahvaltı. 28 milyon 500 bin TL. İki Gece: 49 milyon 500 bin lira...’’
Yani, hakiki manada yaratıcı bir hadise. Topesto'yu arıyorum ve ‘‘Sen böyle bir şey duydun mu daha önce?’’ diyorum.
‘‘Yok ama adamlar, hizmette sınır yok kavramını ciddi şekilde geliştirmişler’’ diyor.
Yani gidiyorsunuz, anladığım kadarıyla evin yolunu bulamayacak kadar çok içiyorsunuz ve orada kalıyorsunuz. Sabah da kahvaltınızı verip evinize yolluyorlar.
Harbiden ilginç. ama ben bir şeyi anlamadım. Bir gece 28 milyon 500 bin lira ise, iki gece en fazla 47 milyon olur değil mi? Yani ya daha ucuz olur, ya da bir gece fiyatının tam iki katı...
Biraz enteresan bir hesaplama şekli olmuş...
Yazının Devamını Oku 22 Kasım 2002
GEÇEN hafta Barcelona-Galatasaray maçından önce 4 kişilik bir ekip halinde bu güzel kenti gezme kararı alıyoruz. Futbol meraklılarının dünya üzerindeki sayılı mabetlerinden Nou Camp'ı, Barcelona Kulübü'nün müzesini gezip kıskançlıktan çatlayacak kıvama geliyoruz önce.
‘‘Bir futbol kulübünün müzesi, insanı nasıl çatlatır canım’’ demeyin. Müzede Miro'nun Barcelona için çizdiği tabloyu filan görüyorsunuz. Bu bir spor kulübünün müzesi olmaktan öte, harbiden bir sanat müzesi...
Hayranlık ve kıskanarak ölme isteği arasında gidip geliyoruz. Bu esnada ortadan yok olan bir eleman elinde enteresan fotoğraflarla dönüyor yanımıza.
Fotoğrafta bizim eleman Saviola'yla gol sevinci yaşıyor. Barcelona Kulübü, stadlarını ziyaret edenlere belli bir ücret sayesinde böyle bir imkan tanıyor.
Yani tabii ki Saviola'yı getirip ‘‘Şu elemana sarıl da bi fotoğraf çektirsin’’ demiyor. Fotomontajla çözülüyor bu iş.
Bu arada arka planda tribünler filan çıldırmış vaziyette gözüküyor. Bayağı iyi bir fotomontaj...
***
Dört arkadaş ve fotomontaj, Barcelona'daki turu hızlandırmaya karar veriyoruz. Saviola'yla gol sevinci paylaşan eleman, durumun dalağını yarmaya meyilli.
Takside La Sagrada Familia'ya doğru ilerlerken, ‘‘Abi aslında insan bu fotoğrafla milleti kandırabilir ha... 10 sene sonra filan 'Barcelona'da top oynamıştım' deyip bu fotoğrafı göstersen yerler bence...’’ demeye başlıyor.
‘‘Tabii canım, tabii’’ deyip geçiştirmeye çalışıyoruz.
Ama eleman abartma konusunda hayli iddialı: ‘‘Bak ağbi, şimdi benim seneye çocuğum olsa... Ben evin bir köşesini Barceloa köşesi yapsam... Buradan aldığım bayraklar filan; araya bir iki tane tel maşa kupa serpiştirsem... Bu fotoğrafı da göbeğe koysam. Çocuğa iki yaşından itibaren 'Ben Barcelona'da futbol oynuyordum. Adım Patrick Kluivert'ti... Sonra Müslüman olup Hamza adını aldım' desem, çocuk inanmaz mı babasının Barça'da top oynadığına...’’
Baktık iş ciddiye biniyor, müdahale ettik: ‘‘Birader sen harbiden hastasın. Ya, insan çocuğunu böyle kandırır mı? Haydi kandırdın diyelim, bari Kluivert olduğunu iddia etme. Kluivert'in siyah olduğunu biliyorsun di mi güzel abicim?...’’
‘‘Haa, olmaz tabii’’ dedi şuursuz yaratık...
Kafasına vurduk bir tane tabii ki!
***
La Sagrada Familia, Gaudi'nin muhteşem eserlerinden sadece biri. Bu enteresan eseri anlatmak için millet tuğla gibi kitaplar yazıyor, biz burada üç cümlede anlatamayız nasıl olsa...
Ama şöyle söyleyeyim, kafayı hafiften çatlatmış olanlar, merdivenleri kullanarak bu görkemli yapının tepesine tırmanmaya kalkabiliyor. Normal insanlar ya etrafında şöyle bir dolaşıyor, ya da asansörü kullanıyor.
Biz toplu halde düşünme yeteneğimizi kaybetmiş dört insan olduğumuzdan, ‘‘Haydi merdivenlerden çıkalım’’ dedik...
Arkadaşlar, Barcelona'ya giderseniz ve kaya tırmanışıyla filan bir bağlantınız yoksa La Sagrada Familia'ya merdivenle tırmanmayınız. Eğer dört kişiyseniz ve bunlardan ikisinin yükseklik korkusu varsa, bunu aklınızdan bile geçirmeyiniz.
Ulaşabileceğimiz en üst noktaya vardığımızda, dillerimiz kravat gibi sarkıyordu. Son nefesimizi La Sagrada Familia'nın tepesinde ‘‘Herh zamanh hherh yerdhe enh böyükh jimbom’’ diyerek tükettikten sonra, inişe geçtik.
Herhalde 1000 merdiven inmişizdir. Yolun sonuna geldiğimizde karşımıza bir kapı çıktı. En önde ben gittiğim için kapıyı şöyle bir tuttum ve kendime doğru çektim... Inınının! Açılmadı alçak!
Daha sonra, o anki surat ifademi ‘‘Elindeki bombanın fünyesinin çekilmiş olduğunu fark eden bir askere’’ benzettiklerini söylediler.
Can havliyle arkama dönüp ‘‘Kapıh! Kapıh kapalığh!’’ diye bağırdım. arkamdaki eleman, suratıma ‘‘Ne diyo bu salak be!’’ gibilerden baktı ve kapıyı itti. Meğer dışarı doğru açılıyormuş...
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2002
Bundan yıllar önce (Tam olarak 13 sene), Riko biraderimle ‘‘Dankek’’ reklamındaki tipler gibi oturuyoruz. O reklamdaki tiplerle o günkü durumumuz arasında iki önemli fark var. Birincisi yan yana değil, karşılıklı oturmaktayız. İkinci ve daha mühim olan fark ise birimiz ‘‘Dan’’, diğerimiz ‘‘Kek’’ demiyor. Daha doğrusu hiçbir şey konuşmuyoruz. Öyle duruyoruz evde işte. Telefon çaldı. Birbirimize baktık... Riko'nun bakış açısından (Harbiden vardır böyle bir açı, aşağıdan yukarı doğru ama şimdi tarif edemeyeceğim) telefon açma sırasının bende olduğunu anladım.
O sıralar her şey sıraylaydı zaten. Kahve yapma sırası, bakkala gitme sırası, evi temizleme sırası...
Açtım bizim Zorro Kamil arıyor. ‘‘Nedir Zorro?’’ dedim
‘‘Oğlum hemen bi tane .... gazetesi alın’’ dedi.
‘‘İmkansız şeyler istiyorsun Zorro'cuğum’’ dedim.
‘‘Alın ağbi ya, üçüncü sayfaya bakın sonra zaten beni arayacaksınız’’ dedi.
Bahsettiği gazete bizim eve giremiyor o dönem itibariyle. Ama arada sırada Zorro Kamil kafayı çektiği zamanlarda bir klasik olarak ‘‘Ulen banka mı soysak acaba’’ diyor... Kıllandım haliyle bizimki bankayı soydu, üçüncü sayfaya haber oldu diye.
Bakkalı arayıp gazeteyi istedim. Sonra az sipariş verip utanmamak için birşeyler daha söyledim... Bu arada Riko ‘‘Ne o gazete?’’ diyerek günün ilk cümlesini kurdu.
‘‘Zorro Kamil aradı, üçüncü sayfada bir şey varmış’’ diye cevap verdim.
Gazete geldi, üçüncü sayfayı açtık... O ne? Topesto!..
Topesto o gazetenin üçüncü sayfasında yer almakla kalmamış bir de elinde pankart var: ‘‘Antik cam atölyelerini kurtaralım’’ diye.
Daha da tuhafı, Topesto'nun diğer elinde bir megafon ve arkasında da kitle var.
Hemen Zorro'yu aradık: ‘‘Ne bu be?’’ diye...
Zorro bir müddet serbest şekilde güldükten sonra: ‘‘Ağbi kız meselesi’’ dedi.
Meğer, o saate kadar okulda hiçbir eyleme katılmayan Topesto, tatilde tanıştığı bir kızı araklayabilmek için, anında bir mücadele bilincine sahip olmuş.
Kız buna ‘‘Burada antik cam atölyeleri varmış. Fakat kimse ilgilenmediği için tahrip oluyor...’’ demiş. Bizimki de kızı gözüne kestirmiş ya, gece oturmuş eylem planı yapmış.
Eh, konu da pek renkli olmadığı için bula bula ‘‘Antik cam atölyelerini kurtaralım’’ gibi müthiş yaratıcı bir slogan bulmuş.
Uzatmayalım, tatil bitti Topesto geldi. Eve girer girmez kapının karşısında bu haberi görünce rengi değişti tabii.
‘‘Siz nereden duydunuz?’’ dedi. Riko havada bir 'Z' çizince de ‘‘Adi Zorro di mi?’’ diye devam etti.
‘‘Arakladın mı peki kızı usta?’’ diye sorduk. ‘‘Yok ağbi’’ dedi.
‘‘Olur öyle şeyler’’ dedik.
‘‘Bakın bunu getirdim ama’’ dedi ve hoparlörü uzattı.
O hoparlör, bu olaydan iki gün sonra, bir ‘‘patates soğancı’’yla mücadelede fevkalade önemli bir görev üstlendi.
Hoparlör'ün hikayesini de sonra anlatırız...
10 Albüm
GEÇENLERDE Q Dergisi'nin ‘‘Bütün zamanların En İyi 10 Albümü’’ adlı yarışmasından bahsetmiştim. Derginin www.q4music.com adresindeki web sayfasına girip oy kullanılabiliyordu. Süre doldu, sandıklar kapandı. Fakat ben yazıda, girip oy kullandığımı söylemiştim. Yer kısıtlı olduğundan 10 albümü yazamamıştım. Bazı okurlar haklı olarak ‘‘Hangi 10 albüm koçum, söyle de bilelim’’ yollu mesajlar attılar. Liste şöyle birşeydi:
1- Nevermind NIRVANA
2- Siamese Dream SMASHING PUMPKINS
3- Exile On Main Street ROLLING STONES
4- Closer JOY DIVISION
5- Surfer Rosa THE PIXIES
6- Blonde On Blone BOB DYLAN
7- The Clash THE CLASH
8- The Modern Dance PERE UBU
9- Horses PATTI SMITH
10- Green R.E.M.
Sıkıcı işte!
HAYATTA dayanamadığım aktörlerin Baldwin Biraderler ve Pierce Brosnan olduğundan emin olarak yaşamaktaydım... Bir gün ‘‘Jumanji’’ filmini seyrederken ‘‘Yeter be!’’ diyene kadar Robin Williams'la bir meselem olduğunu düşünmüyordum.
Ama o gün fark ettim ki; Robin Williams benim canımı acayip derecede sıkmakta. Yani adam iyi oyuncu diyenlere filan saygım var. Ama adam sıkıcı. O ağlamakla gülmek arası bir ifadeyle çıkmıyor mu karşıma, deliriyorum. Yahu, ya ağla, ya gül... Böyle sürekli iki arada bir derede hislenen insan olarak yaşanmaz ki!..
Son olarak Al Pacino (Baba!.. O ayrı) ile oynadığı Insomnia'ya gittim. Giderken de diyorum ki; ‘‘Yav, katili de aynı ifadeyle oynamıyordur herhalde...’’ Hayır ağbi, onu da öyle oynamış. Sinir bir durum...
Bir de Tom Hanks'in ‘‘Oscar'lık oynarım ben usta.. Bak ben böyle bakınca Oscar veriyorlar’’ türü bir tribi var. Yani olmayabilir de, ben kıllanıyorum işte. Onu da gözden geçirmek gerekiyor. Son olarak ‘‘Azap Yolu’’nda hakikaten azap çektim...
Son zamanlarda Jeremy Irons da tedirgin edici işler yapıyor. Çok severim adamı ama o ‘‘Zaman Makinesi’’ zamazingosundaki canavar rolü neydi öyle ya?.. Neyse!
Yazının Devamını Oku 15 Kasım 2002
YAZININ başlığının son derece tuhaf olduğunun ben de farkındayım. Fakat sizi temin ederim; bu başlık benim ‘‘Tavuk Prenses’’le karşılaşmam kadar tuhaf değil...<br> Hayatımın Tavuk Prenses'le kesişmesiyle neticelenen olaylar zinciri, Cumartesi sabahı saat 05.00'te, İstanbul'da, sıcacık yatağımdan kalkmamla başladı.
Aslında buna yataktan kalkmak denmiyor. Siz yatağa Garfield gibi yapışıyorsunuz. Uyku ‘‘Gel kardeşim, uyuyalım’’ diyor, irade ‘‘Hayır vazife bekliyor’’ diye karşı çıkıyor.
İrade bir kez daha uykuya karşı maçı kazanıyor ve siz ister istemez, kendinizi yataktan aşağı sert bir şekilde bırakarak filan uyanıyorsunuz.
Eee, şimdi düşündüm de olaya biraz fazla baştan girmiş oldum. Amaaan neyse! Cumartesi sabahı 05.00'te kalkmamın nedeni, saat 07.00'deki Gaziantep uçağı.
Peki sorun bakalım, Gaziantep'e mi gidiyorum ben... Hayır, amacım Adana'ya ulaşmak, fakat Adana Havaalanı kapalı. Adana'ya en yakın havaalanı da Gaziantep'te... Buraya kadar tamamız herhalde...
***
Sabahın kör karanlığında İstanbul'dan başlayan yolculuğum, Gaziantep üzerinden Adana'da sona erdiğinde saat 11.00 filandı.
Hürriyet'in Adana Bürosu'na ulaştığımızda yolun şimdilik sona erdiğini düşünüyordum. Fakat öyle olmadı. Hürriyet Adana Temsilcisi Sinan Ayyıldız, bize döndü (Bizden kastım Erman Toroğlu, İlhan Söyler ve İlyas Namoğlu) ve ‘‘Haydi Mersin'e gidiyoruz’’ dedi.
Gözümün önünde Türkiye haritasını canlandırmaya çalışarak ‘‘Mersin nerede, ben neredeyim?’’ dedim.
Mersin'in çok yakında olduğunu biliyorum. Ama bende mesafe kavramı tamamen karışmış vaziyette. Gözümün önünden Gaziantep-Adana arasındaki tabelalar ve kilometreler geçip duruyor.
Sinan ‘‘Mersin buradan taş çatlasın 1 saat’’ dedi.
Erman Toroğlu, ‘‘Yarım saatte girerim’’ dedi.
Ben daha önce anlattıklarından, Erman hoca'nın süratli otomobil kullandığı sonucuna varmış biri olarak, ‘‘Girme ağbi yarım saatte, normal tarife gidelim’’ diyene kadar otomobile doluşmuştuk...
Yarım saatte olmasa bile bayağı çabuk ulaştık Mersin'e. Ben Mersin'le ilk kez karşılaşıyorum. Güzel bir yermiş...
Sinan bize Eloza diye bir restoranda masa ayarlamış. Arkadaşlar Mersin'e giderseniz burada muhakkak yemek yiyin. Özellikle kekik salatası gibi bir şey getirdiler, akıllara zarar...
Neyse, uzatmayacağım yemek faslını. Çünkü oraya bir girersek çıkamayız.
Ben bir yandan yemek yiyorum, bir yandan çocukluğumun en meşhur zenginlik klişesini hatırlıyorum.
Küçükken şöyle bir zenginlik tanımı vardı: ‘‘Kahvaltıyı İstanbul'da, öğle yemeğini Atina'da, akşam yemeğini ise Paris'te yiyoruz şekerim...’’
Ben de bu durumda zengin bir insan mı oluyorum? Kahvaltıyı İstanbul'da, öğle yemeğini Mersin'de, akşam yemeğini Adana'da, gece yatmadan önceki ‘‘dalak yaran kebap operasyonunu’’ Gaziantep'te yaptım... Tuhaf!..
Neyse, öğle yemeğini Mersin'de yedikten sonra sanki yemek yememişiz gibi Adana'da Onbaşı'da idrak ettik.
Sinan'a kalsak hepimiz 10'ar kilo filan alıp döneceğiz zaten İstanbul'a...
Adana'da Galatasaray maçını seyrettikten sonra tekrar langır langur Gaziantep'e döndük. Ama bu sırada acıktığımızı fark ettik. Çüş diyebilirsiniz, ben hatırladıkça diyorum...
Gaziantep'te hep kaldığımız otelin (Sevcan) az ilerisinde bulunan Gaziantep Evi'ne gittik.
Artık bizi tanıyan garsona mönüyü ezberlemiş olmamıza rağmen, ‘‘Neler var birader?’’ dedik.
Saydı... Sonra durdu ve ‘‘Bir de spesyaller var’’ dedi. ‘‘Öksür bakalım, nedir spesyal hadisesi?’’ dedik.
‘‘Susam Kebabı var ağbi, bir de Tavuk Prenses’’ dedi.
Şimdi ben yanlış mı duydum acaba diye ‘‘Ne prenses? Pamuk Prenses mi?’’ diye sordum.
‘‘Yok ağbi, Tavuk Prenses’’ dedi.
‘‘Hadiya? O ne biçim bir şey öyle?’’ dedim
‘‘Tavuk kıyması ve 7 çeşit baharat... Şahanedir ağbi!’’ dedi.
Şöyle derin bir nefes aldım ve ‘‘Getir bari Tavuk Prenses parçalayalım’’ dedim. Enteresandı... En azından adı müthiş: Tavuk Prenses. Var mı böyle güzel bir isim ya?..
Yazının Devamını Oku 9 Kasım 2002
BİLİYORUM ‘‘90'lara veda edeli daha ne kadar oldu ki? Neyi özlüyorsun birader?’’ diyeceksiniz. Aslında bende bir özlem filan yok 1990'lara karşı. Daha önce 1980'lerle ilgili bir iki tane sağlam geyik çevirmiştik beraberce. Ben ve benim kuşağım için 1980'ler geyiği yapmak çok normal bir hadise. Sadece 1980'lerin Adidas ve Nike modelleri üzerine 5-6 saat konuştuğum arkadaşlarım var.
Fakat 1990'ları özlemek, hele 2002 senesindeyken özlemek hakikaten manasız gözüküyor değil mi? Yok kardeşim, bazılarına hiç de öyle gelmiyor.
* * *
Geçen hafta Topesto biraderimle evde oturmuş laflarken kapı çaldı. Gelen bizim Mandrake Ali. ‘‘N'ooldu lan modemini mi yamulttular?’’ diye karşıladı Topesto, Mandrake Ali'yi.
‘‘Yok, sıkıldım’’ şeklinde cevap verdi Mandrake Ali. Bizim Mandrake, internet icat edildikten sonra çok az gördüğümüz bir arkadaşımız. Kafayı sanal aleme bağladı, orada takılıyor sürekli.
Oturdu karşımıza ve yekten şöyle dedi: ‘‘Beavis'le Butthead ne yapıyor acaba?’’
Topesto'yla endişe içinde birbirimize baktık sadece. Şimdi bu 1996'da filan hayatını kablolu aleme adadı ya, bir nevi şuuru dondurmuş oldu tabii.
Dünyadaki bütün gelişmeleri takip ediyor etmesine ama, bizimle konuştuğu mevzularda filan kopukluklar olabiliyor. ‘‘Usta sene 2002... Ne Beavis'i, ne Butthead'i... Sayıyla kendine gel’’ dedik.
‘‘Yok’’ dedi, ‘‘Harbiden merak ediyorum...’’
‘‘Usta, kafa yapma bizle’’ dedik.
‘‘Harbi özlüyorum ben’’ dedi.
Meğer eleman internet üzerinde seyrüsefere takılmış giderken enteresan bir web sayfasına dalmış.
Sayfa tamamen 1990'lara adanmış. Ben de girdim sonra (www.inthe90's.com) adresindeki bu siteye. İnsanın sinirlerini hafiften bozuyor ama aynı zamanda eğlenceli.
1990'ların filmleri, albümleri, dizileri... Özellikle dizi kısmı biraz manasız bizim için. Çünkü bahsi geçen dizilerin bir bölümünü ya hiç seyretmedik, ya da yeni yeni seyrediyoruz (bkz. Seinfeld...)
* * *
Konuyu açınca Mandrake biz de takıldık tabii kuyruğuna. Nirvana'dan bahsettik, Milli Vanilli'den bahsettik. Kazak üstüne kolları kıvrılmış oduncu gömlekleri giyilen günleri, ilk özel radyoların yarattığı heyecanı, öncü konumundaki ve hepsi birbirinden berbat olan talk-show'ları, yapılmış en kötü Türkçe pop albümlerini hatırladık...
Daha bir sürü mevzu üstüne konuşuldu ama konu 1990'lar gibi henüz çok taze bir dönem olunca, ister istemez özel meselelere girildi.
O gün daha sağlıklı bir 1990'lar listesi hazırlama kararı alarak dağıldık. Katkılarınızı beklerim...
Bir Cimbom daha var
MALUM, Galatasaray taraftarı çarşamba akşamından beri pilaki vaziyetinde geziyor. O konuya alakalı alakasız herkes girdiği için, daha fazla girmeyeceğim.
Ben başka bir Galatasaray'dan bahsedeceğim. Biliyorsunuz, Basketbol Ligi'ne son anda katılma kararı aldı üç büyükler bu sene. Efes Pilsen ve Ülker gibi iddialı ve oturmuş takımların yanında üç büyüklerin basketbol takımlarının pek şansı olmadığı düşünülüyordu.
Fenerbahçe ve Beşiktaş'ın durumu parlak değil ama Galatasaray Basketbol Takımı, mütevazı kadrosuna rağmen büyük işler başarıyor. İki ezeli rakibini de farklı yendi, 4 maçta 3 galibiyet, 1 mağlubiyet aldı.
Erman Kunter ve talebeleri Galatasaray taraftarının desteğini istiyor haliyle. Bu karanlık günlerde ‘‘Bir başka Cimbom’’a destek vermek isteyenler, yarın (Pazar) Abdi İpekçi'ye gelsin. Saat 17.00'de Oyak Renault ile oynuyor Galatasaray. Kafa dağıtmış olursunuz...
Adres değişikliği
KABAKULAK'a (Müzik sayfasında yazdığım albüm eleştirileri bu isimle yayınlanıyor) başlayalı biraz eksik biraz fazla, 5 yıl oldu. Pazar günleri yayınlanıyordu o yazılar. Sonra, adres değişikliği gerekti ve cumartesi gününe taşındı. Şimdi yine taşınma vakti geldi. Kabakulak bundan sonra, Hürriyet'in yeni ilavesi Hürriyet Cuma'da... ‘‘Kabakulak'a ne oldu?’’ diye sormayın diye böyle bir açıklama yaptım. Eeee, başka?.. Başka yok söyleyeceğim bir şey, hürmetler.
Yazının Devamını Oku 8 Kasım 2002
SEÇİM akşamı, 5 arkadaş toplanmış parmaklarımızı inceliyoruz. Kimin parmağı kapıya sıkışmış gibi gözüküyor, kim ucuz kurtulmuş, onun hesabındayız. Ben parmağa sürülen boya hadisesinden hakikaten iyi yırtmış nadir insanlardanım. Bu vesileyle oy kullandığım sandıktaki görevliye bir kez daha teşekkür ediyorum.
Ancak görevli arkadaş küçük bir hata yapmış. Herkesin sol eli boyanırken, benim sağ işaret parmağımı boyadı.
Hatta bazıları ‘‘Sen oy kullanmamış, vatandaşlık bilinci oluşmamış bir insansın’’ bile dedi. Sağ elimin işaret parmağını göstermem bile bazılarını ikna etmeye yetmedi. Olsun, ben müsterihim.
Sandık aşamasında hiçbirimizin travmatik bir hadise yaşamaması, o gecenin en sevindirici yanıydı.
‘‘Sandıkta ne olabilir ki?’’ demeyin. Bir önceki seçimlerde bir arkadaşımız damgayı beğenip, ‘‘Maksat orijinallik olsun’’ diyerek bir damga da tişörtüne vurmuştu.
‘‘Hasta mısın niye böyle bir şey yaptın?’’ diye sormuştuk tabii. O da ‘‘Boş kullanacağıma kendime vurdum, size ne?’’ demişti. Eh, güzel tabii.
Bu seçimde sadece bir arkadaş sandık görevlisinden enteresan bir teklif almış. O da şöyle bir hadise...
Bizimki sabah biraz erken gidiyor sandığa. Ortada seçmen filan yok. Oyunu kullanıyor, parmağını boyatıyor, tam çıkacak, sandık görevlisi ‘‘Mahallede bağırsana, millet gelip oyunu kullansın’’ diyor.
Yani çok pardon, nasıl bir anlayış bu yahu! Geliyorsunuz oturduğunuz sokağa ve bağırmaya başlıyorsunuz ‘‘Ey vatandaş! Oyunu kullan. Ben kullandım, çok güzel oluyor. Ey vatandaş sen de oyunu kullan sen de kendini güzel hisset!..’’
Bizimki haliyle ‘‘Ben böyle bir şey yapmasam, hem sesim kısık’’ diyerek ortamdan hızla uzaklaşmış...
***
Seçim akşamı esas plan CNBC-E karşısına geçip film, dizi ne vasra seyredip, çeyrekli saatlerde de seçim sonuçlarını seyretmekti. Fakat ilk sonuçların ardından B Planı'nı uygulamaya karar verdik.
B Planı da basitti. Sadece ‘‘24’’ için CNBC-E'ye dönülecek. Kalan zamanda da film seyredilecek.
‘‘24’’ seyredildi. Beş kişinin aynı film üzerinde anlaşması biraz zor oluyor. Bu sebepten, seyredilecek filmi belirleyene kadar ‘‘Jackie Brown’’ın giriş sahnesine takılmaya karar verdik.
Filmi seyredenler hatırlayacaktır; giriş sahnesinde Pam Grier (Jackie Brown), hostes üniformasıyla havaalanında yürür. Yani 20 kere seyretmeyi gerektirecek bir hareket yoktur.
Pam Grier'ın hastası da sayılmayız. ‘‘O zaman niye 20 kere seyrediyorsunuz kardeşim? Seçim travması mı, nedir?’’ diyeceksiniz.
Hayır efendim; o gece toplanan ekip Pam Grier'ın değil, ‘‘Across The 110th Street’’ şarkısının hastasıdır. ‘‘Jackie Brown’’ seyredileceği (Veya seyredilmeyeceği) zaman bu şarkı 10 kere, 20 kere dinleniyor. Normal değil tabii ama durum böyle...
Neyse efendim; sonunda seçim neticelerinin de etkisiyle, alemin en korkunç filmlerinden biri olan ‘‘Shining’’i seyrettik. Ya, ben o filmdeki ikizlerden harbiden çok korkuyorum. bunu da belirtmeden geçemeyeceğim.
Bir arkadaş da sağolsun film boyunca ‘‘Redrum.. Redrum...’’ (Tersten okununca İngilizce 'cinayet' manasına geliyor. Ve filmin en sinir bozucu sahnelerinden biridir) diyerek sinirleri iyice düğümledi.
Bulunduğumuz ortamın gerçekdışılığını 'ötelemek' için bir de ‘‘Matrix’’ patlattık.
Sabaha karşı, yorgun vaziyette dağılırken, neşeli birşeyler seyretme kararı aldık. Hemen Peter Sellers'ın ‘‘Party’’ filmini koyduk.
Yine seyredenler hatırlayacaktır. Filmin açılış sahnesinde figüran rolündeki Peter Sellers, yaklaşan orduyu uyarmaya çalışan bir borazancıyı canlandırır.
Rolü kısadır. Borazanı öttürecek, bir Hintli asi bunu vuracak ve bitecek. Fakat baba rolü uzatabilmek için ölmeme kararı alır. En sonunda bütün ordu bunu kevgire çevirir ama bu hala borazandan muhteşem sesler çıkarır.
10 kere gülmekten gözlerimiz yaşarana kadar seyrettik ve birkaç saat uyuyup yeni Türkiye'ye hazır vaziyette uyanmak üzere dağıldık.
Evde kalanlar, uyanır uyanmaz aynı sahneyi 5 kere daha seyretti. İyiydi.
Yazının Devamını Oku 2 Kasım 2002
İSTİKLAL Caddesi'ndeki Robinson Crusoe Kitapçısı'ndayım. Çizgi Roman bölümünü yenilememekte ısrar ediyorlar. Ama olsun İstanbul'da enteresan kitap bulabileceğin nadir yerlerden biri netice itibariyle... Tam kapının karşısındaki rafta, kapağında Bruce Lee'nin fotoğrafı olan bir kitap gördüm. Baba, ‘‘Hasmınızın kolunu nasıl eline verirsiniz?’’ türü şeyler anlatıyor...
Bir müddet karıştırdıktan sonra fark ettim ki; raf paso dövüş sanatıyla ilgili kitaplarla dolu.
Bir tanesine bayıldım. 750 uzman, dövüş sanatlarıyla ilgili kafa kurcalayan soruları cevaplandırıyor. Hemen orada 'taçiyomi' hadisesine girdim. 'Taçiyomi' genel havasından da anlaşılacağı üzere Japonca. Japonlar bu tabiri, kitapçıda ayakta kitap okumak için kullanıyor. Bilgi dağarcığınıza böyle minik bir katkıda bulunduktan sonra, konumuza dönebiliriz...
*
Kitap, soru cevap şeklinde yazılmış. Karıştırırken şöyle bir soruya rastladım: ‘‘Ağbi, şimdi herif kapmış ninca kılıcını, kopmuş geliyor üstüme. Eğer ben aikido biliyorsam harbiden araklayabilir miyim elemanı?’’
Tabii soru daha makul bir şekilde sorulmuş da, özetliyorum ben... Cevap mükemmel: ‘‘Bak koçum! Bu aikido iyidir. Adamı hap edersin. Ama elinde kesici, delici bir alet varsa, o iş sakattır. Adamı devirirsin veya deviremezsin, onu bilmem ama adam seni muhakkak çizer. Artistlik yapma. Sana tavsiyem ortamdan acilen uzaman...’’
*
Şimdi muhakkak, aikidocu arkadaşlar, ‘‘Olur mu yahu. Ben alırım onun elinden o kılıcı filan’’ diyecekler. Bana anlatmasınlar, bu işin uzmanı öyle uyarmış işte. Adam net olarak bulaşma diyor...
Şimdi, kitaptaki bu bölümü okuduğum anda, 1970'lerin ikinci yarısına ışınlandım. Burada ‘‘Bir maniniz yoksa annemler akşam sizin eve yazılmak istiyor’’ havası yaratmış olacağız biraz ama olsun...
O sıralar Bruce Lee'nin hastasıyız mahallecek. Sabah 11'de giriyoruz, eve gitme saati gelene kadar üstüste seyrediyoruz filmlerini. Şimdi abidik bir otoparka çevrilen Pangaltı Tan Sineması'nda üç film birden oynuyor.
Bir tanesi kafadan karate filmi, bir tanesi muhakkak Godzilla türü bir şey, bir tanesi de kovboy filmi filan oluyor...
Film çıkışları acayip piyes olurdu. Filmde Bruce Lee'yi seyredip gaza gelenler, birbirlerini ters ters keser. Gaza gelmiş ya; arıza çıksa, karate yapıp karşısındakini eskitecek güya...
Arıza çıkmadığı durumlarda, kafadan elektrik direklerine filan girişilirdi. Öyle şuursuz günler işte...
Neyse efendime söyleyeyim; bizim mahalleden karateci çıkmamış o güne kadar. Hepimiz hızla büyümek, Galatasaray'da, Fenerbahçe'de, Beşiktaş'ta forma giymek ve mümkün olduğunca çok kadını kendimize aşık etmek arzusundayız...
*
Bir gün Prof lakaplı arkadaşımız, karateci olduğunu açıkladı. Şimdi Prof (Oğlum neredesin bu arada, bir telefon etsene!) hakiki manada orijinal bir insandı. Bütün hikayelerini anlatmaya kalksak ne yer yeter, ne vakit. Hoş o da çıkıp benimle ilgili hepsi ayrı bir klasik olan şuursuzluk efsaneleri anlatabilir ya, her neyse, ona da girmeyelim.
Biz buna dedik ki‘‘Ağbi sen ne zaman karateci oldun? Bir kuşak, bir beyaz karateci kıyafeti filan görmedik. Kursa gittin de haberimiz mi olmadı?’’
Prof ‘‘Evde kendi kendime öğrendim’’ dedi. ‘‘Haliyle ‘‘nasıl oluyor ağbi öyle kendi kendine... Rüyanda mı gördün?’’ dedik.
‘‘Kitaptan’’ dedi... Meğer bizim Prof, dandik marka bir karate kitabı indirmiş, ondan kendi kendine karate öğrenmiş.
‘‘Çek bir numara’’ dedik. ‘‘Sirk maymunu muyum ben? Hem biz karateciler gerekmedikçe karate yapmayız’’ dedi.
Böyle bir aşırı özgüven oluşmuş arkadaşta. Israr ettik olmadı, bunun üzerine bir iki tane ekleştirdik. Alaaaaaah! Koptu Prof. Kendince bir takım hareketler yapıyor ama mesela bir Bruce Lee'ye benzemiyor.
Yaptığı hareketler daha çok, bağırarak yapılan bir halk dansını çağrıştırıyor. ‘‘Sakin ol ağbi, geçti... Kitabı bir görebilir miyiz?’’ diyerek sakinleştirdik bunu.
*
Gitti getirdi kitabı. Kültür ve Sanat dünyamıza ‘‘Nasıl Artist Olabilirsiniz’’, ‘‘Kız Tavlama Sanatı’’ gibi değerli kitaplar kazandırmış olan yayınevinin bombası...
‘‘Masada otururken size saldıran dört kişiyi nasıl dövebilirsiniz?’’ gibi başlıklar var. Prof'a sorduk, ‘‘Peki ağbi, dört kişiyi dövebiliyorsun. Üç kişi gelirse n'apıcaksın?...’’
‘‘Onu bilmiyorum’’ dedi...
Peki!
Bu konsere gidin
CARLSBERG sponsor oldu, The Cranberries'i Türkiye'ye getirdi. Şimdi burada yalan konuşmayalım. Ben The Cranberies'i seven bir insan değilim. Fakat bu konsere gitmeyi düşünüyorum. Niye mi? Bakın arkadaşlar, eğer bu konserler dolmazsa ne Carlsberg, ne de başka bir sponsor, bir daha konserlere destek filan vermezler.
Yani bugün The Cranberries, yarın inşallah U2.. Bence seviyorsanız The Cranberries'i, bu konsere gidin.
Yazının Devamını Oku