27 Aralık 2002
2003'e girmemize birkaç gün kaldı. Her yıl bu zamanlar ‘‘Yeni yıl güzellikler getirecek’’ diye gaza geliyoruz ama neticede pek bir şey olmuyor. Allah aşkına söyleyin... Geçen sene bu zamanlar diledikleriniz arasında, herkes ‘‘İstemiyorum’’ dese de artık çıkacağı kesin olan bir savaş var mıydı?.. Veya ‘‘2002'de daha da fakirleşeyim olur mu?.. Hayat standardım daha da düşsün lütfen’’ demiş miydiniz?.. Sanmıyorum ama öyle oldu...
Ben yine de olaya iyimser yaklaşabiliyorum aslında. Yeni yıl gecesi sadece ‘‘Cimbom şampiyon olsun’’ demiştim, olduk...
Ama yine de yılbaşı hadisesiyle ilgili sorular var kafamda...
Ziyadesiyle karışık halde olan kafamdan ayıklayabildiğim sorular arasında şöyle şeyler var...
***
Cimbom bu yıl şampiyon olabilir mi?.. Zor gözüküyor ama niye olmasın? Hem Beşiktaş olursa da vallahi üzülmeyeceğim. Pek çok Galatasaraylı gibi severim Beşiktaş'ı...
2003'te Slavoj Zizek'in ‘‘Kırılgan Temas’’ını okuyabilecek miyim?.. Kitapların arasından vicdan azabı şeklinde bakıp duruyor Zizek Abi... Hani hep okumayı istersiniz ama elinize alıp da bir türlü başlayamazsınız ya bazı kitaplara. Zizek'in kitabı da öyle...
Bu yıl da yeni yıl kutlamaları kapsamında Taksim Meydanı'ndaki direklere tırmanacak mı halk?.. Niye böyle bir şey yapıyorlar? Bir açıklayan olabilir mi?.. Tedirginim...
Bu yıl da 5'inci kat ekibi olarak mini ofis partisi yapacağımız kesinleşti... Her yıl bu partide millet kendisine gelen hediyeleri yığıyor, çekiliş yapılıyor... Neyyire Özkan'ın ekibi kız ağırlıklı olduğundan enteresan durumlarla karşılaşılıyor. Mesela geçen yıl Sebati'yle Senih'e kadın iç çamaşırı çıkmıştı. Ya bu yıl da bana kırmızı dantelli külot çıkarsa?... Sanki siyah çıksa sevineceğim, saçmalamışım... Ama bu konuda da tedirginim...
Ofis partisiyle ilgili endişelerim bu kadarla kalmıyor. Öğleden sonra üç gibi yapılıyor parti. Parti bittiğinde herkes çakır keyif vaziyette oluyor. Sonra geceyarısına kadar kahve içiyorsun... Tuhaf geliyor insanlara tabii!..
***
Üç tane çeyrek bilet aldım ama evde nereye koyduğumu hatırlamıyorum. Ya o biletlere ikramiye vurursa, ya ben o biletleri bulamazsam... Zengin olduğumu bile bilmeden yaşayıp gidersem. Daha fenası, bileti paraya çeviremeyeceğim bir tarihte bulursam çeyreklerimi. Yazık değil mi bana?.. İnanmayacaksınız ama yine tedirginim...
Seri cinayetler işleyen katillerden bahseden bir yazı daha yazarsam, o yazıda ‘‘seri cinayetler işleyen katil’’ yerine, ‘‘seri katil’’ dersem, Hakkı Devrim de yine bana köşesinden fırça atarsa... Tedirginim vallahi!..
Hürriyet'in asansörleri fazla yüklendiğinde ‘‘Dooooot!’’ diye bir ses çıkıyor.
Ben de inceyim diye, dolu bile olsa ‘‘Nasıl olsa sığarım’’ diye biniyorum hep. Bugüne kadar başıma gelmedi ama ya bir gün ben bindiğimde o ses çıkarsa ve ben inmek zorunda kalırsam... Çok utanırım herhalde. 2003'te boş asansörlere bineceğim; söz veriyorum...
İtiraf edeyim ve yeni yıla bu yükle girmekten kurtulayım... Şu ‘‘Ketchup Song’’ var ya... Hani ‘Hijas Del Tomate'' diye üç kızdan oluşan bir grup söylüyor. Şarkı saçma ama biz (kastım ben ve birkaç yakın arkadaşım) manasızca seviyoruz... Evimde bu albüm var. Nick Cave'lerin arkasında saklıyorum. ayıp mı?... Değil bence. 2003'te de seveceğim kötü şarkılar olacak mı?.. Bu konuda tedirgin değilim ama...
2002'yi evde çok az televizyon seyrederek geçirdiğim için kendimle gurur duyuyorum. Ama alt katıma taşınan eleman geçen gün ‘‘Baba gel bak ne göstereceğim’’ dedi. Eleman deve gibi bir televizyon almış. Çok güzel gözüktü gözüme. Öyle bir televizyon alırsam hep seyrederim. Allahım ne olur 2003'te irademin kırılmasına izin verme.
Aslında 2003'ten beklentim herkes gibi çok fazla. Olmayacağını bildiğim şeyleri bile istiyorum. Mesela bir anda süper bir şekilde gitar çalmaya başlamak, Monica Belluci'yle çıkmak, birkaç ay Londra'da öylesine takılmak, Cimbom'a Hagi gibi bir oyuncu bulmak... Hatta abartayım ve o futbolcu ben olayım mesela. Sizin adınıza ben 'Çüş' diyeceğim, zahmet etmeyin. Uzar gider bu liste yormayayım sizi...
Netice itibarıyla, 2003 delikanlı bir yıl olsun yeter.
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2002
BİR arkadaşımın arkadaşı anlattı. Eleman bizi yemiş de olabilir. Ama hikaye çok enteresan. Onun iddiasına göre bu hadise gazetelere de yansımış. Ben böyle bir haberi zor atlarım aslında... Ama hadise hakiki manada orijinal... Önce hikaye: ‘‘Bir adam, chat yaparken tanıştığı başka bir adamı Ankara'ya davet ediyor. Ankara Hilton'da buluşuyorlar. Beraber öğle yemeği yerlerken tartışmaya başlıyorlar. Bunun üzerine davet eden adam, karşısındaki adamın kafasına pet şişeyle vuruyor. Adam ölüyor. Katil, ortadan kayboluyor. İki gün sonra, yurtdışından Türkiye'ye dönüşte havaalanında yakalanıyor...’’
Gerçekliğini bilmiyorum ama bana aktarılan bu.
Fakat böyle bir şey nasıl olabilir? Sorular soralım...
1- Ankara Hilton'da öğle yemeği sırasında güpegündüz nasıl cinayet işlenir?
2- İşleyen adam nasıl kaçmayı başarır?
3- Pet şişeyle adam öldürmek bu kadar kolay mı?
4- Hilton gibi kalitesi belli bir otelde su pet şişeyle mi getiriliyor masaya?
5- Haydi adam otelden kaçtı, yurt dışına nasıl kaçabiliyor?
6- Haydi dışarı kaçtı, enayi mi bu adam iki gün sonra dönüyor?..
7- Bakın daha niye öldürüyor sorusunu bile sormadım...
8- Böyle saçmalıklar hep bizi mi buluyor?..
Şimdilik elveda belki yeniden görüşürüz Kylie
KYLIE Minogue'la dolu dolu bir yıl geçirdik. Acı günlerde, tatlı günlerde bütün güzelliğiyle yanımızdaydı. Heyhat! Kader ağlarını ördü ve Kylie'nin veda vakti geldi çattı...
Şu anda ‘‘Tamam usta, zaten yarım akıllıydı, onu da kaybetti eleman’’ diye düşünüyorsunuz haklı olarak... Ama durumu açıklamama izin verirseniz, haklı olduğumu göreceksiniz.
Sanlı Ergin'le aynı katta ikamet ediyoruz. Sanlı geçen yılbaşında hareketin kralını yaparak, odasına bir Kylie Minogue takvimi astı. Her ay, birbirinden güzel Kylie fotoğraflarına bakarak geçirdik 2002'yi.
Hatta ben Ağustos ayındaki fotoğrafın hastası olmuştum. Sanlı'ya sürekli olarak ‘‘Hayat hep Ağustos olsa ya ağbi’’ gibi manasız cümleler kuruyordum.
Zaman su gibi akıp gidiyor işte... 2002 bitti, Kylie gitti. Şimdi önümüzde iki seçenek var; ya 2002 bitmemiş gibi takvimi duvarda tutacağız, ya da ben Büyük Britanya'daki sevgili kardeşim Riko'yu arayıp, ‘‘Usta çıkmıştır şimdi oralarda; bize bir adet Kylie takvimi indirsene’’ diyeceğim...
Şimdilik elveda güzel Kylie ablamız... Belki yine görüşürüz.
Punk hakkında küçük bir düzeltme
GEÇEN pazar günü Gala'da Meltem Cumbul'la yapılmış güzel bir röportaj vardı. Fotoğraflar filan hakikaten iyiydi...
Fakat Meltem Hanım, yanılmıyorsam makyaj, saç modeli ve kıyafetin gazına gelerek şöyle bir şey söylemiş:
‘‘'80'li yıllar Punk akımının doğuşudur. Ben de '80 kuşağındanım. Özgürlüğün, başkaldırının, ayakları yere basan kadının temsilcisiyim. Doğru kabul ettiğim her şey için taraf oldum. Suya sabuna dokunmamak asla bana göre değil. Kısacası hiçbir zaman sürünün bir parçası olmadım, olmayacağım da...’’
Özellikle son cümlede iyice duygulanmış olacağım; ‘‘Ben de... Ben de...’’ diye haykırarak ayağa fırlamayı düşündüm.
Ama sonra, Punk'ın 1980'lerde doğmuş olamayacağı geldi aklıma. Yani iyimser bir müzik tarihçisi bile doğuş için ‘‘1976... Sex Pistols... Anarchy In The UK’’ diyecektir.
Ben müzik tarihçisi değilim. İyimser de değilim. Bana bıraksanız, Punk'ın tarihini 1964'e, The Fugs'a kadar bile götürürüm. The Fugs, müzik olarak Punk yapmıyordu ama topluluğun elemanları; yani Ed Sanders'le Tuli Kupferberg'in 'tavırları' Punk'ın çıkış noktalarından biridir.
Şöyle söyleyeyim; The Fugs'daki Ed Sanders, ‘‘Fuck You! A Magazine Of The Arts’’ adlı bir dergi çıkarıyordu. Yani tavırsa, budur tavır!
Haydi The Fugs'ı geçelim... New York Dolls'u, The Stooges'ı, The Ramones'i ne yapacağız?...
Hayatını bilgi kırıntıları peşinde geçirenler için küçük bir not daha vereyim: Punk Rock tabiri ilk olarak Creem adlı derginin yazarlarından Dave Marsh tarafından Mayıs 1971'de kullanıldı.
Edebiyat dünyasına ‘‘punk’’ (serseri desek olur herhalde) kelimesini tanıştıran kişi ise, daha bütün bunlar ortada yokken William Burroughs olmuştur.
1980'lerde müzik dünyasını etkileyen akımlardan ikisini hatırlatalım, sonra da bu mevzuyu kapatalım.
Birincisi, gençliğimizi çürüten ‘‘Euro-Trash’’tir. Yani sayın işte; Modern Talking, Bad Boys Blue, CC Catch...
Diğeri de dünya üzerinde, devlet eliyle başlatılan ilk müzik akımı olarak müzik tarihinde ünik bir konumda bulunan ‘‘Acısız Arabesk’’tir. Hatırlayınız, Turgut Özal'ın himayesinde Hakkı Bulut'un verdiği konseri... Hatırlayınız: ‘‘Henüz üç yaşında bir kardeşim var/ Seni ondan bile kıskanıyorum’’u. Yaaa!. Neyse olur böyle hatalar, üzmeyelim Meltem Cumbul'u...
Seni Komançero söylerken gördüm
İKİ hafta oldu... Babylon'da ‘‘'70'ler, '80'ler Gecesi’’ yapıldı. İki arkadaşım arayıp haber verdi; ‘‘Böyle böyle bir hikaye var, gel eğleniriz’’ diye.
Daha önce de katılmıştım '80'ler partisine. Hakikaten eğlenceli oluyor. Bütün geceyi, ‘‘Aaa, bu şarkı da vardı. Bunu hatırlıyor musun oğlum, feciydi’’ diye diye eğleniyorsun.
Çok kalabalıktı Babylon. Gelenlerin çok büyük bölümü 25-35 arasıydı. Böyle bir ortama girince, ister istemez karşılaştırma da yapıyor insan. Göbek durumları, saç birikimleri hemen karşılaştırılıyor. Kuşağımın tümü için konuşmam saçma olur ama o gece Babylon'da gayet iyi gözüküyordunuz, tebrik ediyorum.
Böyle bir geceye iki kadınla giderseniz, haliyle dans pisti menzilinde oluyorsunuz. Hoş o gece Babylon'un her yeri dans pistiydi ya, her neyse.
Ben dans edemeyenlerdenim. Daha doğrusu dans ettiğim zaman, çevremin acı çektiğini düşündüğümden mümkün mertebe kazık gibi duruyorum.
Hayır, beraber gittiğim kadınlarla dans etmek de biraz sakat. Niye?.. Çünkü ikisi de bir süredir aikido kursuna gidiyor. Bir yerde karşılaştığımızda bile ellerini sıkmadan önce iki kez düşünüyorum.
Elini uzatsan büküyorlar filan falan...
Hatta o gece ‘‘Kung-Fu Fighting’’ çalarken maymunluk olsun diye Bruce Lee'den kaptığım bir hareket çekeyim dedim, ikisi birden girişiyordu. Atlattık onu da...
Neyse ya... ‘‘Maziden Gelen Sesler’’ eşliğinde eğlenip, hatırlayabildiğimiz kadarıyla şarkılara eşlik ederken bir anda ‘‘O’’ başladı.
Sanki vahşi ormanın derinliklerinden, sanki uzayın ücra köşelerinden, lanetli şatolardan, zombi mezarlıklarından geliyordu: ‘‘Koomançero... Kooomançero, komançero, komançero-o-o...’’
Bir anda suratına ışık tutulmuş tavşan gibi kalakaldım. Kızlar coşkuyla ‘‘Aaaaaa, komançero’’ diyerek dans etmeye başladılar. Bir de dönüp bana ‘‘Bak ne çalıyooo Kanaat!’’ diyorlar.
Kaskatı kesilmiş vaziyette, şarkının bitmesini bekliyorum. Bu sırada etrafı kesiyorum. Benim gibi şabanlaşan var mı diye?..
Bir iki kişiyi kafasını Babylon'un duvarlarına vururken gördüm. Ama açıkçası, Babylon'un büyük bölümü omuzlarını titrete titrete, hoplaya zıplaya söyledi şarkıyı.
Tam o sırada uzaktan, okuldaki bir arkadaşımı gördüm. Eleman bir kere ‘‘Airport’’a gittiğini itiraf etmişti bize. Airport'a gitmek o dönemler bizim için fena bir hadise.
‘‘Airport'ta görülmüşsün; helal Adanalı Celal’’ diyerek kınamıştık, o da ‘‘Ya, kız arkadaşım çok ısrar etti. Gitmesem olmayacaktı’’ şeklinde özeleştiri yapmıştı.
Baktım bu eleman Komançero'yu bir güzel söylüyor. Sanırsın acemiliğini Kumburgaz Mikrop Disko'da yapmış bir disko neferi...
Olayı ‘‘Zaman değişti, eh, Çelik de değişti’’ şeklinde değerlendirip sonraki şarkıyı beklemeye devam ettim. Depeche Mode çaldı galiba...
Ama seni Komançero söylerken gördüm ya oğlum, bittin sen...
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2002
DİKKAT: Mideniz hassas ise yazının bazı bölümlerinden rahatsız olabilirsiniz. Benden uyarması! (K.A.)<br> DÜNKÜ Hürriyet'in arka sayfa manşeti aynen şöyleydi: ‘‘Yamyam bey, 40 yaş üstü kadınları yiyin...’’ İnsanın dikkatini çeken harika bir başlık.
Haliyle ‘‘sağ üst köşe yavrusu’’na ‘‘Bir dakika bekle güzelim, bugün önceliği manşete veriyorum’’ diyerek haberi okudum.
Almanya'da bir süre önce ortaya çıkarılan yamyam hadisesinden sonra polis yetkilileri, dikkatlerini internet üzerinde faaliyet gösteren yamyamlık sitelerine çevirmiş.
Kimi 'elini, kulağını, ayağını feda etmek' istiyormuş, kimi de '40 yaş üstü işe yaramaz kadınlardan kurtulmayı...'
Bir insanın ayağını başka bir insana yedirmek için çaba göstermesini, hatta ilanla bu işi yapacak deneyimli bir kasap aramasını anlamak tabii ki imkansız. (Bu arada hadiseyi normal bulan bir okur bulunduğunu sanmıyorum ama eğer varsa çok rica edeceğim gidip tedavi görsün...)
* * *
Yamyamlık, üzerinde bilirkişi tavrıyla ahkam keseceğim bir hadise değil. Ama bu konuyla ilgili bayağı bir kitap ve makale okudum.
Hannibal Lecter gibi 'neredeyse sevilecek' kitap, film kahramanlarıyla geçiştirilemeyecek kadar korkunç bir olay yamyamlık (cannibalism.)
Bu yazıyı yazmamın nedeni de, yamyamlığın esprili haber unsuru olmanın ötesinde harbi harbi korkunç bir hadise olduğunu hatırlatmak. Yoksa ne zorum var benim sizinle; niye midenizi kaldırayım değil mi yani?..
* * *
Batılıların ‘‘ilkel kabilelere özgü bir sapkınlık’’ diyerek geçiştirdiği yamyamlığa, batı kültüründe de rastlıyor.
19'uncu yüzyıla kadar, özellikle büyük kıtlık dönemlerinde, Avrupa'da özellikle çocukların yendiği biliniyor.
Korkunç değil mi? Peki bunun Kuzey Kore'de, Çin'de revam ettiğini söylesem, ne derdiniz?.. Eski Sovyet cumhuriyetlerinde aç kalan insanların birbirlerini yediklerine, kalan parçaları da sokakta sattıklarına dair o kadar çok haber okudum ki; inanmazsınız.
* * *
Nikolai Dzhurmongoliev, Kırgızistan'ın en meşhur katillerinden biri. 100 kadar kadın öldürdüğü sanılıyor. Nikolai'ın öldürdüğü 47 kadının etlerinden hazırladığı 'etnik' yemekleri konuklarına yedirdiği ise, sanılan bir şey değil, gerçeğin ta kendisi.
Nikolai Dzhurmongoliev, yakalandığı zaman 2 kadın vücudundan bir haftalık et ihtiyacını karşıladığını söylemişti...
Ya Nikolai çok obur bir yamyamdı, ya da bir başka meşhur yamyam olan ihtiyar Albert Fish pek iştahsızdı...
Niye mi? Hemen açıklayayım: Tarihin gördüğü en korkunç katillerden biri olan Albert Fish, tanıdığı bir ailenin küçük kızı Grace'i öldürdükten sonra pişirip yemişti.
Albert Fish, bununla da yetinmeyip, Grace'in annesine kızını nasıl yediğini anlatan bir de mektup yollamıştı. Mektupta şöyle diyordu Fish: ‘‘Bütün vücudu bitirmek 9 günümü aldı..’’
Bu anlattığım hikaye midenizi bulandırmış olabilir. Ama bir de Robin Gecht, Kokorolis Biraderler, Eddie Sprietzer'den kurulu çetenin yaptıklarını bilseniz... Anlatmayayım da moraliniz bozulmasın.
Merak edenler için yazının sonuna bir internet adresi koyacağım, oradan okurlar...
* * *
Neyse, Almanya'da ayağını, elini, kulağını feda etmeye hazır arkadaşların, deneyimli bir yamyama ilginç gelmeyeceğini belirterek bu bahsi kapatalım.
Çünkü bildiğim kadarıyla yamyamların öncelikli olarak tercih ettikleri bölümler şöyle sıralanıyor: Genital organlar, kafatası (özellikle dil), kasların yoğun bulunduğu bölgeler...
Midesine güvenenler (www.mayhem.net/Crime/cannibals1.html) adresinde bol bol yamyam hikayesi okuyabilir.
Yazının Devamını Oku 14 Aralık 2002
ARTIK itiraf edebilirim: Ben bir televizyon bağımlısıydım. Sabah kalkar kalkmaz ellerim titreyerek uzaktan kumandaya ulaşıyor, ilk zap turumu tamamlamadan rahat edemiyordum. Çalışmak zorunda olduğum için televizyondan ayrı geçirdiğim saatler, bana işkence gibi geliyordu.
Akşam eve döner dönmez yine televizyonun karşısına kuruluyor, kanepede uyuyakalana kadar da o kanal senin bu kanal benim sekiyordum.
* * *
Bir gün, çok da severek seyrettiğim bir film sırasında ‘‘Bitse de zaplamaya başlasam’’ derken yakaladım kendimi. Yani, seyrettiğim şeyden mutlu olmam da yetmiyordu... Ben bir ekran esiriydim...
Bu yılbaşında, yeni eve taşınırken tedavi yolunda ilk adımı attım. Küçük ekran bir televizyon götürdüm yeni eve. Küçük ekran demek bile yetersiz aslında... Topesto, ‘‘Benim cep telefonunun ekranından bir boy büyük bu be!’’ diyor mesela.
Mecbur kalmadıkça açmıyorum minivizyonu. Maçları zaten statda seyrediyorum. Bazen saat başlarında haber almak için açıyorum. Bir de cumartesi-pazar günleri, arkadaş kontrolünde CNBC-E seyrediyorum.
Hafta içi de çok daralırsam, film saatine kadar, CNBC-E'deki dizilere takılıyorum...
Tahrik unsuru olarak gördüğüm için 'dicitürk' hadisesine de girmedim. Hem zaten NBA-TV yüzünden sinirliyim dicitürk'e...
Bu arada ruh hastası olduğumu düşünmenizi istemem ama televizyon seyretmediğim anlarda, ekranın önüne bir 33'lük plak koyduğumu da itiraf edeceğim. Nils Peter Molvaer'in bir albümü duruyor ekranın önünde. Bu hem caydırıcı etki yaratıyor, hem de hakikaten çirkin olan televizyonu bir anlamda güzelleştirmiş oluyor...
Her neyse ya...
* * *
Şimdi, ekranı ufaltma yoluyla hadiseden nefret etmek tabii ki tam bir başarı sağlamıyor. Olan gözlere oluyor ama, bu arada kitap okunabiliyor, adam gibi müzik dinlenebiliyor vesaire...
Bu göz bozulması önemli bir nokta. Geçen hafta, ekranla aramda bir karış mesafe kalacak vaziyette yere uzanmış, Ally MacBeal seyrederken kapı çaldı.
Baktım Topesto... ‘‘Dur iki dakika, dizi seyrediyorum’’ dedim.
‘‘Gözün bozulacak oğlum... O kadar yakından seyredilmez televizyon’’ dedi...
O anda fark ettim ki; ben bu cümleyi duymayalı yıllar olmuş. ‘‘Ne dedin sen?’’ dedim, tekrarladı.
‘‘Bak Topesto, büyümek işte bu yüzden iyi bir şey. İstersen ekrana burnunu bile dayayabilirsin ve kimse de çıkıp sana 'Yapma, gözün bozulur' diyemez. Tamam mı?.. Bak, dayıyorum işte burnumu... Dayadım bile...’’ dedim.
‘‘Doğru bir tespit’’ dedi...
* * *
Ally Mac Beal bitti, televizyonu kapattım.
Topesto, ‘‘Biliyor musun, sen demin süper bir geyik malzemesi yarattın farkında olmadan’’ dedi...
‘‘Neymiş o?’’ diye karşılık verdim. ‘‘Büyümenin nasıl iyi bir şey olduğunu takdir ettim sayende. Düşünsene, hakikaten kimse bize 'Televizyonu yakından seyretme' diyemiyor... Dese bile 'Sana ne usta? Ben böyle seviyorum' diyebiliyoruz. İlkokuldayken filan sıkardı biraz öyle demek’’ dedi.
Sonra bu verimli geyik üreme alanını değerlendirdik haliyle.
İlk söz hakkını ben aldım: ‘‘Mesela ben küçükken içinde soğan bulunan yemeklerden nefret ederdim. Şimdi yiyorum ama küçükken zorla yedirirlerdi. Bugün şöyle diyebilirim: 'Soğan mı dedin?.. Soğan mı dedin bana?.. Yemiyorum... Hah-hah! Doğru duydun, yemiyorum. Ölene kadar patates-köfte ve coca-cola yiyeceğim, elveda!..’’
* * *
Topesto devam etti: ‘‘Ders çalışıp çalışmadığımı sordunuz galiba... Çalışmıyorum... Evet, evet... Aynen öyle dedim. Bir de bağırarak tekrarlayayım isterseniz: ÇA-LIŞ-MI-YO-RUM!.. Çünkü çalışacak ders kalmadı. Büyüdüm ben be, ders filan yok artık. Ayrıca yine evet, şu anda Teksas-Tommiks okuyorum... Çok da güzel oluyor...’’
Bu güzel geyikten mahrum kalmasın diye Riko'yu aradık ve durumu anlattık.
‘‘Cıvataları gevşettiniz iyice galiba’’ dedi. Örneklerle, detay vererek olayı bir kere daha anlattık. İkinci anlatış da uyandı hadiseye...
‘‘Ben de...’’ dedi ve devam etti: ‘‘Basketbol oynadıktan sonra eve geliyorum. Direkt buzdolabına gidiyorum ve ne yapıyorum? Terli terli su içiyorum... Sonra sabah kalkınca saate bakmaksızın kola içiyorum. Sonra terlik giymiyorum mesela ben. Bir de ıslak saçla sokağa çıkıyorum...’’
Baktık eleman aldı başını gidiyor, ‘‘Tamam güzelim, tamam aslan parçası, haydi bakim, dikkat kendine hasta olma’’ filan diyerek telefonu kapattık.
Sonra da Steppenwolf'un ‘‘Born To Be Wild’’ını koyup, sesi ayı gibi açıp dinledik. Sunî, munî; eğlendik işte...
Yazının Devamını Oku 13 Aralık 2002
AB muhabbeti açıldığı vakit, en umutsuz anlarda kurulan klasik bir cümle vardır: ‘‘Bu Türkiye'nin nesini alsın adamlar ağbi; dertsiz başlarına dert mi açacak adamlar?..’’. Pek sevimsiz bir cümle... Ben de sevmiyorum. Ama bazen öyle bir olayla karşılaşıyorsunuz ki; ‘‘Bunu görse, kesin almaz adamlar bizi AB'ye’’ diyorsunuz.
Türkiye şu anda görüşmeler için tarih arayışında. Bu da nereden bakarsanız bakın, er geç AB'ye gireceğimizi gösteriyor.
***
AB'ye girmek konusunda inadımız inat. Hakikaten, hep beraber çabalıyoruz bunun için.
Meclis bile çabalıyor. Yıllardır niye değiştirilmediğini sorgulanmayan yasalar 'uyum paketleriyle' değiştiriliyor. Kağıt üzerinde de olsa, giderek daha demokratik bir ülkenin vatandaşları haline geliyoruz.
‘‘Kağıt üstündeki değişiklikler Türk insanını Avrupalı yapar mı?’’ şeklinde sevimsiz bir soru sorsam, çok kızar mısınız acaba bana?
Yanlış anlaşılmasın, Türkiye'nin AB üyesi olmasını çok ama çok istiyorum. Fakat bir de ‘‘memleket gerçeği’’ diye bir şey var.
Türkiye'nin önemli bir bölümünü gezmiş biri olarak, yukarıdaki sevimsiz soruyu kendime her sorduğumda tepkim yutkunmak oluyor.
***
Efes Pilsen'in Taylor Nelson Sofres'e yaptırdığı ‘‘Türkiye Profili-2’’ adlı kamuoyu araştırmasını kendimize rehber alalım ve bazı sorular sorup, cevaplarını aktaralım.
Gazete okumak, bir nevi medeniyet belirtisi. Yaşadığı ülkeye, yaşadığı dünyaya ilgisini gösterir insanın. Gazetelerin ne kadar iyi olduğu tartışmasına girmeyeceğim. Ama Türkiye'de nüfusun sadece yüzde 35'i her gün gazete okuyor.
Buna karşılık nüfusun yüzde 97'si ise muhakkak televizyon seyrediyor. ‘‘Televizyonda ne seyrediyor peki?’’ diye sormayacağım, reyting raporları ortada.
Medeni olmanın esaslarından biri meslek sahibi olmak. Çetin altan yıllardır yazıyor bu konuyu. Bizde meslek sahibi olmaktan çok ‘‘Ne iş olsa yaparım ağbi’’ görüşü hakimdir. Çalışanların yüzde 50'sinin işlerini bir ‘‘tanıdık’’ sayesinde bulmaları, bu duruma bir yerde açıklık kazandırıyor...
Bilişim dünyasının gazetelerde, televizyonlarda ve tabii ki internet sitelerindeki sunumu, bu sektörün Türkiye'de çok mühim olduğunu gösteriyor.
Ama araştırmalar öyle demiyor. Nüfusun sadece yüzde 9'unun evinde bilgisayar ve internet erişimi bulunuyor bu araştırmaya göre. Bence daha da azdır ama neyse...
Yüzde 91'imizin pasaportu yok. Yüzde 77'imiz ise hiç yurt dışına çıkmamış. Yani üyesi olacağımız kulübün diğer elemanlarından sadece ülkemize gelenleri tanıyoruz büyük ölçüde...
***
Nüfusun yüzde 71'inin bankayla herhangi bir alakası bulunmuyor. Bankacılık da internet gibi normal boyutundan daha iri gözüküyor demek ki...
Türkiye'de yaşayanların yüzde 41.3'ü hayatında hiç ama hiç kitap almamış. Yüzde 32.4'ümüz ise ‘‘uzun zamandır’’ kitap almıyor. Bu ‘‘uzun zaman’’, büyük ihtimal, okul yıllarına kadar uzanıyordur ya, her neyse... ayrıca alanların ne aldıkları ve aldıktan sonra okuyup okumadıkları da başka tartışma konusu.
2002 yılı itibariyle, ülkemizde evlenenlerin yüzde 19'u hálá başlık parası ödüyor. Yine evlenlerin yüzde 36.5'i, hayat arkadaşını görücü usulüyle buluyor.
Ama, ‘‘Nasıl evlenmek isterdiniz?’’ sorusu yöneltilenlerin yüzde 91.6'sı ‘‘Tanışarak evlenmek isterim’’ diye cevap veriyor.
***
AB'ye elbette hela kapısından girilmiyor ama alışkanlıklarımızla birlikte gireceğimizi göz önünde bulundurursak, az sonra vereceğimiz oran da önem kazanıyor: Türklerin yüzde 62.7'si alaturka tuvalet kullanıyor.
Temizlik alışkanlıklarımızla ilgili detay verip canınızı sıkmak istemem. Ama, haftada ortalama 2 kez yıkandığımızı bilin...
***
Böyle bakıldığında pek de Avrupalı gözükmüyoruz değil mi?.. Ama moral bozmaca yok. Hele bir girelim şu AB'nin kapısından, Avrupalı'dan daha Avrupalı oluruz evelallah!..
Yazının Devamını Oku 7 Aralık 2002
ŞİMDİ anlatacaklarım (doğal olarak) MTV ve benzeri kanalların 100 yıldır yayın yaptığını, televizyonun hep renkli ve çok kanallı olduğunu, radyo istasyonlarının hep bu kadar çok olduğunu düşünen kuşağa tuhaf gelecek. Aslına bakarsanız, çoğu zaman, düşününce bana da tuhaf geliyor...
1970'ler... Hey Dergisi ve Gong gibi dönemin efsane dergilerinin düzenli olarak alındığı bir evde büyüdüm.
Portatif bir pikap ve o pikabın üzerinde dönen 45'likler, 33'lüklerle yaşıyorum. Çocuk olduğum için tabii ki benim seçimim değil dinlediklerim. Ama bugünkü müzik zevkimle de evde iyi şeyler dinlendiğini söyleyebilirim.
Televizyon sadece günün belli saatlerinde, tek kanalda yayın yapıyor. Hayatımızın merkezinde diziler var. Tek tip, bugün çok naif gözüken bir eğlence dünyamız var ülke olarak...
TRT sansürünün nasılsa gözünden kaçan bir ‘‘popo’’ sahnesi, ülke gündemine haftalarca damgasını vuruyor mesela. Bugün bile o popoyu çok net hatırlıyorum mesela...
Diziler ve ‘‘Kuşlar’’ gibi belli filmlerin dışında en net hatırladığım şey, maç yayınları.
Notthingham Forest ne kadar çok maç oynuyormuş o zamanlar. Niyeyse uzun yıllar Galatasaray'ın yanı sıra bir NF taraftarı olarak hissetmiştim kendimi.
Maçlardan çok, maç aralarında verilen müzik programlarının hastasıyım ama... Slade'in hakikaten çirkin gitaristi, Status Quo'nun senkronize hareketleri ve tabii ki Engelbert Humperdinck, Gal Kaplanı Tom Jones (Bunu Tom Cons diye okumazdım, 'Tom Jones' diye okurdum. Hala da öyle diyorum eğlence olsun diye...)
MTV yok, klip endüstrisi diye bir şey yok, sadece dünyada yayınlanmasından aylar sonra Türkiye'de basılan plaklar var. CD bir kenara, kaset hadisesi bile gelişmemiş. Kartuşlar falan filan, onlardan müzik dinleniyor...
Bu kısıtlı imkanlara rağmen müzik zevki oluşturmak hakikaten zor bir iş. Peki ben ve benim kuşağım nasıl müzik dinliyorduk?...
Tabii ki radyodan. Efsane İTÜ Radyosu, Polis Radyosu ve tabii ki güzeller güzeli TRT 3...
FM bandını algılayabilen bir radyo bulunduğu anda, ezberimizdeki frekansa, yani 88.2'ye, yani TRT 3'e yazılırdık.
Engin Arman'la ‘‘Gece ve Müzik’’ unutulmaz mesela. Cumartesi ve Pazar günleri, öğlen saatlerinde (sonra hafta içine geçti) Yavuz Aydar'ın ‘‘Stüdyo FM’’i, İzzet Öz'ün ‘‘Teleskop’’u asla kaçırılmazdı.
Muhakkak Sebla Özveren, Suzan Sesar, Hülya Tunçağ ve tabii Sezen Cumhur Önal...
Bu saydığım isimlere bugün kendimi borçlu hissediyorum. Arada unuttuğum isimler de muhakkak olmuştur. Onlardan da peşin peşin özür dilerim.
*
1980'lerin başlarında, Nişantaşı'nda, bir ara Erkin Koray'ın grubunda gitar da çalmış olan Hayrullah Yurttaş'ın Cemre diye bir müzikevi vardı.
Okul çıkışlarında, tatil günlerinde, basketbol oynamadığımız anlarda hep oraya takılırdık. Ben o sıralar, BBC'nin çarşamba geceleri yayınladığı Top 20'yi düzenli takip ediyorum.
Perşembe günleri okul çıkışı, Hayrullah Ağbi'ye İngiltere 45'likler listesiyle ilgili raporumu sunuyorum. Kim listeyi dağıtmış, kim o hafta ikinci sıradan girmiş vesaire...
O da, istediklerini (Kimi zaman bizi kırmayarak, bizim istediklerimizi) dışarıdan getirtiyordu.
Gelen 45'likler Technics pikaplar aracılığıyla 'AKAI deck'lerde kasetlere kaydedilirdi. O kasetlerin alınıp ilk dinlendiği andaki zevki, hatırlayanlar olacaktır muhakkak. Vay be!..
Neyse işte, günlerden bir gün Cemre Müzikevi'ne çok kibar iki kadın geldi. Sesleri yabancı gelmiyor ama hayatta görmüşlüğüm yok. Hayrullah Ağbi beni tanıştırdı: ‘‘Bak Kanat, bu hanımefendiler Suzan Sesar ve Sebla Özveren..’’
‘‘Aaa! Siz onlarsınız’’ gibi birşeyler söylediğimi hala utanarak hatırlarım. O günden sonra, yeni bir vazifem olmuştu. Yeni gelen albümleri Harbiye'deki Radyo Evi'ne götürüyordum.
Sebla Özveren ve Suzan Sesar, dev makaralara yeni şarkıları çektikten sonra da plakları geri götürüyordum.
*
O sıralar plak kapaklarının fotoraflarını çekmek için Hey Dergisi'nden tipler de dükkana uğruyor. Ben de ukalayım ve müziği çok iyi biliyorum ya, sürekli Hey'deki hataları bulup şişiriyorum adamları. Bir gün dayanamadılar ve ‘‘Gel sen yap’’ dediler. Gazeteciliğe de öyle başlamış oldum...
Hey'de çevirmenlik yaparken benim radyo manyağı olduğumu anladılar tabii. İkinci bir görevim daha oldu o zaman ‘‘Radyo Muhabirliği...’’
Bu aslında tam bir muhabirlik sayılmazdı. İşim belliydi. Belli günler TRT'ye gidip TRT 3'ün program listesini, belli günler de Sirkeci'deki ürkütücü İkinci Şube'ye gidip Polis Radyosu'nun programlarını alıyordum.
Sonra da hangi program hangi saatte, o programda hangi şarkılar var, onları yazıp bir radyo sayfası hazırlıyordum...
Tabii yazının girişinde bahsettiğim kuşağa garip gelecek ama o zaman ‘‘Hort Efem’’, ‘‘Zort Efem’’ yok...
*
Özel radyoların kurulduğu dönemde ben de denedim radyo dj'liğini. Ama bir dolu nedenden, yeniden gazeteciliği tercih ettim.
Radyo aşkım hala sürüyor. Evdeki radyonun hafızasında sadece iki radyo istasyonu kayıtlı. İkinci sırada, daha sık dinlediğim istasyon olan Radyo Eksen kayıtlı. Ama birinci sırada hala TRT 3 duruyor. Şimdi ‘‘Gece ve Müzik’’i başkaları yapıyor. Yeni yapanlar da çok güzel yapıyor ama ben hala Engin Arman'ın tok sesiyle ‘‘Gece ve Müzik’’ sunduğu günleri özlüyorum.
Yavuz Aydar ve Suzan Sesar'ın sıcak seslerine denk geldiğimde yine çok seviniyorum. Suzan Hanım ve Sebla Hanım'ı yılda bir kez, sadece Caz Festivali sırasında görebiliyorum. Yine hemen kaldığımız yerden, müzikten konuşmaya başlıyoruz.
Benim Kabakulak'taki bazı eleştirilerime kızıyorlar. ‘‘Sen Peter Gabriel'i severdin, niye albümüne kötü diye yazdın’’ diye soruyorlar, mahçup oluyorum ama ‘‘Ya, ben Peter Gabriel kötü demedim ki, albüm kötü’’ demeyi de ihmal etmiyorum...
Bayram günü, böyle nostalji ırmaklarında aktıysam bunun tek sebebi de İzzet Öz'dür.
Hayranı olduğum pek çok grubu ilk kez onun programında dinledim. O da tuttu 35'inci yıl kutlamaları çerçevesinde, o şarkılardan oluşan bir albüm yaptı.
‘‘Devamını da yapacağım’’ diyor albümdeki anonslarından birinde, ‘‘İkinci de süper şarkılar olacak’’ diyor. Bilmez miyiz İzzet Ağbi, kime anlatıyorsun.
Vay be!.. Ne kıyak günlerdi ama...
Dönüş yok fakat çıkış var
Cumartesi günleri kapsadığım alan fark ettiğiniz üzere bayağı genişledi. Yani yanıma Riko'yu, Topesto'yu, mahalle bakkalı Ceset Hilmi'yi filan alarak dolduramam ben bu köşeyi.
Bu sebepten ‘‘seyrettiğim filmler’’, ‘‘okuduğum kitaplar’’ gibi klasik köşe yazarı uyuzlukları yapmak durumundayım. Mecburen yani...
Şimdi arkadaşlar, Fransız Sineması'nın belli filmlerine kalpten saygı duyarım. Fakat seyrettikten sonra ‘‘Kamera girişini bile yasaklayacaksın bu Fransa memleketine’’ dediğim filmler de oldu.
Bunun fazla radikal bir tavır olduğunun ben de farkındayım. Böyle bir tavırla hareket edecek olursak, sadece ABD'de film çekilmesine izin vermek gerekir ki; bu da haliyle saçma olur.
Lafı daha fazla eveleyip gevelemeyelim. ‘‘Dönüş Yok’’ sinema eleştirmenleri ve esas işi sinema eleştirmek olmayanlar (Ben de az sonra o kategoriye adım atacağım) tarafından çok konuşulan bir film.
Eh, vatandaş da (Ben mesela) merak ediyor tabii. Geçen Pazar, ‘‘Haydi bakalım, neymiş bu film’’ diyerek dayandım Beyoğlu Sineması'nın kapısına.
‘‘İlk 10 dakika dayanan filmi tamamlar’’ diyorlar ya, bir yere kadar doğru. Müzik ve sürekli dönen kamera, sinir uçlarında düğümlenmeye yol açıyor. O bitiyor, meşhur kafa dağıtma sahnesi geliyor...
Kafatası ezilirken rahatsız oldum. Çünkü mesela bir ‘‘Evil Dead’’de daha iğrenç görüntüler vardır ama gülerek filan seyredersin. Bunda öyle olmuyor. Tuhaf!..
Bir de o tecavüz sahnesi var tabii. 9-10 dakika deniyor ama sanki bitmiyor sahne.
Tecavüz sahnesinin sonunda ara verildi. Fuayeye çıktım. Niyetim salona geri dönmek. Çünkü filmin rahatsız edici sahneleri atlatılmış...
Kendime şu soruyu sordum fuayede: ‘‘Ya, bu filmi seyretmeye devam etmek istiyor musun sen?’’
İçimden bayağı yüksek bir sesle cevap geldi: ‘‘Hayır ağbi Allah aşkına gidelim...’’
‘‘Peki ulan iç ses, seni dinleyelim o vakit’’ dedim ve sinemayı terk ettim.
Tek pişman olduğum hadise, Monica Belluci'yi daha fazla seyredememiş olmamdır. Başka hiçbir pişmanlığım yok.
Yazının Devamını Oku 6 Aralık 2002
TÜRKÇE kadın isimleri arasında en sevdiklerim sorulsa, hiç düşünmeden ‘‘Ayşe, Zeynep, Elif’’ derim. Basit ve çok güzel isimler bunlar. ‘‘Elif’’ dendiğinde de nedense aklıma hep ‘‘İncecikten bir kar yağar/ Tozar elif elif diye’’ takılıyor. Bunun konumuzla alakası yok, psikiyatri camiası durumu inceleyip kararını verebilir...
Her neyse, bayram günü bu kadar tıraş yapmanın manası yok, direkt konumuza geçelim...
Sevan Nişanyan'ı hatırlarsınız... Küçük Oteller Kitabı'nı yazan, sonra tuhaflıklar ülkesinin vatandaşı olarak tuhaf bir suçtan Türkiye'nin küçük bir cezaevinde yatan Sevan Nişanyan...
İşte bu Sevan Nişanyan'ın ‘‘Elifin Öküzü Ya Da Sürprizler Kitabı’’ adlı bir kitabı çıktı geçtiğimiz günlerde.
Kitapta, 1000 civarında kelimenin tarihi, çok eğlenceli bir şekilde anlatılıyor.
‘‘Barbunyayla berberin alakası nedir?’’, ‘‘Kampüsle şampiyonun ortak bir noktası var mıdır?’’, ‘‘Portalla portakal nasıl akraba olabilir?’’, ‘‘Oktanla ahtapot harbiden birbiriyle bağlantılı mıdır?’’ gibi sorularla uğraşmış Nişanyan.
Ve ortaya okuması çok ama çok eğlenceli bir kitap çıkarmış.
Kitapta birbirinden güzel; yüzlerce, binlerce detay var. Meraklıları muhakkak edinip okusun. ama ben bayram gününümüzü şenlendirmek için, içinden bir tanesini seçip buraya aktarayım; siz de böylece ‘‘Öküzle Elif'in ne gibi bir alakası olabilir, öğrenmiş olun...
Sevan Nişanyan'dan, anlamı bozmadan aktarmaya çalışacağım. Bir hata yaparsam, sorumlusu tabii ki benim...
‘‘Alfabeyi 3000 küsur yıl önce Fenikeliler icat etmiş. Daha önce her biri basit bir kavramı ifade eden binlerce simge-resim varken, 25 kadarını alıp, her birini adının ilk sesini simgelemek için kullanmışlar.
Öküz anlamına gelen 'aleph', 'a' olmuş.
Ev anlamına gelen bet 'b', cirit sopası anlamına gelen gmel 'g', kapı anlamına gelen dalt 'd' olmuş...
Fenikelilerin bu icadını önce komşuları olan İbraniler, MÖ 700'lerden itibaren de Yunanlılar taklit etmişler. Biçimler değişmiş, ama isimleri pek değişmemiş harflerin. İbrani alfabesinin ilk dört harfi aleph, bet, gımel, dalet. Yunan alfabesinin ilk dört harfi ise alpha, beta, gamma, delta...
Hz. Muhammed'den 300 yıl önce ortaya çıkan Arap alfabesi, bugünkü Süryanicenin atası olan Aramiceden etkilenmiş. Ya Arami alfabesi nereden geliyor?.. Tabii ki Fenike'den.
Arapça harf isimlerinin elif, ba, cim, dal olması bu yüzden. Aramice gim'in Arapça cim olması normal, çünkü Aramice g sesi Arapçada daima 'c'ye dönüşmüş.
Kelimeler zamanla bambaşka anlamlara bürünebiliyor. Fenikelilerin öküzünün, 3 bin yıl sonra Türkiye'de dogan her on kızdan birine verilen güzel bir ada dönüşmesini başka nasıl açıklayabiliriz?..’’
***
Sevan Nişanyan'ın kitabında 'Türkçeyi yabancı kelimelerden temizleme'ye kalkışanların işinin ne kadar zor olduğunu da örneklerle görmek mümkün.
Mesela ‘‘gazete bayii' dediğiniz vakit, İtalyanca ve Arapça konuştuğunuzun farkında mısınız? Peki 'tahta kurusu’’ dediğinizde aslında Farsça ve Yunanca kullandığınızın.
Örnekleri çoğaltıyor Nişanyan: ‘‘Çölde Çay’’ (Moğolca Çince), ‘‘Şampiyon Fenerbahçe’’ (Fransızca, Yunanca, Farsça’’, ‘‘İstanbul Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü’’ (Yunanca, Arapça, İngilizce, Arapça, Farsça, Arapça)
Nasıl eğlenceli değil mi?..
NOT: Dille ilgilenenler için Sevan Nişanyan'ın bir başka kitabı daha var: ‘‘Sözlerin Soyağacı- Çağdaş Türkçenin Etimolojik Sözlüğü.’’ O da Adam Yayınları'ndan çıktı.
Etimoloji'ye kafayı takanlara, bu konuda hazırlanan en kapsamlı sözlüğü de öneririm. Simurg Yayınları'ndan çıkan bu baş yapıtın adı: ‘‘Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lugatı.’’ Dev sözlüğü artık çok yaşlanan Andreas Tietze hazırladı. Türkçe'nin en büyük etimolojik sözlüğünü Avusturyalı bir profesörün hazırlamış olması ne kadar manidar, öyle değil mi?..
Yazının Devamını Oku 30 Kasım 2002
EUROSPORT'ta Halter Şampiyonası seyrediyorum. Niye böyle bir şey yapıyorum, aslında bilmiyorum. Fakat olur ya, insan takılır ya; işte öyle bir durum. Kadın haltercilerden biri dikkatimi çekti. Adını da not etmiştim, şuraya bir yere; dur bakayım... Hah! Ukraynalı halterci Olga Korobka, 140 kiloyu kaldırmayı deniyor.
Obaaaa, nitekim kaldırıyor da. Bir bakıyorum tırnakları ojeli... ‘‘Hassas bir köşe yazarı olsaydım, kadın halterciden girip, Duman'ın Oje şarkısından çıkardım şimdi...’’ diye düşünürken telefon çaldı. Arayan Topesto. ‘‘Öksür usta’’ dedim.
‘‘Star'ı açsana birader’’ dedi. Belli ki günün ilk cümlesini filan kuruyor. Sesi boru gibi. ‘‘Ne var Star'da?..’’ diye sordum.
‘‘Bizim Aile başladı...’’ dedi.
*
‘‘Eyvallah güzel insan’’ deyip telefonu kapattım ve yekten Star'a bağlandım.
Süper kadro, süper film. ‘‘Hababam’’, ‘‘Süt Kardeşler’’, ‘‘Bizim Aile’’, böyle birkaç tane film var ki; ne zaman başlasa seyrediyoruz. Yani günde iki kere başlasın, iki kere seyredebiliyoruz.
Topesto'nun bir kuzeni var. Böyle feminist olmaya filan çalışıyor. Bizim bu durumumuzu zeka yaşımızın 11'de sabitlenmiş olmasına bağlıyor. Terbiyesiz tabii canım...
Her neyse.
Açtım filmi, ooooh yayıldım iyice seyrediyorum.
Münir Özkul, Adile Naşit, Tarık Akan, Ayşen Gruda, Şener Şen...
Tam Münir Özkul'un Şener Şen'e ‘‘Sana kız bulduk...’’ konuşması sırasında hiçbir uyarı filan yapılmadan film zort diye kesildi ve Tarık Tarcan çıktı karşıma...
Yarışma programının tanıtım filmidir diye düşünüyorum ama, yooo... Ciddi ciddi Tarık Tarcan'ın yarışma programı başladı.
Adam ‘‘Çorba içerken kullanırız, nedir o şeyin adı?’’ gibi acayip sorular soruyor, yarışmacı da ‘‘Kaşık’’ diyerek 3 milyar lira kazanıyor. Böyle, benim diyen bilimkurgu filminde rastlayamayacağınız bir format...
*
Hemen Topesto'yu aradım ve ‘‘Eeee, usta, böyle kestiler filmi en güzel yerinde... N'oluyor?’’ dedim.
Topesto ‘‘Bir saat filan sürüyor bu abukluk, sonra film yine başlıyor merak etme’’ dedi.
‘‘Kardeşim neyi merak etmeyeyim; bu normal bir hadise mi?.. Sen biliyor muydun bu durumu bana 'Filmi aç derken’’ diye söylenmeye başladım.
Topesto, ‘‘Bu akşam saatlerinde verdikleri filmlerde hep yaptıkları bir şey’’ dedi.
Yahu olur mu böyle bir saygısızlık. İzleyici olarak bana yapılan saygısızlığı bir kenara bıraktım, filme saygısızlıktır bu be!
Hayır, arada olan Tarık Tarcan'a oluyor onu da hemen söyleyeyim size.
Ben 1980'li yıllarda oynadığı filmlerin anısına dilimi ısırdım, küfür etmedim ama bayağı bir sinirlendim.
Olacak iş değil yahu...
Herkes kendi Beyoğlu'nu yaşıyor
ADAM Yayıncılık, çok şık bir formatta ‘‘Adam Düzyazı Klasikleri’’ adında bir dizi kitap yayınlıyor. Her manada çok güzel kitaplar. İçerik zaten güzel. Minicik, sert kapaklı kitaplar görüntü olarak da güzel.
Semih Gümüş'ün derlediği ‘‘Beyoğlu Öyküleri‘‘ni okudum en son. Bazıları daha önce okumuş olduğum öykülerdi. Sait Faik Abasıyanık, Ziya Osman Saba, Cihat Burak, Bilge Karasu, Demir Özlü, Oktay Akbal, Tezer Özlü, Hulki Aktunç, Nazlı Eray, Erendiz Atasü ve Naim Tirali'den birer Beyoğlu öyküsü.
Kitap, her iyi kitap gibi insanda ‘‘iyi bir şey yapmış hissi’’ yaratıyor.
Fakat dikkatimi bir şey çekti.
Nostalji ile alakası olmayanlardanım. Ancak, kitaptaki bütün öykülerde eski Beyoğlu'na duyulan özlemi hissediyorsunuz. 1950'lerde yazılan öyküde de bu böyle, atıyorum 1970'te de...
Eh, hangisini özleyeceğiz. Eski Beyoğlu yok işte. Bugünkünü sevin. Herkes kendi Beyoğlu'nu yaşıyor. Ben bugünkünü seviyorum, çocukken yaşadığım Beyoğlu'nu da seviyordum, babamın anlattığı Beyoğlu'nu da... Eskiye duyulan özlem sıkıcı...
(Not: Bu arada Semih Gümüş'le ilgili bir şey söylemem gerekiyor. Radikal Futbol Eki'ndeki yazılarını çok seviyorum ben. Kapalı Tribün müdavimi olduğunu bildiğim bu kıymetli edebiyat adamı keşke Galatasaray maçlarını düzenli yazsa...)
Erkin Koray'ın Les Paul'ü
ERKİN Baba'yı ilk seyrettiğimde tek tabancaydı sahnede. Yıllarca da öyle devam etti zaten.
Bu sene Babylon'da, sahneye çıktığında yanında bir gitarist, bir de bas gitarist vardı. Belli ki bu durum hoşuna da gitmişti. O gece ‘‘trio’’ olarak sahneye çıkan Erkin Baba, ‘‘Davulcuyu da ısındırıyoruz, hazır olunca maça çıkacak’’ mesajını vermişti.
Geçen hafta, idolümüzün Babylon'da çalacağını öğrenince direkt dayandık kapıya tabii.
Bir de söylemesi ayıptır, Erkin Baba ile mail'leşmişliğimiz var. Mail'inde ‘‘Bir dahaki sefere gel, tanışalım’’ demişti.
Bu cesaretle, kulise gittim. Vay be, hakikaten Erkin Baba ile oturduk laflıyoruz. Kendimi acayip şanslı hissediyorum.
Yıllardır sormak istediğim birkaç şey vardı. Onları da sordum bu arada. Rica edeceğim hemen atlamayın... John Lennon'ın kulağına ne fısıldadığını sormadım. Zaten onu öğrenirsek, işin tadı kaçacak, öğrenmeyi değil merak etmeyi seviyoruz o hadiseyi.
Bilmeyenler için söyleyeyim. John Lennon'ın en, en, en popüler olduğu dönemde Paris'te basın toplantısı var. Erkin Koray ve o zamanlar Hey için çalışan gazeteci Arda Uskan da toplantıda.
Bırakın randevu almayı, kimse yanına bile yanaşamıyor John Lennon'ın. Fakat Erkin baba, bir punduna getiriyor, Lennon'ın yanına yanaşıyor ve kulağına birşeyler söyleyip işi bağlıyor.
İşte orada Erkin Koray'ın ne söylediğini, kendisi ve artık ölmüş olan John Lennon dışında kimse bilmiyor. Arda Ustan bile bilmiyor, kızı Damla bile bilmiyor...
Bence kimse bilmesin, böylesi en güzeli...
Her neyse, kuliste Erkin baba'ya, uzun süredir kullanmadığı (Galiba banka kasasına kaldırmıştı), müthiş gitarını, Gibson'ın Les Paul modeli gitarını sordum.
‘‘Hayret’’ dedi.
Babayı şaşırtmış olmak beni daha fazla şaşırttı tabii.
‘‘Yıllar sonra, ilk gez bu gece yanımda getirdim o gitarı. Bu gece onu çalacağım’’ dedi. Terbiyesizlik edip, ‘‘Bir kere dokunabilir miyim?...’’ demedim tabii.
Neyse, vakti geldi ve baba sahneye çıktı. Hem de bu sefer Erkin Koray Quartet olarak. Davul, bas, gitar ve Erkin Koray... Bir eleman daha yolda, onu da benden duymuş olun: Objektif'ten Vecdi Yücalan da babayla çalmaya başlayacak...
Bir de Erkin Baba, hatıralarını yazıyormuş, ‘‘Kitaba isim önereyim mi?’’ dedim, ‘‘Öner bakalım’’ dedi.
‘‘Kitabın adı 'John Lennon'a Dedim Ki...' olsun’’ dedim.
Artık bilemem...
9 (Yazıyla Dokuz)
ÜMİT Ünal'ın filmi ‘‘9’’, uzun süredir seyrettiğim en iyi filmlerden biri. Dikkatinizi çekmek isterim, ‘‘En iyi Türk filmlerinden biri’’ filan demiyorum...
Hakiki manada iyi, çok iyi bir film. Normal şartlar altında biri bana ‘‘Tek mekanda geçen bir film... Bir cinayet soruşturması. Oyuncular, kamera karşısında oturuyor ve olayı anlatıyor...’’ dese, cümlesini tamamlamasına izin vermeden o ortamdan uzaklaşırım.
Fakat, ben bu filme gittim ve çok iyi bir film izlemiş insan hissiyle dünyaya döndüm.
O hepsi birbirinden idealist, hepsi birbirinden iyi kalpli, hepsi birbirinden milliyetçi, muhafazakár, dürüst, pırıl pırıl insanların filmin sonunda ne hale geldiklerini görmenizi isterim.
Ümit Ünal, aslında sadece bu topluma ayna tutuyor. Aynaya bakacak cesareti olanlar muhakkak seyretmeli...
Oscar için aday adayı olan film, zar zor kendine Pera Sineması'nda gösterilme şansı buldu. Büyük ihtimalle dün itibariyle kaldırılmış olacak. Ne yazık ki böyle... Biz yine -sadece- büyük bütçeli filmlerimizi seyredelim öyle değil mi?.. Vah, vah, vah!..
Yazının Devamını Oku