Fener kupayı alır

ANTALYA'YA ne zaman gitsem meteorolojik manada bir rekorla karşılaşıyorum. En azından son üç gidişimde öyle olmuştu.

Birinde uçağın kapısı açılıp dışarı adım attığımda, sıcağa inanamamıştım. Hatta uçağa geri dönüp, ‘‘Beni İstanbul'a geri götürür müsünüz lütfen’’ demeyi bile düşünmüştüm.

Sonra öğrendim ki Antalya'nın -30 yıldır mı ne- yaşadığı en sıcak günmüş. Bir mini fırınla omuz omuza yürümek gibi birşeydi o iki gün Antalya'da yaşamak...

Ondan sonraki gidişim, geçen yıl Efes Cup içindi. Yine uçağın kapısı açıldı, ben yine ilk adımımı attım ve önce havaya, sonra elimdeki bilete baktım. Bilete bakmamın sebebi, ‘‘Yanlışlıkla Erzurum'a mı geldim’’ endişesiydi.

Bu kez mini fırınla değil, bir derin dondurucuyla gezdik iki gün boyunca. O zaman da Antalya'nın -yine son 30 yıldır filan- yaşadığı en soğuk günmüş.

Hatta gazetelerde haberler çıkmıştı, ‘‘Antalyalılar soba almaya başladı’’ diye. Size şöyle söyleyeyim; İstanbul'un o günlerdeki havası, Antalya'yla karşılaştırıldığında Seyşel Adaları gibi kalıyordu.

Geçen hafta Efes Cup II için Antalya'ya gitmek gerektiğinde, açıkçası biraz tırstım. Yani son seyahatler düşünüldüğünde endişelenmekte haksız da sayılmam di mi?..

Gitmeden önce hava raporlarına baktım, normal gözüküyor. İstanbul'dan daha sıcak en azından.

Bir de tabii lig tatilde; futbolsuzluk kafaya vurmuş. Deseler ki; Antalya'ya bugünlerde ceviz büyüklüğünde dolu yağıyor, kask takıp yine gideceğiz.

Gittik, Fenerbahçe-Werder Bremen maçını seyrettik. Aslında tam olarak seyredemedik. Çünkü Antalya Stadı'nda bizim bulunduğumuz yer (Protokol davetiyesiyle girdiğimizden, protokol tribünündeydik) futbol seyredememek için tasarlanmış.

Yine de futbol maçı işte. Fenerbahçeli arkadaşlar müsterih olsun. Bir Galatasaraylı'nın sözüne ne kadar güvenirler bilemem ama Fener gayet iyiydi Werder Bremen maçında...

Geçen sene finalde kaybettiği kupayı, bu sene alır bence. O maç da bugün değil mi?... İyi işte, akşama seyredecek bir maç daha bulduk. Allah bereket versin ve kimseyi futbolsuz bırakmasın...


Bağımsız film bağımlılığı


2. AFM Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali bugün başlıyor. Hatta biraz geç uyandıysanız, başlamış olduğunu bile söyleyebiliriz.

Geçen sene bu festival sayesinde, normalde seyretmek için büyük ve detaylı bir plan yapmak gereken filmleri kolaycacık seyretmiştik.

Hoş, ben ‘‘Ed Gein’’i hiç beğenmemiştim ama genel manada hayatımdan çok memnundum.

Bu seneki programda kafadan gidilmesi gereken filmleri belirledim. Mesela ‘‘My Little Eye’’ iyi bir korku filmine benziyor. Sonra David Bowie'nin meşhur Ziggy Stardust and the Spiders turnesinin son konserine kesin gidilecek.

‘‘Ichi The Killer’’ biraz mideyi zorlayacağa benziyor ama gitmezsem içim rahat etmez. ‘‘Bloody Mallory’’ desen, o da öyle. ‘‘Alive’’ ve ‘‘Katakuriler'in Mutluluğu’’ da seyredilmesi planlanan filmlerden.

Bir de ‘‘24 Hour Party People’’a gitmeyi planlıyordum.

Planlamak ne kelime kesinlikle gidecektim. Çünkü hikaye Manchester'da geçiyor. Çünkü hikaye gerçek. Ve çünkü bu aslında Joy Division'ın, Happy Mondays'in vesairenin hikayesi.

1980'lerin başından, Ian Curtis'in yaşadığı zamanlardan, Shaun Ryder'ın gencecik ve dünya kadar zararlı maddeyi vücuduna boca etmeye henüz başladığı zamanlardan bahsediyor.

Fakat, filme gitmeme gerek kalmadı. Festivalciler sağolsunlar, süper bir hareket yapıp seyredip iade etmem karşılığında filmin bir kopyasını yolladılar.

Ben de önce gazetede, sonra bir arkadaşımda ‘‘çift dikiş’’ modeline sadık kalarak seyrettim.

Eğer 1980'lerde Büyük Britanya'da bir takım orijinal adamlar, bir takım orijinal hayatlara nasıl imza atmışlar diye merak ediyorsanız, seyredin.

Joy Divison... Vay ustacığım!..


Robert De Niro'ya hálá gülüyorum


ANALYZE This (Anlat Bakalım) seyredemediğim filmlerdendi. Daha doğrusu, bahsetmiş olmam lazım iki sene önce bende bir sinema fobisi ortaya çıktı.

Sinemaya 1 yıl kadar gitmedim, gidemedim. O günler hayatımda karanlık bir dönem olarak yerini korumakta. Televizyonda, videoda film seyrediyordum ama sinemada asla.

İşte o sırada ıskaladığım filmlerden biriydi.

Fakat ‘‘Analyze That’’e gittim. Güzelim Emek Sineması'nda en sevdiğim sırada, en sevdiğim koltuğa oturdum ve özellikle filmin ilk yarısında gözümden yaşlar gelene kadar güldüm.

Normalde sinemada yüksek sesle gülmem çok zor. En son kahkaha attığım film henüz ortaokul-lise yıllarında, Site Sineması'nda seyrettiğim bir Pembe Panter filmiydi.

Hani Peter Sellers, paralel bar'da artist artist sallandıktan sonra yanlış taraftan atlar ve merdivenden aşağıdaki salona düşer ya, işte o sahne. Geçenlerde yine seyrettim evde ve yine aynı yerde kahkaha attım...

Bu arada Hababam konusu ayrı bir konu. Onda hep gülüyorum...

Neyse işte, çok ama çok komik sahneler var. Özellikle De Niro'nun ‘‘Talk to the manager’’ sahnesinde sinema boydan boya yarıldı gülmekten.

Bak yine hatırladım, yine güldüm.

Magnus'un anısına


TEX'in o çok havalı özel albümleri var ya; hani büyük boy olan... İşte onun 9'uncusu çıktı şimdi. Yanılmıyorsam 244 sayfalık maceranın adı ‘‘Dehşet Vadisi...’’

‘‘Akşam olsun, eve gideyim ve onu okuyayım’’ diye yaşıyorum. Yavaş yavaş, tadını çıkara çıkara...

Bu sayının çizeri meşhur Magnus. 1996'da ölmüştü galiba. Şimdi yanımda değil Tex, o yüzden böyle emin olmayan tavırlarla yazıyorum.

‘‘Dehşet Vadisi’’nin içine, Magnus'un bir fotoğrafını da koymuşlar...

Vallahi ne diyeyim. İyi ki yaşamış, iyi ki çizmiş. O kadar güzel ki. Çizgi roman hastaları bu topu sektirmesin. Çok şahane.

Macera nasıl diye sormayın. Şu kadarını söyleyeyim, her yeni Tex macerası okuduğumda olan şeyler oluyor. Tex'ten cümlelerle konuşmaya başlıyorum ve bir yerde yemek yiyeceksem şöyle diyorum: ‘‘Bana ve dostuma biftek, bol bol kızarmış patates ve köpüklü bir bira...’’

Anlayan anlamıştır. Tex diyeti diye bir şey de var yani...
Yazarın Tüm Yazıları