Kanat Atkaya

Erman Hoca çözerdi bu savaş meselesini

28 Mart 2003
KIYMETLİ okurlar...<br><br>Haber kanalları doğal olarak savaşa kilitlenmiş durumda. Fakat bazı kanallar, gündüz gece eğlence programı yayınlamayı sürdürüyor. Yani ‘‘Hayat devam ediyor’’ anladık da biraz ayıp olmuyor mu insanların üstüne bomba yağarken şıkkıdı şıkkıdı oynamak.

Ki ben Türk televizyonlarına ne kadar güvenirim, hayatta her problemi çözebileceğine inanırım.

Bu fikrimde samimiyim. Türk televizyonlarının, Irak Savaşı da dahil olmak üzere her meseleyi yoğunlaştırılmış bir yayın anlayışıyla 1 haftada filan çözebileceğine inanıyorum.

Örneklerle yürüyelim...

***

Saddam Hüseyin ve George Bush, yayından kaldırılmış olan Karar Anı'nda Erman Hoca'nın konuğu olsalar. Ve bu program canlı olarak bütün dünyaya yayınlansa...

Manzarayı düşününüz lütfen. Bush ve Saddam kafa atma mesafesinde tartışıyorlar, birbirlerine girmek üzereler ve o iri arkadaş ikisini ayırmaya çalışıyor.

- Birader sen niye bombalıyorsun benim sarayımı, muhafızımı filan?

- Senin kitle imha silahın var!

- Ulen senin yok mu sanki? Neyle bombalayıp duruyorsun beni?

- Ben iyi amaçla kullanıyorum, sen diktatörsün!

- Hişşş terbiyesizleşme! Ayrıca ne iyi amacı be! Kafamıza kafamıza çakacaksın bombayı, sonra ben iyi amaçlıyım.

- Ellerini indir öyle konuş benle. Sana bi çakarım AKUT gelse çıkaramaz taam mı?

- Bana bak hoop! Hareket yapma hareketin allahını görürsün!

- Bi dakka iri arkadaş, sen bi çekilsene aradan. Bereni yedirtmez miyim ben sana.

- Gel lan gel! N'apıcan?.. Akıllı kafa mı atacan bana!

(Burada Erman hocam girer devreye)

- Beyler biraz sakin lütfen. Ayıp oluyor ama. Dingo'nun ahırı mı burası...

- Ama hocam hem suçlu hem güçlü, hem de diktatör diyor bana!

- Deme arkadaşa diktatör!

- Hocam ben arkadaşa demokrasi getirdiydim, artistlik yapıyor sürekli.

- Deme arkadaşa artist. Hişş, iri eleman al onun elindeki füzeyi, bir kaza çıkmadan...

- Hocam!..

- Tieeeeyt, yok hocam filan. Öpüşün bakim kafanızı tokuşturmadan...

- Hoc!..

- Büüüüürst!

- Peki hocam. Hürmet...

***

Böyle bir ambiansta tartışıldığını düşünsenize. Dünya kamuoyu o dakika itibariyle ciddiye alabilir mi bu savaşı! Çizilmez mi bu kirli savaşın karizması boydan boya?..

Erman Hocam çözerdi bu işi, siz bana inanın.

Demin aradım Erman Hoca'yı, ‘‘Ben böyle diyorum hocam, doğru mu düünmüşüm?’’ diye sordum.

‘‘Doğru düşünmüşsün. Ben onları bir enine boyuna, bütün yönleriyle tartıştırırdım. Savaş mavaş çıkmazdı Kanat'çım’’ dedi.

Aklın yolu bir...

Hem zaten olmadı diyelim, Erman Hoca planımız tutmadı. Bizde plan çok: İki ordu arasında ‘‘Kim Şık, Kim Rüküş’’ tartışması başlatılırdı. Olmadı Mahmut Tuncer'in programında bir türkü gecesi şoku verilirdi, o da olmadı Kankigiller'e konuk yapılırlardı...

Kesmezse; Seda Sayan Show var, Esra Ceyhan'la A'dan Z'ye var. Bence Esra Ceyhan, hem ağlar hem ağlatırdı ikisini de...

Ama ben yine ısrar ediyorum, Erman hoca çözerdi bu işi...
Yazının Devamını Oku

İtinayla film özetlenir

22 Mart 2003
DOUGLAS Coupland'ın bir kitabında (Generation X veya Microserfs olması lazım...) kahramanlar, daha sonra benim de model olarak benimsediğim bir yöntemle film seyrediyordu. Yöntem şöyleydi. Videodan film seyredileceği zaman, özellikle alt yazılı filmler seçiliyordu. O zamanlar daha DVD yoktu, altyazılı kaset bulmak da kendi içinde bir mesele sayılırdı...

Efendime söyleyeyim, kaseti özellikle altyazılı seçmelerinin nedeni, filmi hızlı seyretmek için duydukları istekti.

Karışık mı oldu, sadeleştireyim. Kaseti takıyorsunuz, filmi başlatıyorsunuz ve 'fast forward' yaparak seyrediyorsunuz. Bu arada hızlı hızlı geçen altyazılar sayesinde filmi çözmüş oluyorsunuz.

Bunu her film için yapmak gerekmiyor. Ama bazı filmler vardır hani, başladıktan 20 dakika sonra filan hikaye manasını yitirir ve siz sırf başlamış olduğunuz için bitirmek zorunda hissedersiniz kendinizi.

İşte bu yöntem, o tarz filmlerde çok işe yarıyor...

Diyeceksiniz ki; ‘‘Madem sarmadı, seyretme kardeşim...’’ Ama öyle olmuyor işte. Başlamışsınız bir kere, bitirmeden başından kalkmayı yediremiyorsunuz kendinize...

Geçen hafta Topesto aradı. Belli ki ‘‘Film seyredelim’’ diyecek. ‘‘Var mı yeni film’’ dedim.

‘‘Yeni film kolay. Başka bir şey için aradım’’ dedi.

‘‘Nedir?’’ diye sordum.

‘‘Sen artık evde net'e bağlanabiliyor musun?’’ dedi.

‘‘Bana bak, hakaret edeceksen kapatalım. Herkesin yeteneksiz olduğu bir şey vardır. Ben de bu işlerden anlamıyorum... Ama bütün arkadaşlarım senin gibi değil. Bir eleman gelip gerekli bağlantıyı yaptı’’ dedim.

‘‘Yok yahu, hakaret filan etmeyeceğim. Hani filmlerin normalde 20 dakikada bitmesi gerektiğine dair bir manifestomuz vardı, 10 yıl önce filan yazdığımız...’’

‘‘Vardı...’’

‘‘Abi işte, bir web sayfası buldum, adamlar aynı bizim kafada. Yalnız bunlar hadiseyi başka bir yere taşımış... Bak adresi vereyim de bir gir...’’

‘‘İyi, ver bakalım adresi net kurtçuğu...’’

* * *

Ben evvela adresi vereyim size: www.rinkworks.com/movieaminute

Burada, onlarca filmin özetini bulacaksınız.

Daha doğrusu tam özet değil. Elemanlar oturmuşlar ve en baba filmi bile üç cümlede özetlemişler...

Tam özet de değil.

Örnek vereyim daha iyi anlaşılır.

Mesela ‘‘The Sixth Sense’’ (Altıncı His) üç cümlede şöyle özetleniyor:

‘‘Haley Joel Osment: Ölü insanlar görüyorum.

Bruce Willis: Onlarla konuşmayı dene.

Harley Joel Osment: İşe yaradı...’’

Komik değil mi?..

* * *

Daha komikleri de var. Mesela Woody Allen'ın ‘‘Everybody Says I Love You’’ filmi şöyle özetlenmiş...

‘Woody Allen: Ben nörotikim.

Seyirci: Biliyoruz.

Woody Allen: Evet ama bu kez şarkı söyleyerek anlatacağım.’

* * *

Olayın çok başarılı bir şekilde özetlendiği örnekler de var. ‘‘Interview With the Vampire’’ bunlardan biri...

‘Brad Pitt: İnsanların kanını emmek istemiyorum.

Tom Cruise: Evet, istiyorsuuuuun.

Brad Pitt: Haklısın...’

* * *

‘‘Pretty Woman..’’ da iyi olmuş.

‘Julia Roberts: Ben bir fahişeyim ama dudaktan öpüşmem...

Richard Gere: Çok param var benim...

Julia Roberts: Muck!’

* * *

John Woo'nun yönettiği ve Tom Cruise'un oynadığı Görevimiz Tehlike II ise şöyle özetlenmiş:

‘Oyuncular: Merhaba, biz...

John Woo: Bu kadar konu yeterli bence, haydi şimdi ağır çekim dövüşmeye başlayın...’

* * *

‘‘Speed’’ de iyi olanlardan. Bu arada sitede Keanu Reeves ile çok dalga geçiliyor, onu da belirteyim...

‘Dennis Hopper: Asansörü patlatıcam!

Keanu Reeves: Oh, hayır! Asansör olmaz... (Asansörü kurtarır.)

Dennis Hopper: Otobüsü patlatıcam!

Keanu Reeves: Oh, hayır! Otobüs olmaz... (Otobüsü kurtarır.)

Dennis Hopper: O zaman metroyu patlatıcam!

Keanu Reeves: Oh, hayır! Metro olmaz... (Metroyu kurtarır.)’

* * *

İmkanınız varsa girin, daha çok film var ve hakikaten eğlenceli. Gaza gelip bir film de ben özetledim... Kendime kurban olarak unutulmaz Türk filmlerinden ‘‘Sarı Tebessüm’’ü seçtim...

‘Yönetmen: Işıkçı arkadaş etrafı sarartalım lütfen...

Işıkçı: Tamam.

Yönetmen: Oyuncu arkadaşlar, bunalımlı bir ifadeyle sevişelim lütfen..’
Yazının Devamını Oku

Kapalı kapılar ardında Ankara

21 Mart 2003
- Kızım bana Abdullah'ı bul bakayım.<br><br>- Peki efendim. - Alo Abdullah... Heee, makamdayım. Güzel de koltuğu çok yükseltmişsin birader. Nereden yapılıyordu bunun ayarı? Hah şöyle boyuma göre ayarlayayım. Şimdi, arkadaşlara söyle de bir toplanalım bakalım şu testere mevzusu için.

- Tes.. Testere değil efendim, tezkere olacaktı...

- Biz mahallede top oynarken öyle derdik, sen bilmezsin. Neyse, bana bak Abdullah senin sesin titriyor, bir şey mi oldu?

- Yok... Yok bir şey efendim...

- Hişş! Gönül mü koydun yoksa. Uzatmaaaa, ben anlarım, söyle bakalım ne oldu?

- Hiç efendim arkadaşlar Robin diye takılıyor da biraz o ağırıma gitmişti.

- Robin nedir, Abdullah?

- Siz Batman oluyormuşsunuz, ben de bu durumda Robin olmalıymışım... Hani esas adam ve yancısı durumu...

- Batman kimdir, Abdullah? Çocuklaşmayın allasen. Haydi topla çocukları da gel.

- Geldik efendim...

- Şimdiii. Ne istiyor bu kovboy bizden?

- Artık pek bir şey istemiyorlar aslında efendim. Yani biz vermeden de aldılar alacaklarını zaten.

- Nasıl oluyor o öyle. Bu işin bir raconu vardır, dağıttırmayın bana Dakota'yı, Nevada'yı filan.

- Efendim tezkere geçmedi ama askerleri geçiyor bir şekilde.

- Biz zamanında top oynarken şey derdik, ‘‘Adam geçer top geçmez...’’ Adam geçmiş madem, top da geçirdi mi bunlar...

- Eee, bir bakıma geçti efendim. Top da geçti tüfek de geçti.

- Tezkereyi niye istemişti bunlar bizden peki?

- Para da vereceklerdi aslında bize ama...

- Abdullah, doğru mu diyor bu?

- Bilginiz dahilindeydi efendim. (Sağındaki arkadaşına dönerek devamla) Bana bak, bana bir daha Robin dersen ben de sana Bebeoğlu derim ona göre... Yatırımcılar öyle diyor zaten...

- Ne itişip kakışıyorsunuz orada çocuklar? Olmuyor yani, anlatabildim mi? Ne diyorduk? Hah, para ne oldu...

- İlk tezkere geçmeyince... Para vermekten vazgeçtiler.

- Ee, şimdi çıkarıyoz ya ne istiyorlarsa.

- Ama artık onlar istemiyor. Hem dedik ya, alacaklarını aldılar bir şekilde.

- Biz ne kazandık bu işten Robin kardeş?

- Eee, itibar kazanmıştık aslında dünya kamuoyunda...

- Güzel ya işte. Delikanlı dediğin itibarlı olur. İtibardır mühim olan, parayla alınmaz...

- Bizim de çıkış noktamız oydu ama ikinci tezkere için çağırmıştınız galiba bizi...

- Ya, biz çıkaralım ikinciyi. İlk intibah önemlidir. Milletin gönlünü aldık nasıl olsa... Bu arada aç mısınız çocuklar, benim içim ezildi birden. Kızııı, bize yiyecek birşeyler söyle...

- Yemezler efendim.

- Yerler ya, aç değil misiniz?

- Yok efendim kamuoyu yemez demek istemiştim.

- Yerler Abdullah, üzme Batman'ini... Yalnız buraya bak Abdullah, çemkirme arkadaşını. Bir de o arap oğlanı şuurunu yitirmiş gibi ileri geri konuşuyor diyorlar, ha doğru mu duymuşum...

- Powell efendim. Diplomatik çerçevede tepkilerini dile getirdi diyebiliriz.

- İndirtmesin bana camını çerçevesini.

- Söylerim efendim.

- Robin'im, öyle üzgün durmaca yok ama. Bak şimdi ben arıyorum elemanı, halı sahası mı istiyorlar, veririz. Kızım, bağla bakayım Başkan denen tosbağayı.

- Alo, güzel insan nasıl oralar? Linkoln Memoryıl filan takılıyonuz mu? Efendim?.. Başladınız mı harekata... Halı sahasını ayırmıştık size. Oynamıyonuz mu artık bizle... Öyle küslük olur mu ya?. Hişş, aloo...
Yazının Devamını Oku

Fatih Terim beni ne zaman oynatacak

15 Mart 2003
Geçen çarşamba gecesi Levent'teki Galatasaraylılar Cemiyeti'nde özel bir gece vardı. Topesto biraderimiz sabahtan aradı ‘‘Akşam cemiyete takım da gelecekmiş, takılalım mı? Candan Erçetin de barmaid'lik yapacakmış’’ diye. Hálá Fenerbahçe maçının gazı da olduğundan ‘‘Gidelim’’ dedim. Ben gittiğimde eleman oradaydı. Takımın tamamı olmasa da Ümit Karan, Xavier, Batista filan oradaydı. Fatih Terim de gelmiş, eh daha ne istiyorsun.

Takım ve hocanın oturduğu masanın etrafı haliyle kalabalık. Kameralar, forma imzalatmak isteyenler, hatıra fotoğrafı çektirenler...

Hocanın kafası biraz rahatlayınca Topesto'yla gidip merhaba deme kararı aldık. Hoca'yla CNN Türk'e program yaptığı dönemden tanışıyoruz. sonra deplasmanlar filan, var biraz muhabbetimiz.

Gittik yanına ‘‘Hocam iyi akşamlar’’ diye. Merhaba, nasılsın, iyi misin faslından sonra direkt konuya girdim, ‘‘Hocam sakatlığımız var’’ diye.

Fatih Hoca ‘‘Hayrola, ne oldu?’’ dedi.

Topesto'yu göstererek ‘‘Ümit'in ikinci golünden sonra tribün haliyle biraz karıştı. Benim sol tarafım tutmuyor, arkadaşın da bacağı morardı. Gol sevinci kurbanı olduk’’ dedim.

Hoca baktı ve şu cevabı verdi: ‘‘Madem sakatsınız... O zaman sizi bu hafta dinlendireyim ben. Sonraki hafta forma veririm size...’’

Yani arkadaşlar, bugün İstanbulspor maçında beni sahada görmeyince kahretmeyin, haftaya bomba gibi geliyorum...


Manu Chao'nun selamı var


Yazının başlığını laf olsun diye öyle koymadım, harbiden selamı var Manu Chao'nun. Nasıl olduğunu anlatayım.

Benim bir arkadaşım, Manu Chao'nun da arkadaşı. Ne biçim arkadaşların var demeyin. Bir de diğer elemanı düşünün. Onun arkadaşı Manu Chao. Ben ise Manu Chao'nun arkadaşıyla arkadaşım.

Yani mesela cep cihazında Manu diye Manu Chao kayıtlı. Sinir bozucu değil mi? Benim de bozuluyor, sormayın.

Neyse, bu mümtaz şahsiyet İstanbul'a karın çığ formatında yağdığı günlerde Barcelona'ya gitti.

Ve orada bulunduğu süre içinde paso Manu Abi'yle takıldı. Evde sürekli parti, sonra konser, konser dönüşü parti. İnsanı ortasından çatlatacak bir tatil yaptıktan sonra döndü.

Giderken bu arkadaşa ‘‘Sana üç yıldızlı bir Cimbom forması vereyim, Manu'daki iki yıldızlıydı’’ dedim.

Hakikaten Manu İstanbul'a konsere geldiğinde bir adet Galatasaray forması edinmiş, hatta bu formayla festivallere filan çıkmıştı.

Ama denk getiremedik bir türlü ve ben formayı veremedim.

Arkadaşımın dönüşte anlattığına göre, Manu hálá giyiyormuş formayı.

Asıl habere geçelim bu kısmını bırakıp işin. Manu demiş ki, ‘‘Ben yine İstanbul'a geleceğim.’’

Eğer büyük bir aksilik olmaz ise Manu hakikaten yaza kadar İstanbul'a gelmeyi ve Babylon'da 4 veya 5 gece çalmayı planlıyor.

Büyük salonlarda konser vermeyi sevmediği için küçük bir yer ve birkaç konser istiyormuş.

Umarım bir aksilik olmaz ve baba gelir dağıtır buraları.

Bu arada forma muhabbeti sırasında ‘‘Selam söyle’’ demiş.

Yani martaval atmıyoruz burada ‘‘Manu Chao'dan selam var’’ derken.


Eserlerim Japonca'ya çevriliyor artık


Şimdi arkadaşlar, enteresan bir durum var.

Ben yazdığım bir yazıyı okuyamıyorum, çünkü yazı Japonca.

Nasıl oluyor bu açıklayayım.

Spor Müdürü Esat Yılmaer, birkaç ay önce gelip ‘‘Galatasaray'ın UEFA Kupası'nı almasıyla ilgili yazın vardı değil mi senin?’’ dedi.

‘‘Var’’ dedim. ‘‘Ver bakalım onu’’ dedi. ‘‘Abi üstünden biraz geçmedi mi’’ türünden bir ukalalık yapmadan verdim.

İki ay sonra Esat Yılmaer elinde bir dergiyle geldi ve ‘‘Al bak yazına’’ dedi. ‘‘Hangi yazıma? Bu ne ya?’’ dedim. Çünkü adı World Soccer olsa da dergi gayet Japonca bir dergi. Bir tek adımı okuyabildim Latin alfabesiyle yazıldığı için.

Sadece benim değil, İlhan Söyler'in, Alper Mert'in, Fatih Doğan'ın ve Mert Aydın'ın da yazıları var. Türkiye Dosyası hazırlamışlar.

İnsanın yazısını okuyamaması garip ama kendimi iyi hissettim ‘‘Artık eserlerimi Japonca'ya çevriliyor’’ diye...

Bu hafta böyle karışık teknik çalışmış olduk. Haydi artık gideyim ben di mi?
Yazının Devamını Oku

Elveda seviyeli ilişkiler

14 Mart 2003
RTÜK, Televole tarzı programların ipini ha çekti ha çekecek. MİT raporlarında bile ‘‘halk ayaklanacak bunlar yüzünden’’ şeklinde anıldığı iddia edilen programlara artık yolcu gözüyle bakabilirsiniz... Bence tabii ki bu programları tamamen kaldıramazlar da, herhalde içerikleri değişecek.

Zaten Televole bir hülle operasyonuyla programın içini boşalttı bile. Podyuma hiç çıkmamış fakat her ne hikmetse manken olarak anılan kızların görüntüleri, baba parasıyla gece gezmelerine çıkan ve ne işle uğraştığı bile bilinmeyen armut model playboy haberlerini filan başka bir programa pasladılar.

Televole artık Selim Akçin'in çok iyi tespitiyle ‘‘Dizivole’’ oldu. Asmalı Konak halkı ne giyiyor, Sümbüllü Yalı sakinleri en çok üzüm mü seviyor pastırma mı falan filan...

***

Televole yayınlanmaya başladığı zaman futbolun magazinini yapma iddiasındaydı. Konuşmaya, boş konuşmaya, hatta konuşamamasına rağmen konuşmaya (Kompela diyeceğim, siz de anlayacaksınız...) meraklı futbolcularla anketler yapılıyordu, 'evlerine konuk olunuyordu', kötü fıkra anlatmalarına imkan tanınıyordu. Böyle şeyler yapılıyordu.

Ya, dayanamayıp bir Kompela parantezi açacağım. İlk Televole kurbanı olarak tarihe geçen Kompela, malumunuz futbolu bırakmıştı televizyon sevdası yüzünden. Bir ara ‘‘Akın Akın Kompela’’yı yaptı.

Sonra işsiz kaldığı dönemde, Antalya'daki ETV'nin teklifini kabul etti. ETV'nin o zamanki genel müdürü de (Şimdi de aynı mı bilemiyorum) Banu Alkan'ın eşsiz albümünde düet de yaptığı sevgilisiydi.

Her neyse arkadaşlar, bilmeyenler vardır diye yazayım. Kompela bu programı Ayşen Gruda ile yapmıştı. Ayşen Gruda'nın ‘‘Ana’’ dizisi de o sıralar popüler... Programın adı ne olmuştu biliyor musunuz? Söyleyeyim de uçun: ‘‘Ana'nın Kompela'sı...’’

***

Neyse konumuza dönelim.

Bir ara futbolculara ‘‘En çok hangi mankeni beğeniyorsun?’’ diye sormaya başladılar. Futbolcu ‘‘Ebru Mebru'yu beğeniyorum ben ağbi’’ diye cevap verince gidip Ebru Mebru'ya sordular ‘‘Beleşçi Kazım seni beğeniyormuş ne diyorsun?’’ diye..

Hatta bu vesileyle birkaç futbolcu-manken ilişkisi bile yaşandı. Ne ilişkisi yahu? Alpay'la Cansel böyle evlenmemiş miydi?..

Zamanla futbolcuların üzümlü kek durumuna düşmesinin zararlarına uyanan yönetimler, teknik direktörler, konuşma, fıkra anlatma, beğendiği mankeni açıklama yasakları koymaya başladılar.

Böylece Televole sadece mankenlere, playboy tabir edilen arkadaşlara, albümü bulunmayan şarkıcılara, filmi bulunmayan aktrislere filan kaldı.

***

Televole Türkiye'ye yeni bir jargon kazandırdı. Seviyeli ilişki (Düzeyli beraberlik de diyebilir isteyenler) nedir öğrendik mesela. Kendi adıma, stras nedir bilmeyen bir insandım. Kim şık kim rüküş seyrede seyrede moda bilgim attı, stras nedir bilir oldum.

Çılgınca eğlenmenin ne olduğunu gördüm ve şu yaşıma kadar hiç eğlenememiş olduğumu fark ettim.

Otopark değnekçisine 200 dolar, kapıdaki toraman korumaya 300 dolar bahşiş verildiğini öğrendim ve paranın değeri konusunda aklım karıştı.

Bazı insanların sevgililerinden ‘‘Hayri Bey istemiyor bööle göbeeeeemin açık olmasını sahnede’’ diye bahsettiklerini öğrendim.

‘‘Yıkılıyooooo kızım Laila’’ ne demektir, bu programlar sayesinde öğrendik.

Televole bitiyor şimdi ha? Özler miyiz acaba, merak eder miyiz ne yapıyor o plastik kıvamına gelmiş arkadaşlar diye?..

Sizi bilemem ama ben özlerim herhalde.

Televole bitiyor demek... O zaman elveda seviyeli ilişkiler, elveda 'olmamış, yakışmamış' straslı elbiseler, elveda havaya fırlatılan peçeteler, elveda yakılan garson ceketleri, elveda tuvalet penceresine sıkışanlar...

Yine görüşürüz gibi geliyor bana nasıl olsa.
Yazının Devamını Oku

Vay! Zagor Abi faça yapmışsın

8 Mart 2003
DaRKWOOD'un tek hakimi, iyilerin dostu kötülerin korkulu rüyası, tombul fıçı Çiko'nun ve iyi kalpli insanların Baltalı İlah'ı Zagor Tenay, bu ay sevenlerinin karşısına farklı bir şekilde çıktı. Çizgi roman hastaları zaten biliyor ama bilmeyenler için tekrarlayayım.

Zagor son bir senedir Lal Kitap tarafından aylık olarak yayınlanıyor. Hatta iki seri olarak yayınlanıyor.

Ayın birinde çıkan bir Zagor var, bir de ayın 15'inde...

Bu işi Lal Kitap yapıyor ve iyi de yapıyor.

Bir de Maceraperest'in çıkardığı unutulmaz macera albümleri var tuğla gibi, onları da unutmamak lazım...

Her neyse, bu ay Lal Kitap 12'nci Zagor'u çıkardı, yani Zagor Abi Türkiye'deki yeni macerasında birinci yılını doldurdu.

Yayınlanan maceranın adı ‘‘Gökkuşağı Köprüsü...’’

Birinci yılın şerefine Lal Kitap, İtalya'daki 400'üncü sayıya denk gelen bu macerayı renkli olarak bastı.

Yani, Zagor Türkiye'de ilk kez renkli olarak basılmış oldu.

Yüce insan Ferri'nin çizdiği ve yine yüce bir insan olan Mauro Boselli'nin yazdığı tam maceralık bu albümü kaçırmayınız.

Zagor Abi'yi renkli okumak da keyifli. Ama bu durum öyle bir sayılığına güzel. Ben yine de siyah beyaz halini seviyorum Zagor'un.


Freebag artık portföy gibi bir şey olmadı mı


İSTANBUL'un karla mücadele ettiği bir akşam, Babylon'a ulaşmayı başaran azimli caz dinleyicilerinden biriydim.

Jack DeJohnette İstanbul'a gelmiş.

Miles Davis'in ‘‘Bitches Brew’’i yaptığı dönemde ekibe katılmış olan ve caz tarihinin en baba davulcularından biri olan Jack DeJohnette için ‘‘Gerekirse cebimize dört paket Billur Tuz döküp, buzlanan yolumuzu açarız, babayı dinleriz’’ dedik ve amacımıza ulaştık.

Jack DeJohnette tek tabanca gelmemişti tabii ki, yanında John Surman vardı.

Neyse, hava şartları onları da etkilemiş, biraz geciktiler vesaire.

Sahne hazırlandı, Jack DeJohnette çıktı...

Ben üst kattan takılıyorum öyle.

O sırada gözüme takıldı işte.

Jack DeJohnette siyah deri pantolon giymiş, üzerine bir beyaz tişört çekmiş ve ne yapmış?

Freebag takmış...

Freebag kadınlar için çok kullanışlı bir şey olabilir.

Ama erkekler, hele ki hafiften göbekli erkekler taktığı vakit, ikinci bir göbek katı gibi gözüküyor, çirkin oluyor.

Artık sadece kıromatik turistler kullanıyor diye düşünüyordum.

Jack DeJohnette'te görünce şoka girdim.

Eskiden babalar, amcalar, dayılar filan ‘‘portföy’’ adı verilen küçük çantalar taşırlardı.

Ehliyet, ruhsat vesaire konurdu içine.

Hatta küçük sapını da el bileklerine geçirirlerdi.

Freebag'i de böyle görmeye başladım.

Hastalık bende olabilir ama sizce de çok kötü durmuyor mu erkeklerde...

Öyle yani, paylaşayım istedim.

Konseri soracak olursanız, kaçıranlar yansın, vallahi süperdi!


Parla Şenol’dan mektup var


TÜRK Komançeroları hadisesi sırasında Parla Şenol'un da bahsi geçmişti. Parla Şenol, buraya tamamını alamayacağım uzunlukta, şahane bir elektronik posta yolladı bu durum üzerine.

Kötü şarkılardan bahsedilirken bile olsa adının müzik tarihimizde geçmiş olmasından ne kadar memnun olduğunu söylüyor Parla Şenol ve şarkılarının kayıt öykülerini anlatıyor. O kadar güzel ki, ama hakikaten sığmaz tamamı.

Ben özür dileyerek sadece kısacık bir bölümü, ‘‘Çamaşırcı Kız’’ın kayıt hikayesini aktarabiliyorum:

‘‘...Gelelim Çamaşırcı Kız'a.

Neşet Ertaş'ın, ısmarlama olarak -sanırım bu kez ağlatmak için- yanılmıyorsam benim için bestelediği bir şarkıydı o.

Yanılıyorsam o büyük ustadan hafıza zayıflığım için özür dilerim gıyabında.

Dinlediğimde asla söylemek istemedim, ‘‘aristokrat’’ ruhum reddediyordu böyle bir kompozisyonu.

Oysa Boyacı'yı reddetmemiştim, babamın kompozisyonu olduğu için mi, mizah içerdiği için mi acaba?..

Ama prodüktör Mahmut Tezcan ısrar edince söyledim.

Hatta baştaki çamaşır yıkama sesi için stüdyoya su dolu bir leğen getirildi ve ben bir bezi içine sokup sokup sıktım defalarca incecik bileklerimle...

Bakınız ben halkım için ne fedakarlıklar yapmışım, sizse beni en kötüler listesinde değerlendiriyorsunuz. Aşkolsun vallahi!..’’

Parla Şenol'u sevdiğimizi zaten daha önce söylemiştik.

Belli ki yazıyı o da eğlenerek okumuş fakat yine de üzdüysek biraz olsun, özür dileriz...


Hocam seni kırmak ne mümkün ama Bidi Bidi diyor yahu!


ALİ Atıf Bir, dün köşesinden seslenerek, Türk Komançero adayları arasından Bidi Bidi Çekirge'yi çıkarmamı istedi.

Hocam, seni kırmam tabii ki mümkün değil. Ben sileyim atayım üstünü tamam. Fakat o şarkıyı listeye koymamı okuyucular istemişti.

Onlara sormadan böyle bir şey yapmam ne derece doğru olur, siz takdir ediniz. Bu arada profesörlerin parmaklarıyla kendilerine boynuz yapıp ‘‘Hoplayıver çekirgem... Zıplayıver çekirgem... Benim güzel çekirgem... Bidi bidi bidi bidi çekirgem’’ şeklinde oynamalarına şahit olsaydım nasıl bir tepki verirdim bilemiyorum.

Artık bir hırka, bir kaval ayarlayıp dağlara mı vururdum kendimi, yoksa Çekirge'nin İntikamı başlıklı gangster-rap tarzı bir 45'lik mi hazırlardım bilinmez. Yine de sizi kırmayacağım tabii hocam! ‘‘Bidi Bidi Çekirge’’ yerine kontenjandan bir başka şarkı aktaracağım... Zaten liste o kadar uzadı ki anlatamam.

Okuyuculardan yoğun istek almış olan bir Mahmut Tuncer klasiğini aktarıyoruz o zaman listeye: ‘‘Bakkal Amca’’

Hatılarsınız belki şöyle bir şeydi: ‘‘Bakkal Amca... Bakkal Amca... Huuu- Huuu. Un var mı? Vaaar vaaar.. Şeker var mı? Vaaar vaaar... Ne duruyorsun, helva yapsana, helva yapsana...’’

Tam böyle olmayabilir ama yakın bir şeydi işte. Klibini de unutmamak lazım.

Bu arada geçen hafta ‘‘Bir Japon'a Aşık Oldum’’ şarkısını Serdar Ortaç'a bağlamışız. Olur mu ya! Tabii ki Atilla Taş'ındı...
Yazının Devamını Oku

Veli McBeal

7 Mart 2003
ÇARŞAMBA gecesi İstanbul'un popüler kulüplerinden Babylon'da enteresan bir parti vardı: ‘‘Ally McBeal Partisi.’’ ‘‘Ally McBeal nedir? Bir insansa eğer kimdir? Yüz kelimeyi aşmayacak şekilde açıklayınız, mümkünse örnek veriniz’’ diyenler olabilir mi? Olabilir tabii. O yüzden hemen ufak bir açıklama yapalım. Ally McBeal CNBC-E'de yayınlanan bir dizi.

30'lu yaşlarında aşkı arayan ve aynı büroda çalıştığı arkadaşlarıyla tuhaf davalara bakan, kimine göre hoş bir avukatın etrafında gelişiyor olaylar.

Yanılmıyorsam ABD'de 1997 yılında yayınlanmaya başlamıştı. Bizde şu sıralar 5'inci sezon için çekilen bölümler yayınlanıyor.

Bugüne kadar seyretmediyseniz, denk gelirseniz bir bakın; eğlenceli olabiliyor.

* * *

Ally McBeal için düzenlenen partiye gitmedim. Aslında ben ve benim gibi yazılar yazan arkadaşlarım için (Bir okuyucu, yazılarımızın tanımlanamaz durumu karşısında aklının karışması üzerine 'Bir şey yazarı' demişti... Bugüne kadar yapılmış en iyi tanımdır bence) bir tür maden sayılırdı bu parti.

Yani partiye gidip, iki saat takılıp ‘‘Türk Ally'ler buluştu’’ yazısı çıkarmak mümkündü. Fakat gitmedim işte. Sonra okuduklarımdan ve konuştuğum arkadaşlarımdan anladığım kadarıyla, partide tahmin ettiğim gibi üç grup insan toplanmış:

1- ‘‘Ay, bu Ally aynı ben’’ diyen genç, kariyer sahibi kadınlar.

2- Durumdan vazife çıkaran ve ‘‘Ağbi bu partiye kamyonla kadın gelir, bana da bir şey seker herhalde’’ diyen avcı-toplayıcı erkekler.

3- Gazeteciler.

* * *

Burada ‘‘Ben hiper serinkanlı bir insanım. Gitmedim işte partiye’’ havası yaratmak amacında değilim.

Fakat, Ally McBeal Partisi düzenlenmesi, tıpkı diziyi seyederken olduğu gibi, içimde tanımlanması zor bir -eee nasıl diyeyim- utanma hissi gibi bir şey yaratıyor.

Yanlış anlaşılmasın, bunda utanacak bir şey yok tabii ki. Ama Ally McBeal'i 'model' olarak görmek sizce de biraz acı değil mi?

Yani kızımızın durumu ortada. Aşkı mı arıyor, beyaz atlı prens mi bekliyor, yoksa kendini en çok arama halinde mi seviyor, belli değil.

Şimdi birileri çıkıp ‘‘Ne var ki bunda? Bütün kadınlar böyle değil mi? Bu yüzden hastasıyız bir yerde’’ diyebilir.

Ama pardon arkadaşlar ya! Siz de biliyorsunuz ki hayat böyle bir şey değil. Hiçbirimiz öyle ofislerde çalışmıyoruz. Mesela bizim gazetede kadınlar ve erkekler hálá ayrı tuvaletleri kullanıyor (Aksini söylesem ilginç olurdu, ben de biliyorum ama dizide ofis çalışanları tuvaleti ortak kullanıyor).

Hiçbirimizin hayatı bu dizideki kadar enteresan değil. Kadın avukat arkadaşlarımdan bir tanesi ‘‘Getir bakalım o Ally'yi Sultanahmet Adliyesi'ne, bütün gün takılsın bir orada... Bakalım çıkışta bara gidip karaoke yapabiliyor mu zilli’’ demişti.

* * *

Netice itibariyle ‘‘Bu bir dizi film ve biz de seviyoruz işte’’ diyecek Ally hayranları. Peki!

Ama atıyorum, biz de ‘‘Martı Adası’’nı, ‘‘Kaygısızlar’’ı, ‘‘Bonanza’’yı seviyorduk. Fakat tutup bir ada ambiansı yaratıp ‘‘Haydi hep beraber ürküyoruz arkadaşlar’’ demedik veya bir çiftlik ambiansı yaratıp sığır damgalamaya kalkışmadık.

Dizilerle hayatımızda paralellik kurma hadisesini bir tek ‘‘Kungfu’’da yaşamıştık. Onda da dizinin gazına gelip ‘‘Çözdüm ben bu işi’’ diyen arkadaşlardan bir iki tanesi kolu bacağı dağıtmıştı...

Yakın zamandan örnek vereyim. ‘‘Seinfeld’’ en sevdiğimiz diziydi. Fakat hiçbir arkadaşım ‘‘Bak kelime, ben aynı George Constanza'yım’’ veya ‘‘Usta şimdi kapıdan aynı Kramer gibi giricem!’’ diye atlamadı ortaya.

Bir tek Uzay Yolu hayranları ara sıra Atılgan mürettebatı gibi giyinip partiler veriyor yurt dışında bildiğim kadarıyla. Öyle kostümler filan... Ama o ayrı bir kategori olduğundan ciddiye alamayacağım...

Velhasılkelam arkadaşlar, Ally McBeal'i severek seyredin fakat böyle parti filan... Amaan, ne bileyim işte, kafanıza göre takılın ama çok da ciddiye almayın. Böyle sosyolojik tez malzemesi gibi görülünce olmuyor çünkü.
Yazının Devamını Oku

İstek parçaları

1 Mart 2003
GEÇEN hafta, ‘‘Türk Komançeroları İçin Zemin Tespiti’’ diye yola çıkıp, memleketimizin insanı sarsan şarkılarını sıralamaya çalışmıştık. Herhangi bir bilimsel yöntem filan uygulamadan, sadece içimizden söylediğimizde bile ‘‘Nıah!’’ dedirten 10 şarkı belirlemiş ve eklemiştik; ‘‘Katkıda bulunmak isterseniz, mailbox ile temasa geçiniz.’

İlgi umduğumdan çok fazla oldu. ‘‘Bana elektronik posta olur, mektup olur, faks olur da yağar okurlarım’’ türünden bir köşeci artistliği yapmayalım, lüzumsuz olur.

‘‘Pako bizi terk etme’’ kadar büyümedi hadise. Fakat, yıllarca kötü şarkı zulmüne uğramış bu fakir ve de gururlu halk (Haydaaa, buyurun buradan yakın), burun seviyesine kadar intikam hissiyle doldurulmuş bir film kahramanı edasıyla ‘‘Yeterin leeeeen!’’ diyerek tepkisini dile getirdi.

Okuyucu isteklerine geçeceğim. Fakat ondan önce, gelen elektronik postalardan anladığım kadarıyla özellikle benim kuşağım ve komşu kuşaklarımızın toplu halde terapiye ihtiyaç duyduğu kesin!

* * *

Arkadaşlar, önerileriniz şahane. Görüp de ‘‘Yahu bunu nasıl unuttuk hakikaten’’ dedirtecek çarpıcılıkta pek çok şarkı geldi.

Fakat en fazla oyu alan ve harbiden ilk listeye giremeyişi mucizelerle açıklanabilecek şarkı; Barbaros Hayrettin'in söylediği ‘‘Ben Sizin Babanızım Ben ne Dersem O Olur’’u oldu.

Klibiyle de hafızalarımıza kazınan bu şarkıdan sonra en çok oy ‘‘Honki Ponki’’ye geldi. Şenay'ın söylediğini çok net hatırlıyorum. Faruk K.'yı da siz hatırlatmış oldunuz.

Kiminiz ‘‘Aynononi Aynononi Nay’’, kiminiz ‘‘Haynononi Haynononi Hay’’ diye yazmış... Evet arkadaşlar, 5 Yıl Önce 10 Yıl Sonra'nın ‘‘Yağmur’’u -ki Jose Feliciano'nun darbeli matkap etkisindeki şarkısı 'Rain'in Türkçesidir- listeye girecek. Çok oy geldi ona da...

‘‘Kırdın Kalbimi’’ (Özellikle şangır bölümüyle takdir topladığı hemen anlaşılıyor), ‘‘Bidi Bidi Çekirge’’, ‘‘Zehir Gibi Aşkın Var’’, ‘‘Çiki Çiki Baba’’ da bayağı istek aldı.

Ceylan'ın söylediği ve içinde ‘‘Yaptığına şantaj denir, böyle aşka montaj denir’’ gibi sözler geçen ‘‘Şantaj/Montaj’’ adlı çalışması da çok istendi.

* * *

Ozan Orhon'dan ‘‘Zeynep Sınıfta Mı Kalacak?’’, Coşkun Sabah'tan ‘‘İspanyola’’ (Hiiiii! Bence bu çok daha fazla oy alabilirdi), BBG Melih'ten ‘‘Kölen Olurum’’, Gülben Ergen'den ‘‘Ben Sana (H)Abayı Yaktım’’, Suna Yıldızoğlu'ndan ‘‘Türküler Türkülerimiz’’, İbrahim Erkal'dan ‘‘Canısı’’ da güzel iş yapmışa benziyor.

Hakan Peker'in ‘‘Barda Durur Barmen Minik Şişe Elinde’’ başlıklı çalışmasının da ilk listeye girmesi gerekirdi. ‘‘Nasıl atlamışım?’’ dedirtecek bir şarkı...

Banu Alkan konusuna girmemi hakikaten istediğinizden emin misiniz arkadaşlar. O ayrı bir yazı, bir roman, bir ansiklopedi olacak bir kadın değil mi?.. Haksızlık ediyorsunuz Afrodit'e...

Yabancı dillerle Türkçe'nin çiftleştirilmesi yoluyla oluşturulmuş melez güzellerini de unutmuyoruz: Serdar Ortaç'tan ‘‘İlle De Je T'aime’’, Yunus Bülbül'den ‘‘Dankeşön Sevgilim’’ ve yine Serdar Ortaç'tan (Allah başımızdan eksik etmesin kendisini) ‘‘Takarimasu Yakarimasu’’ şeklinde ilerleyen ‘‘Bir Japon'a Aşık Oldum...’’

Bu yer, mevzuyu taçlandırmaya yetmeyecek. Daha Parla Şenol'un yazdığı cevap var ki; hakikaten eline sağlık. Onu seviyoruz. Yolladığı elektronik postayı haftaya alalım...

Aaaa! Yerimiz bitti Tüh!
Yazının Devamını Oku