25 Nisan 2003
ÖNCE duruma bir bakalım. Pascal Nouma'nın Fenerbahçe'ye golünü attıktan sonra elini şortunun içine sokması güzel bir hareket midir? Hayır, değildir.
Pascal Nouma'nın cezalandırılması gerekir mi? Evet, gerekir.
Pascal'ın özür dilemesi gerekir mi? Evet, gerekir.
Peki, Pascal özür dilemiş mi? Evet, dilemiş.
Pascal, cezalandırılacak mıydı? Evet, cezalandırılacaktı.
Pascal böyle kovulmalı mıydı? Hayır, bin kere hayır, milyon kere hayır, milyar kere hayır.
Bilen bilir, ben iyi bir Galatasaray taraftarıyım. Ama şu anda, bir Çarşı elemanı kadar öfkeliyim.
Hatta şöyle söyleyeyim, Pascal kovulduğu andan beri ben de 'ZENCİYİM.'
* * *
Beşiktaş'ın Pascal'ı kovarak çok başarılı bir iş yaptığını söyleyenleri, bu cezayla örf ve ádetlerimize sahip çıkıldığını düşünenleri, açıkçası hiç mi hiç samimi bulmuyorum.
Bence bütün bunlar olurken samimi olan tek kişi Pascal Nouma'ydı.
Delikanlılığı tescilli bir futbolcudan bahsediyoruz. Çatlak matlak ne derseniz deyin ama kötü bir insan diyemezsiniz Nouma'ya.
Şimdi arkasından sıkanların sicillerini bilmesek belki yiyeceğiz o 'yüce değer' palavralarını ama bu durum karşısında sadece: ‘‘Devlet su işleri, bırakın bu işleri’’ diyebiliyoruz.
* * *
Pascal Nouma, taraflı tarafsız her futbolsever için renkli bir figürdü. Galatasaray tribünlerinin sevdiği bir adam olduğunu biliyorum mesela.
Niye? Çünkü taraftarın sevgisinden gayrı her şeyin sahte, kirli ve çıkarlar üstüne kurulu olduğu futbol dünyasında sadece tribündekilerin sezebileceği ‘‘aşk’’ vardı bu adamda.
Beşiktaşlıların Nouma sevgisini o kadar iyi anlıyorum ki. Takımınız kazansa da kaybetse de yüreğiyle oynasın istersiniz. Nouma böyle oynayan bir futbolcuydu.
Kötü olduğu günde bile formasını ıslatırdı. Beşiktaş tribünleri Nouma'yı ‘‘Sahada bir Çarşı neferi’’ olarak algılıyordu. Haklılardı.
Bütün futbol takımlarının internet üzerinde ortak olarak kullandıkları tribundergi.com'un forumuna girip bir bakın.
Göztepe, Galatasaray, Eskişehirspor, Ankaragücü, Trabzonspor... Hepsinin taraftarı da bir Beşiktaşlı gibi Nouma'nın gidişinde haksızlık yapıldığını düşünüyor.
Yanlış anlaşılmasın, Nouma'nın yaptığının ayıp olduğu ve cezalandırılması gerektiği konusunda herkes hemfikir.
Fakat gönderilme şeklinde yanlış yapıldı bu güzel arkadaşımıza. Gönderilme nedeninin 60 bin dolar olduğuna inananlar da var, bu işin medya tezgahı olduğuna inananlar da...
Taraftarın sevgilisini yollamak kolay iş değildir. Beşiktaş tribünleri, takımlarının atacağı ilk golden sonra toplu halde ellerini pantolonlarına sokarak protesto etmeyi tasarlıyor bu kararı.
Serdar Bilgili'ye Allah kolaylık versin. Öyle bir karar verdi ki; neticesine katlanmak için adamda mangal gibi yürek olması lazım.
Kendi adıma, bundan sonra Pascal hangi takıma giderse, temsili olarak o takımın da taraftarı olacağım. Başta da söyledim zaten, bundan sonra ben de zenciyim.
* * *
Aman neyse, hakikaten sıkıldım.
Nouma gitti ya; artık hepimiz tertemiz insanlarız. Bir Fransız futbolcunun sarstığı yüce değerlerimizi yeniden kazandık.
Artık tecavüz ettiği kişiyle evlendiğinde ceza almadan kurtulan vatandaşlarımız yok, artık fortçuluk yok, artık tombalacılık yok, artık hırsızlık, yağma, sahtecilik yok..
Pascal gitti ve bütün kirlerimizden arındık. Ne mutlu bizlere...
Peeeeh!
Yazının Devamını Oku 19 Nisan 2003
Araya biraz da yerli malzeme serpiştirerek, süper bir sınav hazırladım. Bu kadar emeği sadece Topesto'yla paylaşmaya yüreğim el vermedi. ‘‘Bu kadar emek’’ dediğime bakmayın, kitap sayesinde 15 dakikada çözdüm işi. Soruları size de soracağım. KIYMETLİ biraderim Topesto, 1980'li yıllar konusunda manasız bir bilgi birikimine sahiptir.
Aynı yıl doğduk, 1980'lerin tamamını beraber geçirdik.
Gittiğimiz filmler, seyrettiğimiz televizyon programları, aldığımız eğitim, dinlediğimiz şarkılar üç aşağı beş yukarı aynıdır.
Fakat bu eleman, benim hatırlamadığım şeyleri hatırlar.
Hayır hatırlasın, hatta hatıralarıyla baş başa memnun mesut yaşasın, bir itirazım yok.
Ben de Galatasaray'ın pek çok maçtaki kadrosunu, sahaya dizilişini filan hatırlayabiliyorum.
Hatta, hangi maçı tribünün neresinden seyrettiğimi bile hatırlarım.
Fakat bunu mevzu yapmam.
Yani tutup da ‘‘Neuchatel maçında nerede oturuyorduk?’’ gibi bir soru sormam.
Ama Topesto zaman kadar acımasızdır. mesela durup dururken sorar: ‘‘Working My Way Back To You kimin şarkısıydı?’’ diye.
‘‘Call Me’’ dese topu sektirmeden voleyi yapıştırırım ‘‘Blondie’’ diye. Ama bu şarkıyı hatırlamıyorum.
Daha doğrusu hatırlıyorum, mırıldanıyorum ama kimin söylediği aklıma gelmiyor.
Bir de söylemez cevabı, süründürür uyuz uyuz.
İki gün sonra filan telefon açıp ‘‘The Detroit Spinners’’ der.
Sen de olayı unuttuğundan ‘‘Detroit Pistons mı demeye çalışıyorsun usta?’’ gibi bir cevap verirsin.
Bu da Hun ordularının muzaffer komutanı gibi ‘‘Hayır oğlum, o sana söylediğim şarkıyı söyleyen ekip’’ der.
Haydaa, alakaya çay demle!
*
En son ‘‘Madem futboldan anlıyorsun söyle bakalım, Lineker, Everton'dan önce nerede oynuyordu?’’ diye sordu.
‘‘Abi şu anda yazı yetiştirmeye çalışıyorum, sonra tartışsak’’ dedim.
‘‘Tartışacak bir şey yok, bilemediysen 'Bilemiyorum' de’’ diye gaz verdi.
‘‘Dandik Yunaytıd’’ dedim sinirle.
‘‘Leicester City’’ dedi ve telefonu kapattı.
İşi gücü bırakıp aradım hemen: ‘‘Sen bunları özel olarak araştırıp soruyorsun di mi bana? Hatırladığın filan yok aslında...’’
‘‘Saza gelirim, gaza gelmem... Bilirsin yani!’’ dedi.
İtiraf etmesi için bir müddet yüklendim ama kabul ettiremedim.
Kıymetli okurlar; nasıl bir insan evladı gün ortasında arkadaşını arayıp ‘‘Niki Lauda nereliydi?’’ diye sorar, söyler misiniz?
Sonunda ben de karşılık vermeye başladım.
İlk sorum hakikaten vurucuydu: ‘‘JR'ı kim vurmuştu?’’
Çuvalladı tabii ki. Yok efendim dilinin ucundaymış da falan da filan.
Birkaç saat süründürdüm, sonra ‘‘Sue Ellen'ın kızkardeşi, Kristen vurmuştu şerefsizi!’’ diye cevabı verdim.
*
O da soruları abartmaya başladı, ben de... Son olarak İngiltere-Türkiye maçını seyretmeye gittiğimizde, Latif'le beraber kitapçı gezerken süper bir hareketle karşılaştım..
Kitabın adı: ‘‘Sensational 80's Quiz Book’’. İçinde yok yok. 1980'lerle ilgili 4 binden fazla soru ve cevapları bir arada. Tabii ki bazı bölümler çok İngiliz.
Ama yine de işe yarayacak çok malzeme var.
Araya biraz da yerli malzeme serpiştirerek, süper bir sınav hazırladım.
Bu kadar emeği sadece Topesto'yla paylaşmaya yüreğim el vermedi.
‘‘Bu kadar emek’’ dediğime bakmayın, kitap sayesinde 15 dakikada çözdüm işi.
Soruları size de soracağım.
Hepsini bilene bir şey hediye etmek gerekir mi bilemiyorum. Etkileyici bir performans görürsem, belki bir güzellik yaparım.
Hazırsanız çıkartın káğıtları kalemleri. Sağınıza solunuza bakmak da, kopya çekmek de serbest.
Ama ‘‘Usta, inan olsun hiçbir yere bakmadan cevapladım’’ diyen ve beni buna ikna edebilen çıkarsa, diğerlerine göre avantajlı olur.
Başlıyoruz...
*
1Turgut Özal'ın papağanının adı neydi?
2İngiltere'de 1989'da büyük bir stadyum faciası yaşanmıştı. Hangi stattı bu? (Heysel diye atlamayın, İngiltere'de diyorum...)
3 1982'nin gol kralı Paolo Rossi, 1985'te hangi kulüple Avrupa Kupası kazanmıştı?
4 Sigourney Weaver'ın ‘‘Yaratık’’taki adı neydi? (Aslında Sigourney Weaver'ın asıl adını sorup süründürmek de var ama kıyamıyorum o kadar...)
5 Shogun'da başrolde kim oynuyordu? (Ayağınız alışsın diye kolay soru da soruyorum bakın.)
6 Baba Bush, ne zaman ABD Başkanı seçilmişti?
7 Live Aid'in senesini hatırlıyor musunuz? Bir de o konserlerde hem Amerika'da hem de İngiltere'de çalan müzisyenlerden birinin adını rica edeyim?
8 Şu üç topluluğun adını tamamlayınız.
a) Adam and the...
b) Dead or...
c) Tight...
9 Eurovision'da 1984 senesinde ‘‘Diggi-hoo Diggi-hey’’ diye tuhaf bir şarkı vardı. Hangi ülke adına yarışmıştı bu enteresan şarkı?
10 Mike Hammer'ı televizyon dizisinde canlandıran oyuncunun adını alayım lütfen...
11 Tanju Çolak, 1985-1986 sezonunda kaç gol atarak gol kralı olmuştu?
12 Bir Eurovision sorusu daha soralım, bitsin: Halley'in müziği Melih Kibar'a aitti. Sözleri kim yazmıştı peki?..
Yazının Devamını Oku 18 Nisan 2003
HİKAYE malum... Afla birlikte ne kadar sabıkalı varsa, işledikleri suçla ilgili tüm incelikleri de içerdeki ustalarından öğrenmiş vaziyette sokağa çıktı. Sonra cepçilik, arpacılık, pantuflacılık, hamintoculuk aldı yürüdü. Kapkaç sırasında sürüklenen insanların görüntüleri iç burktu. Bir iki hadise bu sayede büyüdü ama neticede ne oldu? Hiç!
Son bir ayda, benim gözümün önünde 10'dan fazla hadise yaşandı. Çevremdekilerin anlattıklarını dinleyince, hálá çarpılmamış olmama hayret etmekle yetiniyorum sadece.
Polis de kendince haklı. Diyor ki; ‘‘Ben yakalıyorum, 10 dakika sonra çıkıyor adam...’’
CMUK'un 110'uncu maddesine göre, 7 yıldan fazla ceza gerektiren ağır suç işlemediyseniz veya toplumu infiale sürükleyecek bir yanlışınız olmadıysa tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılıyorsunuz.
Yani bir yerde, suç işlemeyenler yasal güvence altına alınmış oluyor.
Bu konuyla ilgili tuğla gibi kitap yapılabilecek kadar yazı çıktı, bir de ben tırmalamayayım.
Ben size bir iki örnek anlatıp, riski azaltmak için neler yapabileceğiniz hakkında tüyo vermekle yetineceğim.
* * *
Bakmayın ‘‘Beyoğlu'nun değişen yüzü’’ haberlerine.
Beyoğlu Güzelleştirme Derneği yılda bir kere Çiçek Pasajı'nı kapatıyor (Laf olsun diye değil, perdeyle filan bayağı kapatıyorlar), içerde poz poz fotoğraflar çektiriyor ve bu haber ‘‘Ünlüler Beyoğlu'nda doyasıya eğlendi. Beyoğlu eski güzel günlere dönüyor’’ diye haber oluyor.
İnanmayın arkadaşlar. Beyoğlu yeniden, hem de eskisinden hızlı bir şekilde suç işlenen bir yer haline geliyor.
Benim sürekli takıldığım mekanlar Vakko'nun karşısındaki İmam Adnan Sokak'tadır.
Bu sokak, Büyük Parmakkapı Sokak, Mis Sokak ve bu civardaki birkaç sokakta daha, geceyarısından sonra uyanık olmayan bir vatandaşın çarpılma ihtimali çok ama çok fazladır.
Geçenlerde İmam Adnan Sokak'ta takıldıktan sonra evlere dağılacağız. Yanımdakileri ‘‘Çantanızı kapatın, cep telefonu ve cüzdanları pantolonunuzun ön cebine alın’’ diye uyarıyorum.
Bu da yeni takıntım oldu bu arada... Ben bunları söylerken, sokakta ara sıra gördüğüm 2-3 tane ufaklık geldi.
‘‘Ağbi, biz seni tanıyoruz, senin yanındakilere yanlış yapılmaz’’ dedi bir tanesi. Ben de ‘‘Tabii canım, tabii’’ dedim.
Biz bu muhabbeti yaparken, ekipteki arkadaşlardan birinin makyaj çantası çarpılmış.
Yani bu kadar aleni... Hele bir de kış ya; millet lahana gibi geziyor. üst baş kalın olunca, çarpıldığını anlamıyor bile.
* * *
İstiklal Caddesi'nde CD vesaire satan bir mağazanın sahibi anlattı. Hırsız, gözünün içine baka baka raftan 9-10 tane (Elinin büyüklüğüne göre) CD'yi kapıp gidiyormuş.
Yakalarsan ne ala... Yoksa gitti 250 milyon liralık CD...
Benden size tavsiye, özellikle gece yarısından sonra, sokak satıcılarının tezgahlarında duraklamayın.
Değerli eşyalarınızı mümkün mertebe, pantolonunuzun ön cebinde taşıyın.
Size bir şey (Çiçek vesaire) satmak üzere üzerinize gelenlerin sayısı birden fazlaysa çarpılmak üzeresiniz demektir.
Arka sokaklarla, ana caddenin pek bir farkı yok, o yüzden İstiklal'de yürürken de dikkatli olun.
İçkiliyseniz, çarpılma riskiniz katlanıyor. Kozmonotları çarpmak daha zahmetsiz olduğundan, ideal 'kek' durumuna düşüyorsunuz.
Bir de sizi çarpanın tipini hatırlamıyorsanız, zahmet edip de karakola bile gitmeyin. Zaten polis yakalasa da, malumunuz adamlar rahat rahat çıkıyorlar.
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2003
YOKLAYIN bakalım hafızanızı; ‘‘Hay bin milyar nezleli balina!’’ diyen çizgi roman kahramanı kimdi? Kıyamadım size, hırpalamayın kendinizi. Eğer kafayı çizgi romanla kırmış tiplerden değilseniz, hatırlamanız tabii ki imkansız. Bu lafın sahibi Kaptan Swing'deki El Ginşo idi.
Ben bunu nereden biliyorum peki?
Hakan Alpin'in yazdığı ‘‘1001 Soruda Çizgi Roman’’ (İM Yayınları, 2002) adlı kitaptan okuyup da öğreniyorum.
Çizgi roman meraklılarının aşina olduğu bir isim Hakan Alpin. Yıllarca kantinlerde, ev geyiklerinde, maç saatini beklerken yapılan uzun ve boş konuşmalar sırasında birbirimize yönelttiğimiz soruları, bir kitapta topladı Alpin.
Eksik arayan tabii ki bulur. Ama öncelikle, bu güzel kitap için Hakan Alpin'i tebrik edeceksin. Sonra otur, daha iyisini yapabiliyorsan yap, o ayrı.
Alpin'in kitabı çizgi romana ilgi duyanlar için, çocukluk yıllarını özleyenler için ideal.
Kitap, iyi bir mantıkla hazırlanmış. Önce, bu işe azıcık da olsa ilgi duyanların rahatça cevaplayabileceği ‘‘Isınma Turu’’ soruları var.
Mesela ‘‘Red Kit'in atının adı nedir?’’ (Düldül), ‘‘İlkel çağların barbar karakteri kimdir?’’ (Conan) gibi okuyucuları zorlamayacak sorularla giriş yapılıyor.
Sonra biraz daha uzmanlık gerektiren ama yine basit kabul edilebilecek ‘‘Kimdir?’’ ve ‘‘Nedir?’’ soruları geliyor.
‘‘Kızılmaske'nin balayını geçirdiği sahilin adı nedir?’’ sorusunu her babayiğit bilemez. Haydi onu da söyleyeyim: Keela-Wee Kumsalı.
Çizgi roman tarihinin en önemli tiplerinden Li'l Abner'in Türkiye'de ‘‘Hoş Memo’’ adıyla yayınlandığını mesela ben biliyorum. Ama Iron man'in gerçek adını yani Tony Stark'ı bilmiyordum mesela.
Bu arada dikkatinizi çekerim, daha uzman sorularına gelmedik.
Kendimi harcamış olmayayım. Uzman Soruları bölümünde de bayağı bir soruyu bildim. Ama pardon birader! Ben şu sorunun cevabını nasıl bileyim: ‘‘Lyman Young'ın 1932'de hazırlamaya başladığı Tim Tyler's Luck ya da ülkemizde yayınlanan ismiyle İki İzci, İtalya'da hangi başlıkla yayınlanmıştır?’’
Bunu bilmeme imkan yok fakat kitapta cevabı var: Cino e Franco...
Netice itibariyle, bu faydalı çalışma, hem çizgi roman konusundaki bilgi birikiminizi artıracak, hem de süper geyik ortamları yaratacak.
Bu konu açıldığında muhakkak sorulan bir sorunun cevabıyla veda edelim kitaba: Çiko'nun tam adı nedir?
Cevaplıyorum: ‘‘Don Chico/Çiko Felipe Cayetano Lopez Gonzales y Rodriguez y Martinez y Consalvo y Morales y Rosales y Ramirez y Hernandez y Espinosa...’’
NOT: Çizgi roman konusuyla ilgili detaylı okuma yapmak isteyenler, Levent Cantek'in derlediği ve İletişim Yayınları'nın çıkardığı ‘‘Çizgili Hayat Kılavuzu’’ndan bir adet ediniyor, başka yolu yok.
Arkadaşlar bu şoka hazır mıyız?
BU geceyarısından sonra, saat 01.00'de CNBC-E, ‘‘Pink Flamingos’’u yayınlıyor.
Dünyanın sayılı rahatsız insanlarından yönetmen John Waters'ın bu filmi, kült film alemlerinde bir şahikadır.
Öncelikle uyarayım; midesi hassas insanlardansanız bu filmden direkt uzak duruyorsunuz. Çünkü seyreden insanların büyük bölümüne göre bu film, çekilmiş en hasta filmdir.
Bu konuda samimiyim. Filmi seyretmiş bir insan olarak, midesi kaldırmayanları anlıyorum. Ama bir yandan da mühim bir filmdir.
Divine süper oynar bu iğrençlik başyapıtında.
Filmi anlatmak mümkün değil. Yani sakat bir şey yazmadan anlatmak mümkün değil daha doğru konuşmak gerekirse...
Şimdi ben o popo sahnesini veya tavukların başına geleni veya Divine'ın arakladığı etleri nasıl kaçırdığını nasıl anlatabilirim ki?
CNBC-E, ‘‘Pink Flamingos’’u, yılbaşında sabaha karşı -biraz da kaçınılmaz olarak- kuşa çevirerek yayınlamıştı. Yine öyle olacak galiba.
Tamamını yayınlayabilmelerine imkan yok. ‘‘Ben böyle kuş gibi de olsa seyredebilirim, midem de sağlam, iğrençliğin her türlüsüne de dayanabilirim’’ diyorsanız, buyrun er meydanına...
Sandığınız kadar kolay olmayacağını şimdiden garanti ederim...
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2003
AKÇAKALE, Ardahan'ın Çıldır'a bağlı bir köyü. Kış mevsimi -30 derecede geçiyor. 2000 rakımlı köy, Türkiye'nin en soğuk yerlerinden biri olarak biliniyor. İstanbul'dan 1600 kilometre uzaktaki bu köyün sakinleri, Çıldır Belediye Başkanı Ercan Şirin'e, ‘‘Biz artık sana bağlı değiliz, Hürriyet'e bağlıyız’’ diyorlar.
Niye mi? Açıklayayım.
Hürriyet'in editörlerinden Doğaner Gönen, farklı bir tatil anlayışına sahiptir. Herkes, Ege'de sakin bir kasabaya, Antalya'da güneşin altında rengini değiştirmeye, etini tuzlu suya bastırmaya koşarken bu arkadaş dağa çıkar mesela.
Yani doğa sporlarına meraklı olduğundan filan değil. Doğaya meraklı da spora o kadar meraklı olduğu söylenemez. Türkiye'nin coğrafi açıdan zorluklarıyla ünlü çeşitli noktalarında ilk çilingir sofrasını o kurmuştur mesela.
Doğaner, enteresan tatillerinden birine bundan 10 sene önce çıkıyor. Arkadaşı Kadir Sabuncuoğlu (Doğan Haber Ajansı Erzurum Büro Şefi), ‘‘Seni burası kesmez, sen Çıldır'ın Akçakale Köyü'ne git. Hürriyet'in muhabiri Ümit Kılıç oranın muhtarıdır, ilgilenir seninle’’ diyor.
Doğaner de basıyor Akçakale'ye gidiyor. Akçakale, donan gölü kırarak tutulan balıklarla, kısıtlı imkanlarla yapılan hayvancılıkla geçinmeye çalışıyor.
-30 derecede giyecek ceket bulamayan insanlar yaşıyor Akçakale'de.
Doğaner hayatının ikinci misyonunu üstleniyor burada. İlkinden bahsettim zaten; ne kadar dağ, yamaç, vadi varsa oraya ilk çilingir sofrasını kuran kişidir kendisi.
Biraz da inatçı bir yapısı vardır arkadaşın. Kafaya takıyor, Akçakale'ye yardım götürecek.
Birkaç ay önce gazetenin yazı işleri, evlerinde kullanılabilir durumda, temiz giyecekleri filan topluyor ama bir köye yetecek malzeme haliyle bir araya getirilemiyor.
Bunun üzerine Hürriyet'in Yayın Koordinatörü Fikret Ercan devreye giriyor ve gazete çapında seferberlik ilan ediyor.
İlk parti, birkaç ay önce yazı işlerinin eli ayağı konumundaki Ahmet Büyükdoğan ve ulaştırmadan Hüseyin Yaylacıoğlu tarafından gazetenin sağladığı bir minivanla yollanıyor Akçakale'ye.
Fakat yine eksikler olduğu görülüyor. Bu kez ikinci büyük seferberlik ilan ediliyor. Gıda, giyecek ve ayakkabı ağırlıklı ikinci seferberliğe Türkiye'nin en tanınmış ayakkabı markalarından biri de destek veriyor.
Adlarını vermek istemiyorlar ama 110 çift kadın ayakkabısı yolluyorlar.
Ayakkabılar Akçakale kadınları arasında şaşkınlıkla karışık bir sevince yol açıyor. Çünkü, bu ayakkabıları İstanbul'un sosyete tabir edilen kesimi filan giyiyor.
Bu ayakkabılar yüzünden köyde küçük bir arıza da çıkıyor. Köyün uyanıklarından biri ‘‘Ulen, bu ayakkabıları İstanbul'da mankenler giyiyor. Tanesi en az 300 milyon’’ diyor.
Bir başka arkadaş da (kurduğu cümleyi okuyunca çok uyanık biri olmadığını anlayacaksınız) ‘‘Bizim köyün bütün kadınlarını toplasan 300 milyon etmez’’ gibi talihsiz bir espri yapıyor.
Akçakale kadınları o an itibariyle feminist bilince erişiyor ve tahmin edebileceğiniz gibi adamların hayatları yaşanmaz hale geliyor.
‘‘Siz bizim gözümüzün nurusunuz. Şaka yaptı o arkadaş’’ türü cümlelerle kadınların kalbini yeniden kazanmaya çalışsalar da, top çizgiyi geçmiş, gol olmuş yapacak bir şey yok...
Bu arada ikinci seferi Doğaner Gönen bizzat komuta etti. Ekip köye ulaştığında bir grup köylü ellerindeki nüfus kağıtlarını sallayarak ‘‘Doğaner baba, bizi nüfusuna al’’ sloganı atmış.
Şimdi, burada giden yardımdan bahsediyoruz fakat ben bu işin başka bir yönüne kıllanmış vaziyetteyim. Bizimkiler oraya gittiklerinde Akçakale'nin fakir ve güzel insanları tarafından acayip iyi ağırlanıyor.
Bal, kaymak, tandır ekmeği, Çıldır Kazı, balık, göğermiş peynir... Yani bir yandan yardım ayağıyla Çıldır'a sefer düzenliyorlar bir yandan kayıntının şahını yapıyorlar.
Neyse işte, orayı çok karıştırmayalım.
Şimdi sayın okurlar, Türkiye'de böyle köy çok. Böyle iyi niyetli fakat küçük yardımlarla kalıcı çözüm üretilemeyeceğini biz de biliyoruz. Ama derler ya, ‘‘Akmasa damlar...’’ İşte o hesap bizimki de.
Bu arada Akçakale'nin civar köyleri de var tabii ki.
Yardımda bulunmak isteyenler için Akçakale Muhtarı Ümit Kılıç'ın numarasını veriyorum. Doğaner ‘‘O halleder’’ dedi çünkü. Ümit Kılıç'a (0532-6438257) numaralı telefondan ulaşabiliyorsunuz.
Son olarak köyden bir anektod daha. Köydeki bütün köpekler küçükmüş. Bizimkilere dert olmuş. Kendilerince akıl veriyorlar ‘‘Yahu buraya kurt iniyor, bu küçücük köpeklerle ne yapıyorsunuz. Büyük köpek beslesenize...’’ diye...
Bir, iki sabretmiş köylüler ve sonunda dayanamayıp patlamışlar: ‘‘Biz kendimizi zor doyuruyoruz, büyük köpeği neyle besliyacağız babo!’’
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2003
MALUM, bir süre önce kolektif bir çalışmayla ‘‘Türk Komançeroları’’nı belirlemek yolunda dev bir adım atmıştık. Arada hálá ‘‘Ya usta, bir de şu vardı hatırlıyor musun?’’ diye mesajlar geliyor.
Fakat arkadaşlar, hayat devam ediyor. O konuyu çoktan memleketin sosyologlarına, psikologlarına ve hatta arkeologlarına devrettik...
* * *
Naim Dilmener, malum liste hazırlanırken arşivini kullanarak yaptığı şık ortalarla işimizi bayağı bir kolaylaştırmıştı hatırlarsanız.
Aynı Naim Dilmener, çeşitli aralıklarla ‘‘Eski 45'likler’’ geceleri düzenler. Geçtiğimiz bir ay içinde, Naim'in üç partisine birden katılmış bir insanı okumaktasınız şu anda.
Yani nedir?.. Biz aslında eski şarkıları seviyoruz. Partilerdeki kalabalığa bakılırsa, bu konuda yalnız filan da değiliz. Evde oturup bir Cici Kızlar, bir Ayla Dikmen veya bir Beyaz Kelebekler dinleyecek büyüklükte arşivimiz yok. Zaten açık konuşmak gerekirse, evde oturup dinlemem. Evde dinlediğimiz şeyler belli.
Bu sebepten Naim'in arşivinden sebeplenebilmek için partilerini takip edip duruyoruz.
Son olarak geçen hafta Babylon'da toplanıldı. Aslında Soul II Soul konseri yapılacaktı o gece Babylon'da fakat yabancı sanatçılar savaş yüzünden konserlerini birer birer iptal ettiriyor.
Her neyse, biz bu durumdan daha fazla memnun olduk, yalan konuşmuş olmayalım.
Naim'in programının tamamı süper. Fakat kendisinin koptuğu, partiye katılanları da yerküreden kopardığı 2 saatlik bir bölüm var ki; anlatmak için yeni bir dil icat etmek gerekir.
Ardı ardına patlatıyor bombaları: ‘‘Onu Bunu Bilmem’’ bitiyor, ‘‘Bak Şu Çocuğa’’ başlıyor...
Bir ara, alemlerde ciddiyetiyle nam salmış bir arkadaşı, yanındaki iki hanım kızımızla beraber ‘‘Delisin’’i söylerken (Bu arada nasıl hatırlıyorlarsa Cici Kızlar'ın koreografisini de aynen tekrarlıyorlardı) gördüm mesela.
‘‘Sen serinkanlılığını koruyabiliyor musun millet azmışken?’’ derseniz, karizmatik nedenlerden dolayı cevap vermem, onu peşinen söyleyeyim.
* * *
Son 45'likler Gecesi'nin ardından Türk Pop Müziği'ne, o güzel zamanlar için gecikmiş bir borcum olduğunu düşündüm ve 10 şarkı da oradan çıkarma kararı aldım.
Siz de önerilerinizi yollayacaksınız tabii ki. Fakat önce bazı konuları netleştirelim.
Benim listem genellikle 1970'ler ve biraz öncesinden. 1980'lerde de harika şeyler çıkıyor. Mesela MFÖ'nün ‘‘Ele Güne Karşı’’ albümü yapılmış en iyi Türkçe albüm benim gözümde, üstüne de çıkılmış değil.
Onu karıştırmıyorum 1970'lere odaklandığım için... Kapiş?..
Hazırsanız, kaba hatlarıyla 10 güzel şarkıyı sıralayalım. Sonrasına beraberce bakarız...
Bu arada unutmadan 1 numarayla 10 numara arasında fark yok, öylesine yığıyorum listeyi...
1- Sensiz Yıllarda - AJDA PEKKAN
2- Kimler Geldi Kimler Geçti- AJDA PEKKAn
3- Delisin - CİCİ KIZLAR
4- Onu Bunu Bilmem - AYLA DİKMEN
5- Sen Gidince - BEYAZ KELEBEKLER
6- Resimdeki Gözyaşları - CEM KARACA
7- Öyle Bir Geçer Zaman Ki - ERKİN KORAY
8- Arap Saçı - ERKİN KORAY
9- Öyle Sarhoş Olsam Ki - TANJU OKAN
10- Ah Nerede Vah Nerede - FÜSUN ÖNAL
* * *
Ya, bu liste bırakın 10'luğu, 20'lik 30'luk filan da kesmeyecek. Bu işten vaz mı geçsek acaba? Yani şimdiden kafam karıştı. Bunun Bülent Ortaçgil'i var, Fikret Kızılok'u var, Erol Büyükburç'u, Güzin İle Baha'sı var...
Yok abi bu iş böyle olmayacak galiba...
Bir de şey vardı mesela Füsun Önal'ın ‘‘Oh Olsun’’u... nasıl unutursun? Esmeray'ı ne yapacağız? Maria Rita Epik'i ne yapacağız?.. Bitmez bu güzel mesele vesselam...
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2003
MAÇ sabahı Büyük Britanya'ya uçacağım için bu duygu dolu satırları size salı günü yazıyorum. Şu anda damarlarımda akan kan; bahar aylarında eriyen karların da etkisiyle coşan, coşan, coşan ırmaklar gibi akmakta. Bu yazının çıkacağı cuma gününe kadar da bu coşku dinmez herhalde. O yüzden mesele yok...
Sabah ‘‘Hükümeti ağlatan mektup’’ başlıklı haberi okuduğumdan beri, allah sizi inandırsın her 15 dakikada bir ayağa fırlıyorum.
Fırlıyorum da ne yapıyorum peki?.. Göğsümü ileri doğru uzatmak amacıyla şişiriyor, başımı da annesinden yem bekleyen bir yavru kuş pozisyonuna getirip, çocukluğumdan beri öğrendiğim tüm marşları -tabii hatırladığım kadarıyla- söylüyorum.
Haberi sabah gazeteye gelmeden önce okusaydım, inanın Taksim Meydanı'ndaki tombul çiçekçi teyzeden (süper bir insandır kendisi) imkanlarım ölçüsünde bir çiçek yaptırıp, rastladığım ilk anıta bırakırdım.
***
Düşününüz lütfen arkadaşlar. Hükümet toplantı halinde. Maliye Bakanı ‘‘Arkadaşlar!’’ diyor... Dalmış olan bir iki hükümet üyesinin dışındaki herkes ‘‘Efendim!’’ diyor.
Bakan bir zarf çıkarıyor. İçinden 530 milyon lira çıkan zarfı yollayan vatandaş, ‘‘Savaş bitene kadar maaşımın yarısını Hazine'ye bağışlayacağım. Size güveniyorum’’ şeklinde bir not da düşmüş...
Bakanlar, bu hareket karşısında göz yaşlarını tutamamışlar. Koca bakan duygulanıyor, sıradan vatandaş olan bu fakir duygulanmaz mı?..
Olay sadece bir vatandaşın desteğiyle sınırlı değilmiş. Başbakanımız bizzat açıkladı ertesi gün: ‘‘Halkın bu taleplerini görmezden gelemeyiz, halkın devlete uzattığı eli boşlukta bırakamayız’’ dedi.
Maliye Bakanı, toplumun örgütlü ve örgütsüz kesimlerinin destek vermek için birbirleriyle yarıştıklarını duyurduğunda ben marşları tüketmiş olduğumdan ‘‘Kestane gürgen palamut/ Altı yaprak üstü bulut’’u söylemekteydim...
Daha da bir coştum ve ek gelir için daha neler yapılabilir diye düşünmeye başladım...
***
Eeeee... Çok düşündüm ama aklıma ‘‘Gözünün üstünde kaşın var vergisi’’, ‘‘Ne işin var senin bu saatte sokakta vergisi’’, ‘‘Bu memleketin havası kutsaldır, nasip olmaz herkese vergisi’’ gibi pek de parlak olmayan fikirler geldi.
Bunun üzerine büyüklerimi dinlemeye ve onlar ne derse yapmaya karar verdim. Basitçe, sessizce...
Bu arada son olarak bazı vatandaşların, devlete yardım konusunu biraz abartmış olduğuna değinmeden geçemeyeceğim.
Zarfın açıldığı toplantının ardından basına açıklama yapan hükümet sözcüsü Cemil Çiçek'e, Ebil Göktaş adlı bir vatandaş çocuğunu vermeye çalışmış.
Almamışlar.
Almazlar tabii, o kadar da değil yani!
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2003
FUTBOLU bir nevi ‘‘magandalık zirvesi’’, statları ‘‘maço kültür mabedi’’ olarak görenler için anlatacaklarım çok şey ifade etmeyebilir. Fakat tribün sadece küfür edilen, şiddetin hakim olduğu, ayıların takıldığı bir yer değildir.
Futbol maçına hiç gitmemiş olanlara söylediklerim Fransızca gelebilir ama tribün hakikaten eğlenceli ve benim diyen stand-up'çının kafasını patlatsa çıkaramayacağı esprilerin yapıldığı bir yerdir.
Tribünün yetenekli adamları, her durum için anında tezahürat yazabilir ve mesajını net bir şekilde iletir. Bunu da ‘‘kreatif direktör’’ olmak için filan değil, takım aşkıyla ve eğlence olsun diye yaparlar.
1980'lerde Spor ve Sergi Sarayı'nda, ‘‘sosyete’’ tabir edilen pota arkasında oturmuş maç seyrediyoruz. Galatasaray'ın maçına daha var ama oynanan maç da heyecanlı.
O sırada ‘‘kaşar ekmek-ayrancı’’ arkadaş, elinde sepetiyle tribüne girdi. Kimsenin kaşar-ekmek görecek hali yok aslında, basketbol aşkıyla maçı seyrediyoruz.
‘‘Birader devrede, molada gelsen’’ filan diyoruz ama tınmıyor. Bir anda tribün şöyle bağırmaya başladı:
Kaşar ekmek, kaşar ekmek ayraaaaaan
Hadi burdan, hadi burdan yaylaaaaan.
Adamcağız seri hareketlerle terk etmişti tribünü.
*
Türkiye'de gelmiş geçmiş en sıkı futbol yayını olan ve burada anlatsam uzun sürecek nedenlerden dolayı 7'nci sayıdan sonrasını ne yazık ki getiremeyen ‘‘Tribün’’ dergisinin web sayfasındaki forumunda rastladığım ‘‘Alakası olmayan besteler’’ başlıklı konuya getireceğim lafı...
‘‘Alakası olmayan beste’’ nedir onu söyleyeyim önce. Bunlar takımı desteklemek için değil, vakit geçirmek, maytap yapmak ve eğlenmek için yapılan bestelerdir.
Büyük bölümü maçın başlamasını beklerken veya deplasman yolculuklarında çıkar ve hakikaten çok komiktir.
Burada vereceğim örneklerin kimlere ait olduklarını belirtip ‘‘Abi öyle demişsin ama o bizim bestemizdi’’ tartışmasına girmek istemiyorum. Bestenin orijinalinde yer alan örnekler dışında takım ismi yok yani...
Kısa keselim ve eğlenelim... Detaylı okuma yapmak isteyenler www.tribundergi.com'a ilerlesin.
Tribün, magazin dünyasını sıkı takip eder. ‘‘Fransa'da doğdu, Beşiktaşlı oldu’’ makamından söyleyeceksiniz şimdi vereceğim örnekleri:
‘‘Bacakları güzel/ Birazcık da seksi/ Seviyoruz seni/ Hande Ataizi, Hande Ataizi oooo-oooo’’
‘‘90-60-90/ Kalçası çok güzel/ İbrahim'den ayrıl/ N'olur Demet Şener, n'olur Demet Şener ooo-ooo’’
‘‘İki kadeh rakı/ Yanında da meze/ Yalan yoktur bizde/ Aşık olduk Nez'e, aşık olduk Nez'e oooo-oooo’’
Bir de Zerrin Özer'in ‘‘Son Mektup’’ şarkısı gibi söylenen şöyle bir şey var:
‘‘Ne Güzide Duran, ne Selin Oktay/ İkisi de güzel ve harikalar/ Onlar bize bakmaz biz çok fakiriz/ Bakmazsa çok da tın Genç Fenerliyiz’’
Bu fakir ve gariban edebiyatının örnekleri çok. Ama malum nedenlerden dolayı biraz sansürlediğim bu Ankaragücü bestesi, hakiki manada takdire şayan. Bu beste, Nilüfer'in ‘‘Rüzgar’’ şarkısı gibi söyleniyor:
‘‘Arjantin'de kız var, orda hayat var/ Herkesin elinde 8310'lar/ Ayaklarda Oxs'lar, Prada botlar/ Hepinizi üzsün tüm garibanlar’’
Bu arada gariban ayağına yatılıyor ama maşallah Oxs biliniyor, tebrikler mütemadiyen... Arjantin de Ankara'nın zengin caddesi.
Bir de şu var:
‘‘Paramız mı var alkol almaya/ Tipimiz mi var şekil kız tavlamaya/ Karizma mı var şekil yapmaya/ Taraftarız biz sürünüyoruz’’
*
Özellikle deplasman yolculuklarında herkes parasız olduğundan açlık ciddi bir problem olur. Bu durumu en iyi ifade eden bestelerden birini aktarayım hemen. ‘‘Çilli bom bom bom’’ gibi okuyacağız:
‘‘Aaaaah kuru/ Haydi bastır pilav/ Ölümüne cacık/ Tatlı gol gol gol’’
Emniyet güçlerinin tribün camiasındaki kod adı ‘‘Kamil’’dir. Bir deplasman yolculuğu sırasında otobüsü çevrilen taraftarlar durumlarıyla şöyle dalga geçiyor:
‘‘Aramazsan arama yar, aramazsan arama/ Zaten bir şey bulamazsın emanetler zulada’’
Tribün çizgi film camiasına da hakimdir. Kafayı niye takmışlar bilemeyeceğim ama ‘‘Şirinler’’in Şirine'si için bir beste yapılmış. Bunu da ‘‘Neler Oluyor Hayatta’’ makamından söylüyorsunuz:
‘‘Şirinlere ver Şirine/ Şirinler'i üzüyorsun/ Kusura bakma Şirine/ Gösterip vermiyorsun.’’
Bir de Gargamel-Şirinler tezahüratı var ama yazamam ayıp olur.
Son olarak çok sıcak havada oynanan bir Galatasaray maçında açık tribünün yaptığı ‘‘Yönetim uyuma/ Açığa klima’’ tezahüratını hatırlatır ve huzurlarınızdan çekilirim.
Yazının Devamını Oku