Hep birlikte güldüler...
Müfreze komutanı William Calley tetiğe ikinci defa bastığında bebeğin beyni parçalandı. ‘Hedef’ tam 12’den vurulmuştu. Askerler coşkuyla bağırıştılar.
Bundan 46 yıl önce, 16 Mart 1968 sabahı saat sekizde Charlie Bölüğü’nün 2. Müfrezesi, Vietnam’ın My Lai köyündeki katliama işte böyle başladı.
Makineli tüfekleri ve lav silahlarıyla köyü basan Amerikalı askerler, kadın, çoluk çocuk demeden tam 504 sivili kurşuna dizmişti.
İşin acı yanı, köyde Amerikalılara kök söktüren tek bir Vietkong gerillasının bile bulunmamasıydı.
Hatta savaşacak yaşta bir erkek bile yoktu ortalıkta. Bu yüzden namlular sadece kadınlara ve çocuklara ölüm kustu.
O yıl ABD ordusunun 500 bin askeri Vietnam’ın tuzaklarla dolu tropikal ormanlarına gömülüp kaldı.
İyi işleri olan sinek kaydı traşlı, kravatlı tiplerden hoşlanmam. Ümitsiz adamları severim, dişleri kırık, yolları kırık adamları. İlgimi çekerler. Küçük sürpriz ve patlamalarla doludurlar. Adi kadınlardan da hoşlanırım; çorapları sarkmış, makyajları akmış, sarhoş ve küfürbaz kadınlardan. Toplumun beni şekillendirmesinden hoşlanmam.”
Bu pazar, yukarıdaki sözlerin sahibi Charles Bukowski’nin ölümünün 20. yılıydı.
Hayatını kafayı çekmek, hır gür çıkarmak, bütün siyasi görüşlere nanik yapmakla geçiren bu küfürbaz, geçimsiz adamın ellisinden sonra çağın en büyük yazarlarından biri olacağını kim tahmin edebilirdi ki...
Sartre, onun için “Dünyanın en büyük şairi” demişti.
Sean Penn ve Madonna ona deli gibi hayrandı. U2’’nin solisti Bono bir konserini Bukowski’ye ithaf etmişti.
Bizde ise kamuoyu onu ‘Kasabanın en güzel kızı’ hikayesinin sansüre takılmasıyla tanımıştı.
Lafı fazla uzatmayıp; sizleri ‘Amerikan tarzı ayak takımının bir numarası’ diye anılan Bukowski’den bir demet aforizmayla baş başa bırakıyorm.
Dünya meselelerine çok duyarlı olduğunu bildiğimiz Elif Şafak, Türkiye’yle ilgili hangi konularda taşın altına elini sokuyor?- İfade özgürlüğü, basın özgürlüğü, kadın hakları, azınlık hakları, Kürt açılımı, kürtajın yasaklanması...
Pek çok konuda fikirlerimi her zaman açık açık paylaştım. Bağırmıyorum diye konuşmuyorum zannetme.
* Peki ya internet yasakları?
- İnternet yasasıyla ilgili bana bir dilekçe gelirse imzalarım. Twitter’dan bu konudaki görüşümü defalarca paylaştım. Türkiye gibi bir ülkeden çıkan yazarların apolitik olmak gibi bir lüksleri yok. Memlekette ne oluyorsa konuşacağız, fikirlerimizi yüksek sesle ifade edeceğiz. Sadece partizanlık yapmamaya dikkat ediyorum. Eleştiririm ama hakaret etmem.
*Partizan olmamak derken?
- Mesela Gezi’de yurtdışında dolaşan bir dilekçe geldi, içeriğinden değil ama üslubundan dolayı imzalayamadım. Ama başka bir dilekçe geldi; “Kaygılıyız”. Orada imzam var. Burada bir nüans söz konusu. Metnin dili çok önemli. İşte bu ikilem, sürekli ötekiler yaratıyor. Kendimi hiçbir kampa ya da kolektif kimliğe ait hissetmiyorum. Bu kutuplaşmalardan çok bunaldım. Birey olmamız gerektiğine inanıyorum.
Adam hayatının romanını yazmak ister ama çocukluğundan beri her türlü bahanenin ardına sığınmaktadır.
Önce “Okul bitsin” der, sonra “Aradan şu askerlik çıksın.”
Ardından “Bir evleneyim de öyle başlarım” mazereti gelir.
Derken evlilikten ve çocuklardan yakınmaya başlar. “Şu çocuklar bir büyüsünler... Bahçeli bir eve geçelim de... İşler çok yoğun, bir emekli olsam...”
Böylece yıllar geçer ve bütün şartlar oluşur.
Hiçbir bahanesi kalmayan kahramanımız masaya oturur başlar oflayıp puflamaya...
Tam o sırada bir sinek musallat olur başına...
Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun...” 27 Şubat doğum günüydü Deniz Gezmiş’in... Darağacına gönderilmeseydi, 67 yaşında olacaktı bugün. Onun efsaneye dönüşen kısacık yaşamında öyle bir ‘karar anı’ var ki beni hep şaşırtmıştır. Rahmetli Erdal Öz’ün ‘Gülünün Solduğu Akşam’ isimli o güzelim kitabında ortaya attığı bir iddia vardır. Deniz Gezmiş, Erdal Öz’den üç kişilik siyanür tableti istemiştir. Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan ile birlikte devrimci tavırlarını son dakikaya kadar sürdüreceklerdir. Ama idam sehpasında kazaklarının yakalarına diktikleri, Öz’ün getirdiği o kapsülleri ağızlarında patlatıp intihar edeceklerdir. Çünkü “Onların ipiyle asılmayacağız” demiştir Deniz... Peki Erdal Öz zehiri nasıl sokacaktır cezaevine? Deniz bunun da bulmuştur çözümünü. Zehirli Kapsüller, Öz’ün onlara göndereceği kırmızı ciltli kitabın içine yerleştirilecektir.
Öz, bir taraftan arkadaşlarının son isteği, öte yandan da ‘ya son anda karar iptal edilirse’ düşüncesi arasında gidip gelmektedir. Durur, düşünür ve sonunda kararını verir; zehiri göndermeyecektir. Bu iddia Deniz’lerin o günlerdeki devrimci arkadaşları tarafından şiddetle reddedilmişti. Onlara göre intihar bir zayıflık göstergesiydi. Ama daha sonra Gezmiş’in avukatı Mükerrem Erdoğan, bu öyküyü doğrulamıştı. Tabii ki Deniz ve arkadaşlarının kararının altında yatan; savaştıkları değerlerin karşısında çaresizliği kabul etmek değil, kendi hayatları hakkında söz sahibi olabilmeyi istemekti. “Hayat halka açık bir konser performansıdır, kemanı çalmayı da konser sırasında öğreniriz” demiş düşünür... Ne yazık ki onların konseri çok kısa sürdü... “Acıyorsam sana anam avradım olsun... Ama aşk olsun sana çocuk, aşk olsun...”
Hillary’nin Sırları
ABD’nin 2008 seçimlerinde tarihte örneği hiç olmayan bir durum yaşanıyordu. Ya ilk kez bir siyahi, başkanlık koltuğuna oturacaktı, ya da bir kadın... Sonuç malum; Obama başkan oldu, Hillary Clinton da “Bir daha bu yolları aynı hevesle yürür müyüm?” diyerek dış işleri bakanı... Dile kolay, kadın 67 yaşında ama 2016’da yapılacak başkanlık yarışında diğer demokrat adaylara altı kat fark atmış durumda. Hillary’nin başarısının sırrı, kim bilir belki de libidosunu politikaya adamışlığında yatıyor. Politik hırsı her zaman arzularının önüne geçiyor. Düşünün, Monica Lewinsky skandalında bile yaşadığı travmayı, siyasi hayatında bir sıçrama tahtası olarak kullanan bir kadından bahsediyoruz... Bir araba lafı boşuna etmedik tabii... Bugünlerde Amerika’da pek çok kişi onun hakkında yazılan ‘HRC: State Secrets and the Rebirth of Hillary Clinton’ adlı kitabı konuşuyor. ‘Daha önce resmi biyografisi yazılıp çok satmayan birinin kendi onaylamadığı yaşam öyküsü neden tekrar kaleme alınır’ sorusu bile kitaba olan ilgiyi azaltmıyor. Jonathan Allen ile Amie Parnes’ın birlikte kaleme aldığı ve Hillary’nin seçimleri kaybettikten sonra günümüze kadar yaşadıklarını konu alan kitap, Türkçe’ye henüz çevrilmedi. Ama merak edenler için kitaptan birkaç küçük detay derledim...
*Seçim öncesi Bill Clinton, Hillary’ye karşı Obama’yı destekleyenlerin hepsini kara listeye alıp, bu isimlerin rakiplerine destek vermek için elinden geleni yapmış.
Rusya’daki vatandaşların hakkını ararken sesini ‘kısmayan’ Elif Şafak niye ifade özgürlüğümüzü iyice pamuk ipliğine bağlayacak olan internet yasası hakkında kendini ‘sessize aldı’?
Global sorunlara gelince şapır şupur, bize gelince Ya Rabbi şükür durumları mı var?
Durun hemen “Delirdin mi İzzet? Bunları daha yeni yazdın” demeyin.
Size bu ‘deja vu’yu neden yaşattığımı söylemeden önce sorularınıza cevap vereyim...
Hayır, her zamankinden fazla delirmiş değilim!
Yukarıda yazdıklarım da 10 Şubat’ta burada paylaştıklarımın kısa bir özeti.
İnsan, dizide Rüstem Paşa kendini öldürmek isteyenlere ‘Çapulcular’ diye hitap edince nasıl olur da şaşırmaz ki?
Hürrem Sultan, Başbakan Erdoğan’ın mitinglerinde kullanılan ‘Dik dur eğilme’ sloganına atfen; “Şimdi eğilmeden bükülmeden bir dağ gibi karşılarına dikilme vaktidir” diyor;
Mahidevran Sultan; “Rabbim de onun can evine cehennem alevleri sarsın. Nefes aldıkça yansın, yandıkça kahrolsun” diyerek Hocaefendinin bedduasına taş çıkartıyordu... Peki Rüstem Paşa’nın yeniçerilere ‘çapulcu’ diye bağırması, Hürrem’in sloganı, Mahidevran’ın bedduası sadece birer rastlantıdan mı ibaretti?
Bu soruları önce senaristlere, sonra da artık sektörden ayrılmak üzere olan TİMS Production’un sahibi Timur Savcı’ya sormak gerekir...
Acaba Savcı giderayak, Muhteşem Yüzyıl’a söylemediğini bırakmayanlardan inceden inceye intikam mı almaya karar verdi?
Önümüzdeki haftalarda aklı tarihte, kulakları gündemde olan senaristler Kanuni’nin tapelerini de ortaya dökerlerse hiç şaşırmayacağım doğrusu...
Castro: Atatürk kadar cesur olamadım
24 Şubat Pazartesi...
Viyana’yı fethedemeyen evlad-ı Osmanlı, intikamını kış tatiliyle aldı.
Kayağını kapan, Courchevel kapılarına dayandı. Neden mi? Görmek, görülmek, göstermek ve ee arada biraz da kaymak tabi.
‘Adresim zirve’ diyenlerin toplanma yeri 1850 metre yükseklikte başlıyor.
Tüm dünya jet-setinin ‘kış tatili’ için gittiği Courchevel 1850, ‘yurdum sosyetesinin’ de uzun zamandır vazgeçilmezleri arasında.
Eskiden buranın Türk müdavimleri sessiz sedasız gelir, kayak yapıp, kafalarını dinlerlermiş.
Ama anlatılanlara göre bugünlerde işin iyice çivisi çıkmış, lüks yaşam yerini görgüsüzlüğe bırakmış.
Bölgenin popüler restoranları, Uludağ’daki Beceren Cafe’ye dönmüş. Bu gidişle yakında Courchevel’in yamaçlarına iskenderciler, kestaneciler de açılır...