Geçen gün Yakup’ta karşılaşınca yine aynı duygularım depreşti.
Oturduğu masaya çöreklenip ablukaya alıverdim Arda Abi’yi...
Boru değil, tam 10 yıl genel yayın yönetmenliğini yapmıştı Nokta dergisinin.
80’lerin bu efsane dergisine tutkunluğum boşuna değil.
Siyasi ya da toplumsal öyle konulara el atardı ki Nokta, pazartesi sabahlarını iple çekerdik.
Bugün neden böyle bir dergi yok, neydi sırrı Nokta’nın dediğimde; “Rahmetli Ercan Arıklı’nın vizyonuydu” dedi Uskan.
Gerçi rahmetlinin hayatı içeri girip çıkmakla geçmişti ama bu defaki suçu gerçekten ‘Aziz Nesin’likti.
Usta yazar, yazdığı bir yazıda İran Şahı Rıza Pehlevi ve Mısır Kralı Faruk’a hakaretten tutuklanmıştı. Nesin hakkında bu olaydan önce de İngiltere Kraliçesi Prenses Elizabeth’e hakaret ettiği için dava açılmıştı.
Yargılamanın ilk duruşmasında okunan iddianamede, Ankara’daki İngiliz Büyükelçisi’nin önce Mısır Büyükelçisi’ne geldiği, sonra ikisinin birlikte İran Büyükelçisi’ne gittiği, daha sonra üçünün birlikte nasıl Dışişleri Bakanlığı’na giderek bakana şikayette bulunup dava açılmasını istediklerini ayrıntılarıyla anlatılıyordu.
Aziz Usta, Elizabeth henüz devlet başkanı olmadığı için bu kez hapisten yırtmıştı.
Ama Rıza Pehlevi ile Kral Faruk dişli çıkmıştı doğrusu. Dışişleri Bakanlığına resmen başvurarak Aziz Nesin’i yedi aylığına zindana göndermişlerdi.
Suç sayılan ‘Krallar işi azıttılar’ adlı yazıdan bir bölüm alıntılayarak ustayı rahmetle analım:
“Dikkat ettiniz mi, son günlerde krallara ve kraliçelere bir azgınlık geldi. Kimi evleniyor, kimi boşanıyor, kimi çocuk yapıyor. Bir zamanlar İran Şahı evlenecek oldu; sanki el malıyla gerdeğe biz girecekmişiz gibi, düğün-bayram ettik. Zavallı Türk halkı bir pazar olsun gezmeye çıkamazken İran şahının düğününe en pahalısından hediyeler gönderildi. Düğüne gazeteciler, yazarlar, bölük bölük askerler gönderdik. Sözüm ona biz Cumhuriyetiz de, İran krallık...
1938 yılının 30 Ekim gecesi Amerika’nın CBS radyosundaki bu anons, bugüne kadar dünyada eşine rastlanmamış bir toplumsal çılgınlığın ilk habercisiydi.
O günlerin tek iletişim aracı olan radyo canlı yayına başlamış; tüm Amerika’ya Mars’tan gelen garip cisimlerin dünyaya ulaştığını aktarıyordu.
Spiker önce Grover’s Mill civarındaki bir çiftliğe metalik bir göktaşı düştüğü haberini iletti, sonra olay yerinden heyecanla anlatmaya başladı:
“Dış kaplaması kesinlikle dünyamıza ait değil. Gezegenimizde bulunan bir madde değil bu. Bu cisim gördüğüm hiçbir şeye benzemiyor. Işıklı çemberin ortasında kara delikten çıkan bir şey görüyorum. Gözleri var. Bu bir surat olabilir.”
Milyonlarca Amerikalı dehşete düşmüştü.
6 milyon dinleyici kulaklarını CBS’ten ayıramıyordu.
Olayı anlatan sunucu, soluduğu zehirli gazdan dolayı öksürmeye başlayıp geri planda siren sesleri ve patlamalar da duyulunca iş kopma noktasına gelmişti.
Pek sevmiyorsun ama gel biraz siyaset üzerine ahkâm keselim. N’olacak bu memleketin hali?
- Siyaset de bir enerjidir aslında. Türkiye’de 50’li yıllardan bu yana hiç alışık olmadığımız bir siyasi enerji çatışması yaşanıyor. Bu çatışmayı yaratan güçler bile kendilerini emniyette hissetmiyorlar. Çok tehlikeli bir durum söz konusu. İnsan, tabiatı gereği kendisini tehlikede hissettiği zaman, canını kurtarmak için her şeyi yapabilir.
Kendini emniyette hissetmeyenler kim, daha doğrusu güvende hisseden var mı?
- Bugün gelinen noktada Başbakan’ın bile hem kendinin hem yakınlarının can güvenliğinden endişelendiğini biliyorum. Bu durum Fethullah Gülen için de, Ergenekoncu diye adlandırılan kişiler için de, ülkenin en büyük sanayicileri için de geçerli. Herkes kendini tehlikede hissediyor. Bu his, insanlara en ağır kararları aldırabilir. Bir toplum böyle yaşayamaz. İnsanların kendilerinin, yakınlarının canını emniyette görmediği bir ortamda barış, uzlaşma, konsensüs sağlanamaz.
Peki nasıl döneceğiz bu yoldan?
- Ben mümkün olduğunca cezaevi süreçlerinin yaşanmamasını istiyorum. Her hapis olayı istikbale yeni bir rehin bırakıyor. İntikam, başka bir intikamı beraberinde getiriyor.
Baltaları gömmek bu kadar güç mü?
Yiyecek içecek sektörünün köklü isimlerinden Bozanoğlu Ailesi’nin kızı Beyza, Paris’in meşhur aşçılık okulu Cordon Bleu’deki eğitimini tamamlamış, kentin ünlü lokantalarında çalıştıktan sonra Türkiye’ye dönmeye karar vermişti.
Beyza Bozanoğlu ülkeye dönmeden ünlü Fransız pastane zinciri Laduree’nin Türkiye haklarını da satın almıştı.
Aylar süren bir hazırlık döneminden sonra ilk şube Bebek’te açıldı.
Başlangıçta işler o kadar iyi gidiyordu ki, Bebek’teki mekân kısa sürede tüm dünyadaki Laduree mağazaları arasında en yüksek ciro yapanların arasına girdi.
Derken İstinye Park’ta ikinci şube açıldı.
Makaron, şampanya, mum, kitap ve reçelden oluşan ürün yelpazesi ile İstinye Laduree de İstanbullular’ın gözbebeği haline geldi.
Fransız patron David Holder da sık sık Türkiye’ye gelerek bu başarıyı yerinde gözlemliyordu.
Üstelik üşenmeyip, bu çayı tatmak için taa Güney Amerika’nın yolunu tutuyorlarmış.
Peru ve Brezilya’daki Amazon ormanlarının derinliklerinde düzenlenen bu ‘çay saatlerinin’ sonunda da hayatı yeniden keşfettiklerini iddia ediyorlar.
Bu aralar o kadar çok duydum ki bu ‘sihirli çayın’ marifetlerini; merakıma mucip oldu, şöyle bir sorup soruşturayım dedim.
Bakın neler öğrendim neler...
Peru ve Brezilya’da yetişen Ayahuasca, şamanlar tarafından toplanıp çay gibi kaynatılıyor ardından da bazı başka bitkilerle karıştırılıyormuş.
Asıl marifet ise bitkinin içinde bulunan DMT molekülünde.
O ne ki derseniz, iki gözümüzün orta hizasında, alın boşluğumuzda bulunan epifiz bezinin sadece doğum ve ölüm anında fazlaca salgıladığı bir molekül bu.
İzzet yeni mekânları yaz!
İzzet restoran trendlerini yaz!
İzzet bizi diskoya götür!
Eeeeeeh artık gına geldi bu tarz yazı taleplerinden.
Bir kere adımız çıkmış ya işletmeciye, indir indirebilirsen ‘sekize’...
Gece hayatındaki uzun geçmişimden dolayı sürekli söylediğim türde isteklerle karşılaşıyorum.
Neymiş efendim niye köşemde yeni mekânlardan, kulüplerden falan yeterince bahsetmiyormuşum.
Masalardan birinde oturan genç kadın önce saatine baktı, sonra kırgın bakışlarını karşısındaki orta yaşlı adama çevirdi; “Herhalde gelmeyecek ağabey, iki saat bekledik.”
Adam mahçup bir tavırla başını önüne eğdi, “Biraz daha beklesek...” Ama kadın öfkeyle kalkmış masadan ve uzaklaşmıştı.
Cemal Süreya onun ardından bakarken mırıldandı: “Ahmed, ne yaptın sen, nerelerdesin?”Cemal Süreya ve Ahmed’in arkadaşlıkları çok eskilere dayanıyordu.
Haftanın hemen hemen her gecesi Ulus Gazetesi’nde buluşur, oradan meyhanenin yolunu tutar, sabaha karşı da Kızılay’a kadar yürüyüp orada ayrılırlardı.
Bir gece aniden ortadan kayboldu Ahmed. Ne gazeteye gelir oldu, ne de her zaman gittikleri meyhaneye.
Cemal Süreya sonunda onu salaş bir mekanda rakı şişesinin başında buldu.
Kadehinden büyük bir yudum aldıktan sonra “Sana karşı büyük bir hata işledim” dedi Ahmed; “O yüzden kaçıyordum. Kız kardeşine aşık oldum...”