Etraftakiler dehşet içinde sağa sola kaçışırken, uzun boylu siyah gözlüklü ve siyah peruklu adam tavana birkaç el daha ateş ettikten sonra; “Yere yatın, parti başladı” diye haykırdı...
23 Ağustos 1973 sabahıydı. Jan Erik Olsson elinde silahı ile Stockholm’de bir banka şubesini basıp içeridekileri rehin aldığı dakikalarda bu eyleminin dünya çapında bir olaya dönüşeceğinin farkında bile değildi. Onun sadece banka soymak gibi ‘masum’ bir amacı vardı.
Müşterilerin ve bazı memurların kaçmasına göz yuman Olsson, dört banka memuresini rehin aldı ve bankayı kuşatan polisle pazarlığa başladı.
Üç milyon kron ve süratli bir araba istiyordu kaçmak için.
Bir şartı daha vardı; cezaevindeki arkadaşı Clark Olofsson da yanına getirilecekti... Bütün bu istekleri kabul edildi Olsson’un. Ama kapının önüne bir Mustang park edilmesine rağmen kuşatma kaldırılmadı.
Gecenin ilerleyen saatlerinde içeriden müthiş bir patlama sesi duyuldu. Olsson bankanın çelik kasasını havaya uçurmuştu.
Daha sonra Başbakan Olof Palme’yle konuşarak olay yerinden serbestçe kaçabilmeleri için polis kuşatmasının kaldırılmasını istedi.
“Vay be... Helal olsun 12 dev adama...”
Birkaç gündür böyle sevinç nidaları duyuluyor etrafta...
Basketbol Federasyonu Başkanı Turgay Demirel ise; “Bu karar, Türk basketbolunun uluslararası camia içindeki saygın konumunu bir kez daha pekiştirmiş oldu” diye hava atıyor...
Peki nasıl oluyor bu iş?
Son beş Avrupa şampiyonasında dereceye bile giremeyen Milli Takımımız, Dünya Kupası’na nasıl katılıyor?
Cevap basit, o reklam filminin jingle’ındaki gibi ‘Wildcard’la caaanım Wildcard’laaa...’ Peki neyin nesi, kimin fesi bu Wildcard...
FİBA’nın mangırları cebine indirmek için keşfettiği yeni bir ‘icat’.
Guardian’da yayınlanan mektupta, Rusya’da ifade özgürlüğüne darbe vuran yasalar kınanmış ve kaldırılması istenmiş.
Haberi okuyunca aklım iki konuya takıldı...
Önce ilkinden başlayalım...
Yıl 1936... Faşizmin dünyaya dalga dalga yayılmaya başladığı dönem.
Hitler’in Berlin’i Olimpiyatlara ev sahipliği yapıyor.
Ari ırkı dünyaya yaymaya çalışan diktatörün gözleri önünde Jesse Owens adlı siyah bir atlet üç altın madalya kazanıp, bir de dünya rekoru kırıyor.
Hitler öfkeyle stadyumu terk ederken, Owens 25 yıl daha kırılamayacak bu rekorla tarihe geçiyor...
Haber bültenlerini korku filmi izlermiş gibi tedirgin seyrediyorum.
Salıları partilerin grup toplantılarındaki o saldırgan üslup akşam ekranlara yansıyacak diye içim kararıyor. Kendimi gazete manşetlerine, televizyon haberlerine bu kadar yabancı hissettiğim bir dönem hiç olmamıştı.
17 Aralık’tan sonraki birkaç gün gözlerim fıldır fıldır, kanal kanal dolaşıp “neler oluyor” sorusunun cevabını aradı. Ama öylesine bir bombardıman vardı ki, flaş diye verilen haberler bile yarım saatte eskiyordu...
Ortalık kamplara bölünmüş, Haşhaşi’dir, ananastır, tuzluktur almış başını gidiyor... Her grup bir diğerine saydırıyor, bağırıyor, hakaretler yağdırıyor. ‘Telefonlar mı dinleniyor’, ‘sağda solda böcek mi var’, ‘hangi polise hangi hakime güveneceğiz’ paranoyası kuşatmış dört bir yanımızı.
Adam berber koltuğuna oturmuş, “Üçünü de kısa kes” demiş, berber sormuş “Hangi üçünü?” diye, “Saçı sakalı ve lafı” demiş ya, işte o misal...
Berberlerin, taksi şoförlerinin hatta siyasetle yakından uzaktan hiç alakası olmayanların bile birer siyaset uzmanı olduğu günlerden geçiyoruz.
“Taksim’de sallandıracaksın üçünü beşini bak memleket nasıl düzelir” mantığına dönüşmeye başlamışsa kurtuluş umutları, işte o zaman bu toplumsal paranoyadan korkarım arkadaş...
1930’lu yıllarda bir banka yöneticisi dönemin efsane heykeltıraşı Aristide Maillol’un kapısı çalar ve “1937 sergisi için Fransa’nın zaferini, bizi yönlendiren özgürlüğü, halkın çabalarını, barışı, emeği, demokrasiyi anlatan bir heykel istiyorum. Üstad nasıl bir şey düşünürsünüz?” diye sorar. Maillol’un yanıtı şöyle olur: “Her zamanki gibi güzel bir hatunun güzel poposunu...”
Julianne Moore’un Türkiye’nin tanıtım yüzü olarak seçildiğini öğrenince aklıma bu matrak anekdot geldi.
Sağ olsunlar büyüklerimiz bizi tanıtmak için Bvlgari’nin yüzü, Tom Ford’un ilham perisi olan, hafif soğuk ve elitist bir Hollywood yıldızını seçmişler.
Sanki milyonlarca ‘elit’, “Vaay be Bvlgari’nin yüzü şimdi de Türkiye’nin yüzü olmuş” diye Türkiye’ye koşacaklar ve ülkemiz bir anda turist cennetine dönecek... Bu konuda bir sürü deli soru geliyor insanın aklına...
Julianne Moore’u kim, hangi kriterlere göre seçti. Eğer varsa diğer adaylar kimlerdi ve onlar neye göre elendi?En ekonomik olan veya tek ‘evet’ diyen Julianne miydi, yoksa gerçekten en uygun aday o muydu?
Kızıl saçları ve çilleriyle tipik bir Kuzey Avrupalıyı andıran Moore yerine daha bize benzeyen biri seçilemez miydi?Soruları uzatmak mümkün ama bir de gerçekler var.
Russell Crowe en iddialı filmini; Ben Affleck Oscar ödüllü Argo’sunu Türkiye’de çekiyor ama Türkiye’nin yüzü olacak Julianne hanımefendi Fethiye’deki sahneler için gelmeye tenezzül bile etmiyor, yerine dublörünü gönderiyor... Ne egoymuş ama...
Ne “Türkiye’nin yükselen yıldızının başarı” hikayesi;
Ne de “Duydun mu şekerim Türk Hava Yolları artık dünyaya meydan okuyor” tevatürleri beni bu fikrimden vazgeçirebilir. Buraya kalın harflerle yazıyorum ve bundan böyle Türk Hava Yolları ile uçmuyorum!Çünkü THY dünyaya değil kendi müşterilerine yani size, bize meydan okuyor.
“Şeytan ayrıntılarda gizlidir” derler ya... İki gün önce başıma gelen birkaç ayrıntı; bu cilalı imajın üzerindeki pırıltıları söküp altından çıkan gerçek yüzü fark etmeme neden oldu.
****
Londra Heathrow Havaalanı’ndan İstanbul’a uçacağım. THY kontuarındaki check-in kuyruğa girdim. 20 dakika bekledikten sonra sıra bize geldi; İngiliz kadın görevli “Ben sizin check-in’inizi yapamam, gidip önce self check’in makinesinden biniş kartınızı alın. O kart olmadan da bavullarınızı almam” demez mi... Bu konuda ne bileti alırken THY’den yeni sistemi anlatan bir mesaj gelmişti ne de havaalanında bir görevli bizi uyarmıştı.
“O zaman beni 20 dakikadır neden bekletiyorsunuz” dediğimde ise aldığım cevap çok ilginçti: “Siz beklerken sezon indiriminde yaptığım alışverişi anlatmıyordum, çalışıyordum.”Erkin Baba misali Fesüpanallah çekmekten bıkmıştım artık. “İngilizce konuşmak zorunda değilim burası THY ise bana Türkçe bilen bir görevli çağırın” diye diklenince, hanımefendi küstah bir tavırla “Gidin kendiniz bulun” dedi.
Ferman’ın “Tespih” şarkısı internette tıklanma rekorları kırmaya devam ediyormuş. Bizde bir parça tutmaya görsün, bütün şarkıcılar peşine düşer malum... Ebru Gündeş’in de albümü için Ferman’dan “Tespih”i istediğini duymuştum; doğru mu bir sorayım dedim. Sormaz olaydım, bir dokundum bin ah işittim.
“Sadece Ebru değil, istemeyen mi kaldı şarkıyı” dedi Ferman. “Hatta bir keresinde ‘Rihanna ve Shakira da istedi’ dedim, dört bir yanda haber olduk...”
Ver “Tespih”i, al “Umbrella”yı... - Bırak dalga geçmeyi İzzet... Kuyuya şakadan bir taş attık, 40 akıllı çıkaramadı. Bir gün Beyaz’ın konuk koordinatörü arayıp “Ferman Bey, Tespih’i Shakira ve Rihanna’nın istediği doğru mu?” diye sormaz mı... Yahu 20 yıldır bu işin içindeyim, bir şarkı tutturdum herkes satın almaya çalışıyor. Hep size hep size mi olacak?
Senden Ebru Gündeş mi istedi “Tespih”i? - Yok, bestekarını aramış, o da “Şarkının haklarını Ferman Bey’e sattım” demiş. Ama Ebru bir nezaket gösterip beni arasaydı durum çok daha farklı olurdu.
Yani gönlünü alsaydı, şarkıyı da alırdı belki... - Alırdı tabii; unutma her şeyi parayla satın alamazsın...
Bizzat aramadı diye bozulmuş gibisin? - Bozulmadım ama insanlardaki bu ego patlamasını aklım almıyor. Bundan 5-6 sene önce “Dert Faslı” adlı şarkıyı satın aldım, okudum, klip çekildi, albümün çıkmasına bir hafta kala bestekardan bir telefon geldi; “Şarkıyı Ebru Gündeş’e de vermişiz, sen albümden çıkar” dedi.
Kimdi bu paylaşılamayan şarkının bestekarı? - Ebru’nun şimdiki kocası Reza Zarrab...
Erol Köse’nin Hande’den izin almadan eski şarkılarını piyasaya sürdüğü, bu şarkıların bir kısmının demo olduğu ve Köse’nin bu işi kendine rant için yaptığı yazıldı çizildi son günlerde.
Her kafadan bir ses çıktı bu konuda ama nedense olayın kahramanı Erol Köse sessiz kalmayı tercih etti.
Ben de işin aslını öğrenmek için Erol’u aradım. Söylediklerini madde madde ve yorumsuz aktarıp aradan çekiliyorum. Kararı siz verin...
1 Hande Yener’in izin verdiğine dair elimde imzaları olmasa tescil belgesi ve bandrol almamız söz konusu değildi.
Sanırım sanatçının zihni melekelerinde bir sorun var ki, imzaladığı belgeleri hatırlamadığı gibi Hamburg’ta dünyaca ünlü müzisyenlerle yaptığı şarkıları da demo zannediyor.
2 Başarısını tüm dünyaya kabul ettirmiş ve Hande Yener’in en çok satan iki albümüne imza atmış Bülent Aris gibi bir prodüktör, Ozan Çolakoğlu, Fettah Can, Altan Çetin, Mustafa Ceceli ve daha nice müzisyen, aranjör ve besteci demo için bu kadar çalışır mı?
Ya da meseleye tersinden bakarsak, sadece demo hazırlamak uğruna onlara bu yüksek ücretler ödenebilir mi?