Ama şans o gece yüzüne gülmemişti. Pera Palas’ın 103 numaralı odasında kalan bu İsveçli güzel tüm parasını kumar masasında kaybetmişti. O kadar ki, otele olan borcunu bile ödeyemeyecek durumdaydı. Yakışıklı Türk genci işte o sırada belirdi yanında.
Gülümseyerek kendisini tanıttı; isterse oyuna devam edebileceğini hatta otel masraflarının hepsini ödeyeceğini söyledi.
Ama ‘küçük’ bir şartı olacaktı...
1924 yılının İstanbulu’nda bir kasım gecesiydi...
Robert Redford ile Demi Moore’un oynadığı ‘Ahlaksız Teklif’ filminin çekilmesine daha 69 yıl vardı. 103 numaralı odanın konuğu çiçeği burnunda bir sinema oyuncusuydu. İsveç sinemasının kurucularından biri olan Mauritz Stiller’in dikkatini çekmiş, usta yönetmen ona sırılsıklam aşık olmuştu. Genç kadının sinema macerası işte böyle başlamıştı.
Stiller kendi hikayesinden uyarladığı bir film çekimi için Orient Ekpress ile onu İstanbul’a getirmiş ve birlikte Pera Palas’ın 103 numaralı odasına yerleşmişlerdi.
İstanbul’da 10 gün kaldılar. Bu süre içinde yapımcı, filmin İstanbul çekimlerini iptal ediverdi. İşte o gece sarışın İsveçli kadın elindeki son parayı da kumar masasında kaybedince...
İkisi de gerçekten güzel kadınlardı ama 1940’lı yıllarda, Ankara’nın Çubuk Baraj Gazinosu’nda onları masaya davet etmek için insanda hem yürek hem de dolu bir cüzdan olması şarttı.
‘Rakı şişesinde balık olmuş’ iki kafadar işte bu hatayı işlemişlerdi.
Sazlı-cazlı muhabbet esnasında kadınları masaya çağırmışlar, cüzdanlarının boş olduğunun farkına ancak sıra hesabı ödemeye gelince varmışlardı.
Yapacak fazla bir şeyleri yoktu. Ya bir temiz dayak yiyecekler ya da bulaşıkları yıkamak için mutfağın yolunu tutacaklardı. Bir de zayıf bir ihtimal görünüyordu ufukta... Gazino’nun müdürünü çağırdılar.
Müdür Salim Şengil henüz 24 yaşındaydı. Masaya gittiği zaman uzun boylu, yüzü sivilceli olan önce özür diledi.
Hesap 48 lira 60 kuruş tutmuştu, yanlarında sadece 16 lira 80 kuruş vardı. Bir kağıt imzalacaklarını, borçlarını yarın getireceklerini söylüyordu.
Salim Bey anlayışla gülümsedi. “Önemi yok efendim” dedi; “Bu akşam benim konuğum olun. Buraya her zaman bir Orhan Veli ile bir Nurullah Ataç gelmiyor.”
İnsanların Pamir için giriştiği destek kampanyasını bile komploya bağlayan teorisyenlerinin varlığı gerçekten pes dedirtti. Minicik bir çocuğun cesedinden medet uman bu nefret ateşi kimbilir daha kimlerin yüreğini dağlayacak.
Nasıl geldik biz bu hale? Kimsenin kimseye güveni kalmamış, bir öfke ve ayırımcılık seline kapılmış gidiyoruz...
Çok değil, daha 15-20 yıl öncesini hatırlıyorum. TRT’nin tek kanallı ekranı bile bizi birbirimize bağlardı.
‘Tatlı Cadı’ Samantha’nın her burnunu oynatışında yüreğimiz heyecanla hoplar, ‘Mavi Ay’ın yakışıklı dedektifi David Addison’un, patronu Maddie Hayes’ı ne zaman tavlayacağını merakla bekler, ‘Uzay Yolu’nun Mr. Spock’ı ile mantık oyunları oynar, Ceyar ortaya çıkana kadar ‘Zengin ve Yoksul’un Falconotti’sinden ölesiye nefret ederdik. Hatta bir ara ‘Beyaz Gölge’den esinlenerek mahallelerimizi basketbol potalarıyla doldurmuştuk..
Şaka değil, bunları hep birlikte yaşamıştık, hep birlikte yapmıştık.
Küçücük bir televizyon ekranı bizi birleştirmiş; birlikte gülmemizi, birlikte hüzünlenmemizi, birlikte heyecanlanmamızı sağlamıştı.
“Nerede o eski günler” diyen nostalji tutkunlarından değilim ama “Acaba hayatın zenginliği, unuttuğumuz anılarda mı” diye düşünmeden de edemiyorum. Belki kanallar ve hayatın bize sunduğu imkanlar arttı ama ne acı ki merhamet, vicdan ve insanlık azaldı!
Mutlu aile erken cennettir
Televizyon izleme alışkanlıklarımızı değiştiren Acun Ilıcalı’dan bahsediyorum.
Meleğe gelince... O da Adriana Lima’dan başkası değil.
Malumunuz Acun geçen sene TV8’i satın alarak ‘tam teşekküllü’ bir medya patronu haline geldi.
Acun’un birinci ilkesi ise “Diğer tüm kanallardan farklı olmak...”İlk günden beri tüm ekibi bu ilke doğrultusunda hummalı bir çalışma içine girmiş.
Kanalın en iddialı projelerinden birinin detaylarını kulağıma gelir gelmez sizlerle paylaşmak istedim.
TV8’ciler ‘halis muhlis Acun icadı’ olan bir moda programıyla karşımıza çıkmaya hazırlanıyorlarmış.
Bu çok özel formatı sunması için de Adriana Lima ile anlaşmışlar bile. Ama tabii Lima’ya öyle pat diye imza attırmak da her baba yiğidin harcı değil.
İşte insanoğlunun da sonu gelmez günahlarıyla aynı hızda kirlendiği dönemde, Allah onları yarattığına pişman olmuş ve bütün canlıları yeryüzünden silmeye karar vermiş.
Hikâyenin sonu malum... ‘Büyük Tufan’ gelir ve Rabb’in emriyle 600 metrelik gemisini yapan Hz. Nuh Peygamber insanoğlunun yeryüzündeki ikinci var oluşunu gerçekleştirir.
Hemen hemen her kültürde ve kutsal kitapta az çok farklarla anlatılan ‘Büyük Tufan’ın öyküsü, 1928 yılından beri pek çok filme de esin kaynağı oldu.
Sonunda Hz. Nuh’un gemisinin Hollywood macerası bizim ‘kanka’ Russell Crowe’a kadar geldi dayandı.
Darren Aronofsky’nin “Noah” filmi Türkiye’de bu hafta vizyona giriyor...
“Russell Crowe nasıl oynamış, Anthony Hopkins nasıl rol kesmiş” falan demeden önce, Hz. Nuh Peygamber hakkında okuduğum bazı bilgileri aktarayım da filmi bir de bu gözle izleyin...
1 Hz. Nuh’un dünyaya gelmesi insanoğlu için bir dönüm noktasıymış. İsmi ‘rahatlık’ anlamına gelen Hz. Nuh, yaratıcının özel işareti olarak doğuştan sünnetliymiş.
Ne yazık ki, ünlü armatör fazla keyfini süremedi Palazzo Corpi adı verilen bu muhteşem sarayın. Yapı tamamlandıktan yaklaşık altı ay sonra alt kattaki odalardan birinde ölü bulundu. Ondan sonra rivayetler rivayetleri izledi...
Her ne kadar Corpi’nin, bu sarayı eşi Yasemin Hanım için yaptırdığı söylense de, genç sevgilisinin de yatak odasında ölü bulunduğu ve ruhunun sarayı hiç terk etmediği yayıldı dilden dile...
Monaco Fahri Konsolosu Tuna Köprülü de ‘İstanbul’daki Yabancı Saraylar’ kitabında; ‘sabaha karşı hanımın odasından topuklu ayakkabı sesleri geldiği için ABD’li deniz piyadelerinin, bu bölümde nöbet tutmaktan korktuğunu’ bile iddia etti.
Bir başka rivayet de Ignazio Corpi’nin sarayını bir poker masasında Amerikalı John Leishman’a kaybettiği yönündeydi.
Tabi bunlar işin masal kısmı...
Öyle ya da böyle sonuçta Palazzo Corpi ABD hükümetinin yurtdışında satın aldığı ilk diplomatik mülk olarak tarihe geçti.
Evet, hepimizin eski Amerikan Konsolosluğu olarak bildiği, Tepebaşındaki o tarihi binadan bahsediyorum...
Türkiye yeni “güzelini” seçmeye hazırlanıyordu. 2 bin kişilik salonda 5 bine yakın konuk balık istifine yeni bir anlam getirmişti...
Yılmaz Erdoğan ve Cem Yılmaz arka arkaya sahne alıyor, milleti kırıp geçiriyorlardı.
Azra Akın’ın “Türkiye Güzeli” unvanına layık görüldüğü o gecenin “şeref konuğu” ise 2001 yılında çıkardığı “Dirty Laundry” albümüyle Avrupa’da yıldızı parlayan Kolombiyalı şarkıcı Shakira’ydı. Türk halkı bu hanım kızla işte o gece “yüz yüze” tanışma fırsatı buldu.
Attığı göbeklerle hem seyircileri hem de en önde kendisini izleyen Uzan Kardeşler’i coşturdu.
Hatta ilerleyen günlerde Hakan Uzan’la arasında bir “kıvılcım” olduğu da dilden dile dolaştı.
Yıllar geçti, Allah “Yürü ya Shakira” dedi ve genç yıldız dünyanın en çok tanınan isimlerinden biri haline geldi. Albüm satışları tavan yaptı, Grammy’ler birbirini kovaladı; Beyonce, Wyclef Jean ve Rihanna gibi starlarla düetlerin ardı arkası kesilmedi.
Kolombiyalı “bacımız”, “Çocuk da yaparım kariyer de” diyerek tüm bunların arasına bir de anneliği ekledi. Üstelik çocuğunun babası da futbol dünyasında en az onun kadar ünlü bir isimdi. Barcelona’nın meşhur Pique’siyle “Waka Waka” şarkısının klip çekimlerinde tanıştıktan sonra büyük bir aşka yelken açmış, üç sene önce Milan adını verdikleri bir bebek dünyaya getirmişti.
Kafesin ortasında bir merdiven; en tepesine de bir muz asılı...
Maymun bu, muza bayılır ya... Bir heves tırmanıyor merdiveni muzu almak için...
Ama o anda kafasından aşağıya buz gibi su döküyorlar...
Bir, iki, üç, dört, beş derken kovalarca buzlu suyu yiyen maymunlar sonunda muzu almaktan vazgeçiyor.
Bir süre sonra yeni maymunları koyuyorlar kafese.
Hiçbir şeyden haberi olmayan garibanlar, muzu almak için merdivene saldırınca tecrübeli maymunlar tarafından sille tokat dövülüyor.
Sonuçta tepede muz, aşağıda muza uzanmaktan vazgeçmiş maymunlar kalır. Üstelik artık yukarıdan su döken olmasa da...