Ofisin camına yapışmış, pencere önü çiçeği misali “acaba bugün ne yapsam” diye düşünüp dururken, şehrin hem tarihini hem de manevi adreslerini iyi bilen bir arkadaşımın telefonuyla kendime geldim.
“Programın nedir bilmiyorum İzzet ama ben bu şurup gibi havayı kaçırmam. Kendimi sur boyuna doğru vurup, hem biraz tarihi atmosfer soluyup hem de yazdan kalma şu güzel günün tadını çıkaracağım. Müsaitsen haydi sen de gel” diyordu. Sanki içimdeki sıkıntıyı hissedip aramıştı...
Bir saat sonra buluştuk. Bundan bir yarım saat sonra da kendimizi Merkez Efendi Camii’nin o mistik avlusunda bulduk. Daha önce de ziyaret etmiştim ama anladım ki bugün ilk defa bu kadar derinden öğrenecektim.
Gerisini şimdilik adı bende saklı gönüllü tur rehberimden dinleyin...
Kanuni Sultan Süleyman döneminde yaşayan Merkez Efendi’nin asıl adı Musa’ymış...
Devrin hem en ünlü alimlerinden hem de doktorlarından olan Merkez Efendi çok iyi bir eğitim görüp, 30’unda İstanbul’a gelmiş.
Sonradan Kanuni’nin Manisa’da vefat eden annesi Hafsa Sultan için yaptırdığı cami ve hastanenin yönetimi de kendisine verilmiş.
Büyük Usta Aziz Nesin’in “Zübük - Kağnı Gölgesindeki İt” adlı romanında ‘Zübüklük nedir?’ bölümü bu paragrafla başlıyor...
Basıldığı 1961’den beri güncelliğini hiç yitirmeyen bu başyapıt, bize de adeta bir ‘ayna tutuyor’...
Küçük bir ilçede başlayan politik hayatında milletvekilliğine kadar yükselmiştir İbrahim Zübükzade. Halkı maddi manevi öylesine sömürmüştür ki, en sonunda ahali onu daha da ‘başarılı’ olup başlarından gitmesi için Ankara’ya göndermeye karar verir.
Muhteşem bir kara mizah örneği olan Zübük, 1980 yılında Kemal Sunal’ın o unutulmaz tiplemesiyle beyazperdeye aktarılmış ve acınacak halimize güldüğümüz trajikomik bir örnek olarak hafızalarımıza yer etmiştir.
Aziz Nesin’in 2015 yılında kutlanacak 100. doğum günü şerefine bu efsanevi eserinin bir müzikli oyun olarak tiyatroya uyarladığını duyunca, soluğu hemen Nedim Saban’ın yanında aldım.
Salona girdiğimde hummalı bir provanın ortasında buldum kendimi. “Zübüklük sürekli değişen bir kavram; bugün futbol kulübü başkanıyken yarın belediye başkanı olarak da karşımıza çıkabilir. Oyunun bizim sahnelediğimiz hali kişiyi değil, zübüklük kavramını anlatıyor. Aslında her birimiz birer Zübük’üz ve zübüklük içimizde var. Masum değiliz hiçbirimiz... En korkutucu olan da bu!” diye balıklama daldı konuya Nedim. Muhabbetimize Zübükzade karakterini canlandıracak Tuna Orhan da katılınca, keyifli bir söyleşi çıktı ortaya...
İki saatin sonunda anladım ki bu yazıda kullandığım Zübük kelimesinden daha çok Zübük varmış etrafımda... Zübük, Zübük, Zübük, Zübük...
Neden Küçük Prens? Masallara ihtiyacımız olduğunu mu düşünüyorsun?
- Küçük Prens’le 8 yaşından beri çeşitli defalar arkadaşlıklar ettim, yolculuklara çıktım. İlk kez o yaşlarda yazıldığı dilde okudum.
Ben 8 yaşındayken Kemalettin Tuğcu bile okuyamıyordum...
- Bir de bununla övünüyor musun? Annemle evde küçük yaşlardan beri Fransızca konuşuyordum. Küçük Prens de okuduğum ilk kitaptır. O gün bugündür başucumda o kitaptan 7-8 tane durur. Fakat ilk kopyası en kıymetli olanı, çünkü altını çizmişim, kenarlarına resimler yapmışım.
Niye bir insanın başucunda aynı kitaptan 7- 8 tane durur ki?
- Farklı yaşlarda okuduğumda, her seferinde farklı satırlarının altını çizmişim de ondan. İnsan hayatında önemli şeyler evrim geçirir. Bazen aşk, bazen dostluk, bazen siyasal görüşün yer değiştirir. Bu kitapla hayatımın değişik dönemlerinin aynaları başucumda duruyor.
Hipster’lardan Beyaz Türkler'e, turistlerden her türlü yurdum insanına kadar kimi ararsanız orada.
Geçtiğimiz günlerde bu insan 'aşuresine' ben de dahil olup, yeni açılan kafelerden birinde buldum kendimi.
Masalar o kadar birbirine yakındı ki "Yalnız gelseydim de olurdu, etraftakilerle neredeyse el ele oturacağız" diye geçirdim içimden. Tam bu konuyu arkadaşlarla tartışıyorduk ki, ister istemez yan masadaki muhabbete kulak kabarttım.
"Medeniyetsiz herif! İster istemez kulak kabartmak ne demek?" diyenlerinizi duyar gibiyim. Efendim yanınızda oturan turistlerin neredeyse iki kelimesinden biri "Acun" olursa kulaklar 'istem dışı' hareket edebiliyor.
“Etliyim, butluyum, mutluyum” demeyenler için yepyeni bir zayıflama yöntemi öğrendim.
Üstelik bilimkurgu filmlerindeki sahneleri aratmayacak cinsten bir metot bu!
Bu zayıflama yönteminin adı Diet Tube ama baştan söyleyeyim YouTube’la uzaktan yakından ‘akrabalığı’ yok...
Ülkemize yeni gelen bu bilimsel sistemi uygulayanlardan biri olan Obezite Cerrahisi Uzmanı Doç. Dr. Yunus Yavuz ve ekibi, 10 gün içinde normal kilonuzun yaklaşık yüzde 10’unu verebileceğinizi söylüyor.
Geçen haftalarda Akşam Gazetesi’nde okuduğum röportajında, anılarını yazmak isteyip istemediği sorulduğunda işte bu cevabı vermiş gazeteci meslektaşıma Nebahat Çehre...
“Amma da soğuk, duygusuz bir yanıt bu” diye geçirdim içimden. Sonra düşündüm de belki de unutmak değil ama hatırlamak, daha doğrusu bu konudaki hatıralarla karşılaşmak istemiyordu Nebahat Hanım.
GÖLGESİ, HAYATINA GİREN KADINLARIN HEP ÜSTÜNDE KALDI
Ölümünden sonra bile, dokunduğu yaşamları etkileyen ‘kült’ bir isim Yılmaz Güney. Hayatına giren kadınlara bağlanmış, ayrılsalar bile onları sanki hiç bırakmamış. O kadınlar da bu ağırlığı taşırken kimi zaman kendilerinden uzaklaşmış, kimi zaman birbirine düşmüş, kimisi olgunlaşmış, kimisi çocuklaşmış ve Yılmaz Güney ‘okulundan’ öyle veya böyle mezun olmuş ama bir yanları da hep onunla kalakalmış.
Ben de arşivleri taradım, Güney hakkında yazılan kitapları inceledim ve kadınlarının gözünden bir Yılmaz Güney portresi çıkarmaya çalıştım. Okuyacaklarınız belki bir Kral’ın hikayesi, fakat asla bir ‘peri masalı’ değil... Çünkü mutluluktan çok acı, birliktelikten fazla ayrılık ve çokça da hasret var içinde...Yılmaz Güney 60’lı yıllarda, yazdığı bir öyküden ötürü Konya’da 1.5 yıl hapis ve altı ay sürgün cezasına çarptırılır. Henüz 23 yaşındadır. O sırada Birten Ünal ile tanışır. Birten, yaşamın çetin yollarından geçen bir hayat kadınıdır. Yılmaz ona “Can” adını koyar. Çok severler birbirlerini... En zor, en kahırlı günleri paylaşırlar birlikte. Yılmaz çekip çıkarır Can’ı mazisinin içinden, İstanbul’a gelirler. Hiç çekinmeden ‘’Karım’’ diye tanıştırır sevdiği kadını cümle aleme. O sevmiştir ya bir kere; yüreğindeki sevgi bütün geçmişi de silmiştir...
Gecesi gündüzü olmayan bir çalışma temposu vardır Güney’in. Şöhreti her geçen gün hızla artmaktadır. Etrafını cazibelerine dayanılması zor kadınlar kuşatır. Köyden çıkmış, saf, iyi niyetlerle dolu bir Anadolu delikanlısıdır. Ama yine de gelenekçi yapısı yüzünden keskin çelişkiler yaşayacaktır. Bu yeni hayat, başını çoktan döndürmeye başlamıştır. Hemen hemen her filminde oynayan kadın oyuncularla ilişkiler kurar. Bu aşk kadınları arasında Devlet Devrim, Tülin Elgin, Sevda Ferdağ, Gülsüm Kamu, Nebahat Çehre gibi isimler vardır. Haliyle Can duyduğu kıskançlıklardan ötürü evde büyük huzursuzluklar yaratmakta, bu da Yılmaz’ı iyice çileden çıkarmaktadır. Çehre’yle daha da yakınlaşır.
Önceden yaşadıkları kısa ilişki yeniden alevlenmiştir. İşte tam o günlerde Adana’da yaşanan skandal, Yeşilçam’a bomba gibi düşer. Her şey Yılmaz ve Nebahat’in çektikleri filmin prodüktörünün verdiği yemekte patlak verir. Nebahat’le yan yana otururlarken Yılmaz’a, Can’ın aradığı haberi gelir. Kısa süreliğine konuşmak için masadan kalkan Güney, döndüğünde son model bir araba hediye ettiği sevgilisini yerinde göremeyince fena halde öfkelenir. Etrafına bakınır, Nebahat’i başkalarıyla otururken görür. Yanına yaklaşır, “Kalk gidiyoruz” der. Nebahat tereddüt edince yanındaki erkek ayağa kalkmak ister. Yılmaz önce adamı yerine oturtur, sonra da Nebahat’e okkalı bir tokat patlatır.
*Yine yerinde duramıyorsun! Şu hiperaktifliğine bir gem vur da muhabbete başlayalım!
- Evin çok güzelmiş yaa. İçerdeki odalara bakıp gelcem... (Gitti)
*Gupseeee!
- Geldim. Ne çok şampuanın var... Gerek yok aslında o kadar? Saçın da çok yok ki...
Aslına bakarsanız bu “global” bir soru...
İnsanoğlu yerleşik düzene geçtiğinden beri dünyanın her yerinde sorulduğu şüphesiz aynı sorunun...
Cevabı mı?
Ama maalesef o hep “şüpheli”!
Peki “Nerede kurtarılır?” diye sorarsanız hiç düşünmeden “sohbet masalarında” diyebilirim.
Memleket kafe, restoran, kıraathane ve ev masalarında kurtarılır. Sosyalleşilen her ortamda konu mutlaka spora, siyasete, adalete, iktidara ve muhalefete kayar.
Kimi zaman karşınızda sadece “kendi sesini duymak için” konuşan gevezeler oturur, kimi zaman da hem fikri hem de zikriyle “kurtarma operasyonuna” katkısı olabilecek karakterlere rastlarsınız.