Alman hocasını çok sevmiştir sevmesine de yaptığı bu portreden hiç hazzetmez. “Neden her yerde aynı kötü portre var?” diye geçirir içinden.
Daha önce defalarca gördüğü resmi uzun uzun inceler. Küçük bir çocukken bile sık sık öfkesinin ‘kurbanı’ olan bu adam, etraftakilerin şaşkın bakışları karşısında “Böyle çirkin Atatürk resmi mi yapılır?” diye bağırarak elindeki sigara izmaritini tabloya fırlatır.
Müşteriler arasında bulunan Ekrem Muhittin Yeğen -ki kendisi annemin dayısı olur-, büyük hayranı olduğu Atatürk’e yapılan bu ‘hakaret’ karşısında hemen polise durumu haber verir. Polisler ressamı, Ata’ya hakaretten yaka paça tutuklayıp sabaha kadar falakaya yatırırlar.
Bu travma, hayatı boyunca onunla ‘el ele’ yürüyecektir. Ertesi gün yakın dostları Bedri Rahmi ve Fikret Adil’in araya girmesiyle, ‘akli dengesi yerinde değil’ raporu alınarak Bakırköy Ruh ve Akıl Hastanesi’ne gönderilir.
Devrin ünlü doktoru Mazhar Osman, ressamı o sırada aynı hastanede tedavi gören Neyzen Tevfik’in odasına yerleştirir. Aralarında derin bir dostluk başlar. İşte bu yüzden meşhur Neyzen Tevfik tablosunda onun imzası vardır.
Bu sıkıntılı günlerde önünde iki seçenek kalmıştır, ya Bakırköy’de yatıp iyice akıl sağlığını kaybedecek ya da hapse girecektir. Bu sırada olay abartılarak ta Atatürk’ün kulağına kadar gider. Ata, onu hiçbir zaman affetmeyecektir.
Nazım Hikmet’in de askeri mahkemede yargılanarak 28 yıla mahkûm edilmesi, onun psikolojini iyice altüst etmiştir. Artık öylesine çaresizdir ki, kendisine bir seçenek daha yaratır; yurtdışına kaçmak!Karakolda yaşadıklarından sonra kendi tabiriyle ona ‘cennet gibi’ gelen hastaneden dokuz ay sonra çıkar ve Abidin Dino’dan aldığı borçla ömrünün sonuna kadar sessiz bir tarih yazacağı Paris’in yolunu tutar.
* Muhabbete hayatının “sıfır kilometresinden” başlayıp bugünlere gelelim istersen...
- İlk filmimden mi başlıyoruz yani?
* Yok canım, ailenden, çocukluğundan girelim olaya...
- Hımmm... Eski defterleri deşeceksin anlaşılan...
* Yenileri bilen çok ama geçmişinden fazla haberdar değiliz...
Hong Kong’da doğup, 12 yaşında tek kelime İngilizce bilmeden Londra’ya gelen Alan Yau, hayatının ilerleyen yıllarında yeme içme sektöründe dünya çapında dev projelere imza atmış bir girişimci...
Wagamama ve Hakkasan gibi global markaların ‘babası’ olan Yau’nun Londra’da bir Türk pidecisi açacağını aylar önce yazmıştım. O günlerde pidelerin üzerine Asya mutfağına ait malzemeler ‘serpiştireceği’ gelmişti kulağıma...
“Vay be” demiştim kendi kendime; “İnsanlık için küçük, fakat Asya dokunuşları eşliğinde bile olsa Türk mutfağı için büyük bir adım...”
Geçen gün tüm bunları unutmuş bir şekilde avare avare Londra sokaklarını arşınlarken bir mekânın camındaki yazı dikkatimi çekti... Ne mi yazıyordu? Kocaman altın sarısı harflerle ‘İstanbul Pide Salonu’...
* Türkiye’de her 29 bin 448 kişiden birinin adının Lerzan olduğunu biliyor muydun?
- Benden başka Lerzan tanıyor musun?
* Hayır...
- O zaman sen kotanı çoktan doldurmuşsun İzzet!
* Vay vay vay iddiaya gel... Lerzan ne demek peki?- Farsça “titreyen” anlamına geliyor.
* Hiç de öyle “titrek” bir halin yok halbuki...
Galiba canlandırdığı karakterleri Oya Başar’dan daha iyi tanıyoruz... Bu sefer kendi hikayeni anlat da dinleyelim...
- Nereden başlasam bilemedim...
En başa dönelim...
- Tarihin Arka Odası’na girmek istiyorsun anlaşılan...
O kadar vaktimiz yok, biraz pencereden baksak yeter...- Sen bana yaşlı mı demek istiyorsun?
Bu ne hassasiyet?
- Şaka şaka. Babam Selanik göçmeni, annem ise bir Kürt kızı. İstanbul’a göçün yoğun olduğu o dönemlerde aileler bir şekilde görücü usulüyle annemle babamı tanıştırmış.
EMRE AYDIN MÜZİK HAYATIMA GİRENE KADAR HER ANNE BABANIN İDEALİNDEKİ ÇOCUKTUM!
“Ooo piti piti karamela sepeti” diye mi başlasam röportaja acaba? İlk ‘kurbanım’ kim olmak ister? (Herkes birbirine bakıyor.)- Emre: Ben alayım bayrağı elime bari...
- Model hep bir ağızdan: Al, al, al! Büyüksün Emre!
Emre bunlar seni aslanların önüne atmaya pek bir meraklı...
- (Gülüyor) Canları sağ olsun...
Daha afişini gördüğümüzde bile çoğumuzun aklına Celine Dion’un o upuzuuuunnn “çığlığı” gelmez mi?
Efsanevi ses Whitney Houston gibi I Will Always Love Youuuu diye az “haykırmadık” hepimiz Bodyguard vizyona girdiğinde.
Neredesin Firuze’nin hikayesini unuttuk belki ama filme ruh katan birbirinden güzel şarkıları hâlâ kulaklarımızda...
Filmler “sesli” hale geldiğinden beri, şüphesiz müzik ve sinema ayrılmaz bir ikili oldu.
Herhangi bir sahneye yerleştirilmiş doğru şarkıyla, o sahnenin etkisinin kat kat arttığını tartışmaya lüzum yok artık.
Özellikle Hollywood’da soundtrack’ler, neredeyse “el ele yürüdükleri” filmler kadar titizlikle hazırlanıyor. Hatta öyle zamanlar oluyor ki, şarkılar filmin önüne bile geçebiliyor.
Son yıllarda “yerli” yapımcılar da “soundtrack”lerin sihrini’ keşfetmiş olacak ki, izlediğimiz pek çok Türk filminin ardından o yapımda terennüm edilen şarkıları bizler de mırıldanır olduk. Hatta çoğumuz sinemadan çıkar çıkmaz hemen müzik marketlerin yolunu tuttu.
Çok uzaklara değil, suyun öte yanına, Yunanistan’a gidiyoruz...
Hikâyemizin baş kahramanlarından biri, Apollon. Kendisi Yunan mitolojisinde müziğin, sanatın, güneşin, ateşin ve şiirin tanrısı. Bir başka ‘vasfı’ daha var onun... Geleceği görmek ve kehanetlerde bulunmak.
Günlerden bir gün bu ‘Bilici Tanrı’, Truva’nın son kralı Priamos’un kızı Kassandra ile karşılaşır. “Nasıl bir güzellik” diye geçirir içinden. Kassandra da az değildir, Apollon’a cilveli bir bakış atıp yanına yaklaşır. Aralarındaki muhteşem elektrik bir öpücükle taçlanır.
Apollon, bu güzel kadından çok etkilenmiştir. Ona bir hediye vermelidir... Koskoca Apollon sevdiği kıza çiçek alacak değil ya! Kassandra’ya geleceği görme yeteneğini bahşeder.
Genç kız çok mutludur. Fakat gözlerini kapadığı an gördükleri onu dehşete sokacaktır. Çünkü Apollon’un Truva’nın yıkılmasına sebep olacağını görür. Ve suratına tükürür...
Apollon çok sinirlenmiştir. Hediyeden sonra sıra, şimdi cezasını vermeye gelmiştir. Bundan böyle Kassandra geleceği görecek ama kimseyi kehanetlerine inandıramayacaktır...
Gördüğünüz üzere ‘fala inanma ama falsız da kalma’ durumları ta o zamanlardan beri insanların içine işlemiş. Geleceği görmek hep bir lütuf olarak bilinmiş.