İzzet Çapa

Resimle hayatımı kazanıyorum ama daha ziyade kendimi öldürüyorum...

12 Ocak 2015
1938 yılının ilk yarısında sıradan bir Beyoğlu akşamı... Geceyi sıra dışı yapacak olay henüz gerçekleşmemiştir. Orta yaşlarda, yolun yarısındaki ünlü ressam, feneri söndürmek için kendini devrin ünlü meyhanesi Degüstasyon’a atar. Duvarda Berlin Güzel Sanatlar Akademisi’nden çok sevdiği hocası Arthur Kampf’ın yapmış olduğu Atatürk portresi asılıdır.

Alman hocasını çok sevmiştir sevmesine de yaptığı bu portreden hiç hazzetmez. “Neden her yerde aynı kötü portre var?” diye geçirir içinden.
Daha önce defalarca gördüğü resmi uzun uzun inceler. Küçük bir çocukken bile sık sık öfkesinin ‘kurbanı’ olan bu adam, etraftakilerin şaşkın bakışları karşısında “Böyle çirkin Atatürk resmi mi yapılır?” diye bağırarak elindeki sigara izmaritini tabloya fırlatır.
Müşteriler arasında bulunan Ekrem Muhittin Yeğen -ki kendisi annemin dayısı olur-, büyük hayranı olduğu Atatürk’e yapılan bu ‘hakaret’ karşısında hemen polise durumu haber verir. Polisler ressamı, Ata’ya hakaretten yaka paça tutuklayıp sabaha kadar falakaya yatırırlar.
Bu travma, hayatı boyunca onunla ‘el ele’ yürüyecektir. Ertesi gün yakın dostları Bedri Rahmi ve Fikret Adil’in araya girmesiyle, ‘akli dengesi yerinde değil’ raporu alınarak Bakırköy Ruh ve Akıl Hastanesi’ne gönderilir.
Devrin ünlü doktoru Mazhar Osman, ressamı o sırada aynı hastanede tedavi gören Neyzen Tevfik’in odasına yerleştirir. Aralarında derin bir dostluk başlar. İşte bu yüzden meşhur Neyzen Tevfik tablosunda onun imzası vardır.
Bu sıkıntılı günlerde önünde iki seçenek kalmıştır, ya Bakırköy’de yatıp iyice akıl sağlığını kaybedecek ya da hapse girecektir. Bu sırada olay abartılarak ta Atatürk’ün kulağına kadar gider. Ata, onu hiçbir zaman affetmeyecektir.
Nazım Hikmet’in de askeri mahkemede yargılanarak 28 yıla mahkûm edilmesi, onun psikolojini iyice altüst etmiştir. Artık öylesine çaresizdir ki, kendisine bir seçenek daha yaratır; yurtdışına kaçmak!Karakolda yaşadıklarından sonra kendi tabiriyle ona ‘cennet gibi’ gelen hastaneden dokuz ay sonra çıkar ve Abidin Dino’dan aldığı borçla ömrünün sonuna kadar sessiz bir tarih yazacağı Paris’in yolunu tutar.


Yazının Devamını Oku

13 yaşında ölümle burun buruna geldim

11 Ocak 2015
Güzeller güzeli bir kadın Belçim Bilgin... Müthiş pozitif bir elektriği var ve sizi daha ilk cümlenizde sarıp sarmalıyor sıcaklığıyla. Şimdilerde karşımıza “Çalsın Sazlar”la çıkıyor sinemalarda. Onunla Ankara yıllarından bugünlere uzanan bir yolculuk yaptık. Samimiyetinden ve güler yüzlü sohbetinden gerçekten keyif aldım. Umarım sizler de okurken aynı lezzeti bulursunuz. Buyrunuz...

* Muhabbete hayatının “sıfır kilometresinden” başlayıp bugünlere gelelim istersen...

- İlk filmimden mi başlıyoruz yani?
* Yok canım, ailenden, çocukluğundan girelim olaya...
- Hımmm... Eski defterleri deşeceksin anlaşılan...

* Yenileri bilen çok ama geçmişinden fazla haberdar değiliz...

Yazının Devamını Oku

Çinli’nin biri Londra’nın orta yerine pideci açmış...

5 Ocak 2015
Yukarıdaki başlık bir Temel fıkrasının girişine benzese de, ister inanın ister inanmayın olay tamamen gerçek...

Hong Kong’da doğup, 12 yaşında tek kelime İngilizce bilmeden Londra’ya gelen Alan Yau, hayatının ilerleyen yıllarında yeme içme sektöründe dünya çapında dev projelere imza atmış bir girişimci...
Wagamama ve Hakkasan gibi global markaların ‘babası’ olan Yau’nun Londra’da bir Türk pidecisi açacağını aylar önce yazmıştım. O günlerde pidelerin üzerine Asya mutfağına ait malzemeler ‘serpiştireceği’ gelmişti kulağıma...



“Vay be” demiştim kendi kendime; “İnsanlık için küçük, fakat Asya dokunuşları eşliğinde bile olsa Türk mutfağı için büyük bir adım...”
Geçen gün tüm bunları unutmuş bir şekilde avare avare Londra sokaklarını arşınlarken bir mekânın camındaki yazı dikkatimi çekti... Ne mi yazıyordu? Kocaman altın sarısı harflerle ‘İstanbul Pide Salonu’...


Yazının Devamını Oku

Bir tek göğüslerim estetik

4 Ocak 2015
Onu tarif eden ünlü bir yapımcının “Beyninle dilin arasındaki mesafe o kadar kısa ki, düşündüklerini hemen söyleyebiliyorsun” sözünün hakkını verircesine yanıtlıyor her soruyu Lerzan... “Sarı saçlarımdan ben suçluyum. Bu ülkede kimse bir kadının hem güzel hem de akıllı olmasını kaldıramıyor. İster istemez o ‘aptal sarışın’ yakıştırmasına maruz kalıyorsun...” Huzurlarınızda gerçekte kumral, akıllı bir sarışın; Lerzan Mutlu...

* Türkiye’de her 29 bin 448 kişiden birinin adının Lerzan olduğunu biliyor muydun?
- Benden başka Lerzan tanıyor musun?
* Hayır...
- O zaman sen kotanı çoktan doldurmuşsun İzzet!
* Vay vay vay iddiaya gel... Lerzan ne demek peki?- Farsça “titreyen” anlamına geliyor.

* Hiç de öyle “titrek” bir halin yok halbuki...

Yazının Devamını Oku

Kemoterapiden çıktım peruğumu takıp sete gittim

29 Aralık 2014
Oya Başar ile buluştuğumuzda çocukluğundan kanseri nasıl yendiğine, sansürden Hülya Avşar’a kadar pek çok şeyi konuştuk. İşte karşınızda mizahıyla, acısıyla, Roman Havası’yla Oya Başar...

Galiba canlandırdığı karakterleri Oya Başar’dan daha iyi tanıyoruz... Bu sefer kendi hikayeni anlat da dinleyelim...
- Nereden başlasam bilemedim...
En başa dönelim...
- Tarihin Arka Odası’na girmek istiyorsun anlaşılan...
O kadar vaktimiz yok, biraz pencereden baksak yeter...- Sen bana yaşlı mı demek istiyorsun?
Bu ne hassasiyet?
- Şaka şaka. Babam Selanik göçmeni, annem ise bir Kürt kızı. İstanbul’a göçün yoğun olduğu o dönemlerde aileler bir şekilde görücü usulüyle annemle babamı tanıştırmış.

Yazının Devamını Oku

Bizi perişan etti

28 Aralık 2014
Emre Aydın ve Model’le “sabah kahvaltısı” nasıl olur dersiniz? İnanın bana çok eğlenceli, neşeli ve bir o kadar da karışık oluyor! Doğrusunu isterseniz, rock müziğin Türkiye’deki yeni kuşak “neferleriyle” muhabbete oturduğumuzda gözüm korkmadı değil. Beş tane birbirinden “renkli” genç vardı karşımda. Bir ara içimden “Teker teker gelin ulan!” demek geldi ama laf lafı açtıkça hepimiz rahatladık. Aynı sektörde olup, zirveye ulaştıktan sonra egolarını duruşlarının bir parçası haline getirmeyen, birbirlerine sonuna kadar destek olan bu “çeteyle” hayatı, mücadelelerini, dostluklarını ve gelecek planlarını konuştuk. “Kalabalık” muhabbetimize siz de katılın derim! Bu gidişle haftaya futbol takımıyla röportaj yaparsam da şaşırmayın!

EMRE AYDIN MÜZİK HAYATIMA GİRENE KADAR HER ANNE BABANIN İDEALİNDEKİ ÇOCUKTUM!

“Ooo piti piti karamela sepeti” diye mi başlasam röportaja acaba? İlk ‘kurbanım’ kim olmak ister? (Herkes birbirine bakıyor.)- Emre: Ben alayım bayrağı elime bari...
- Model hep bir ağızdan: Al, al, al! Büyüksün Emre!

Emre bunlar seni aslanların önüne atmaya pek bir meraklı...
- (Gülüyor) Canları sağ olsun...

Yazının Devamını Oku

Belçim Bilgin albüm mü çıkarıyor

23 Aralık 2014
Hangimiz 90’lara damgasını vuran My Heart Will Go On şarkısını duyunca Titanic filmini hatırlamayız ki?

Daha afişini gördüğümüzde bile çoğumuzun aklına Celine Dion’un o upuzuuuunnn “çığlığı” gelmez mi?
Efsanevi ses Whitney Houston gibi I Will Always Love Youuuu diye az “haykırmadık” hepimiz Bodyguard vizyona girdiğinde.
Neredesin Firuze’nin hikayesini unuttuk belki ama filme ruh katan birbirinden güzel şarkıları hâlâ kulaklarımızda...
Filmler “sesli” hale geldiğinden beri, şüphesiz müzik ve sinema ayrılmaz bir ikili oldu.
Herhangi bir sahneye yerleştirilmiş doğru şarkıyla, o sahnenin etkisinin kat kat arttığını tartışmaya lüzum yok artık.
Özellikle Hollywood’da soundtrack’ler, neredeyse “el ele yürüdükleri” filmler kadar titizlikle hazırlanıyor. Hatta öyle zamanlar oluyor ki, şarkılar filmin önüne bile geçebiliyor.
Son yıllarda “yerli” yapımcılar da “soundtrack”lerin sihrini’ keşfetmiş olacak ki, izlediğimiz pek çok Türk filminin ardından o yapımda terennüm edilen şarkıları bizler de mırıldanır olduk. Hatta çoğumuz sinemadan çıkar çıkmaz hemen müzik marketlerin yolunu tuttu.

Yazının Devamını Oku

Bu kızı rahat bırakın, o dünyaya görevli gelmiş

22 Aralık 2014
Biraz mitolojiye ne dersiniz?

Çok uzaklara değil, suyun öte yanına, Yunanistan’a gidiyoruz...
Hikâyemizin baş kahramanlarından biri, Apollon. Kendisi Yunan mitolojisinde müziğin, sanatın, güneşin, ateşin ve şiirin tanrısı. Bir başka ‘vasfı’ daha var onun... Geleceği görmek ve kehanetlerde bulunmak.
Günlerden bir gün bu ‘Bilici Tanrı’, Truva’nın son kralı Priamos’un kızı Kassandra ile karşılaşır. “Nasıl bir güzellik” diye geçirir içinden. Kassandra da az değildir, Apollon’a cilveli bir bakış atıp yanına yaklaşır. Aralarındaki muhteşem elektrik bir öpücükle taçlanır.
Apollon, bu güzel kadından çok etkilenmiştir. Ona bir hediye vermelidir... Koskoca Apollon sevdiği kıza çiçek alacak değil ya! Kassandra’ya geleceği görme yeteneğini bahşeder.
Genç kız çok mutludur. Fakat gözlerini kapadığı an gördükleri onu dehşete sokacaktır. Çünkü Apollon’un Truva’nın yıkılmasına sebep olacağını görür. Ve suratına tükürür...
Apollon çok sinirlenmiştir. Hediyeden sonra sıra, şimdi cezasını vermeye gelmiştir. Bundan böyle Kassandra geleceği görecek ama kimseyi kehanetlerine inandıramayacaktır...
Gördüğünüz üzere ‘fala inanma ama falsız da kalma’ durumları ta o zamanlardan beri insanların içine işlemiş. Geleceği görmek hep bir lütuf olarak bilinmiş.

Yazının Devamını Oku