Ben bir gelecek tasarımcısı ve zaman mühendisiyim

Gerçek bir Rönesans sanatçısı Ali Poyrazoğlu... Oyuncu, yönetmen, yazar, müzisyen, hatta biraz da filozof... Bazen şirketlere yaşam koçluğu yaparken, bazen de Borusan Filarmoni gibi dev orkestraların şefi olarak görüyoruz onu. Şu günlerde yazıp yönettiği ve gelecek hafta perdelerini açacağı oyunu “Küçük Prens Bana Dedi ki” için çalışıyor. Peki neden diye soruyorum; neden bu yaşta bunca koşuşturma Ali? Cevabı Küçük Prens’in ağzından veriyor: “İnsan sevdiğinden sorumludur.” Buyrun efendim, bu haftaki muhabbetimize...

Haberin Devamı

Neden Küçük Prens? Masallara ihtiyacımız olduğunu mu düşünüyorsun?
- Küçük Prens’le 8 yaşından beri çeşitli defalar arkadaşlıklar ettim, yolculuklara çıktım. İlk kez o yaşlarda yazıldığı dilde okudum.

Ben 8 yaşındayken Kemalettin Tuğcu bile okuyamıyordum...

- Bir de bununla övünüyor musun? Annemle evde küçük yaşlardan beri Fransızca konuşuyordum. Küçük Prens de okuduğum ilk kitaptır. O gün bugündür başucumda o kitaptan 7-8 tane durur. Fakat ilk kopyası en kıymetli olanı, çünkü altını çizmişim, kenarlarına resimler yapmışım.

Niye bir insanın başucunda aynı kitaptan 7- 8 tane durur ki?

- Farklı yaşlarda okuduğumda, her seferinde farklı satırlarının altını çizmişim de ondan. İnsan hayatında önemli şeyler evrim geçirir. Bazen aşk, bazen dostluk, bazen siyasal görüşün yer değiştirir. Bu kitapla hayatımın değişik dönemlerinin aynaları başucumda duruyor.

Haberin Devamı


İNSAN DÜNYADAKİ HER ŞEYDEN SORUMLUDUR

Ben bir gelecek tasarımcısı ve zaman mühendisiyim
Fotoğraflar: Mustafa ÖZKÖK

Küçük Prens’in sende yarattığı en büyük etki ne oldu?
- Küçük Prens içimizdeki farklı benliklere yolculuk yaparak aşkı ve yaşamın sırlarını keşfetme serüveninin başucu kitabıdır. Bir sürü mesaj veriyor ama beni etkileyen iki önemli başlık var. Birincisi; “Aslolan göze görünmez, ancak yüreğinin gözüyle bakabilirsen görebilirsin.” Daha ufacık bir çocukken evde anneme “Yüreğimin gözü nerede?” diye sorardım. Büyüyünce anladım ki beyin, yüreğin gözüymüş.

Seni etkileyen iki başlık olduğunu söylemiştin...

- Ne söylediğimi biliyorum, lafımı zırt pırt bölmeyip konuşmama izin verirsen anlatacağım.

Tamam kızma, sustum...
- Beni etkileyen diğer cümle ise şuydu: “İnsan sevdiğinden sorumludur.” Bu, aşkın en mükemmel tarifi. İnsan dünyada olan her şeyden ve en çok da sevdiğinden sorumludur. Küçük Prens’in güle aşık olması, kitaptaki o gülün de yazarın aşık olup evlendiği kadını temsil etmesi gibi herkesin bir gülü olduğuna inanıyorum. Tabii kitabı ilk okuduğumda aşkın Gül adlı bir kız olacağını düşündüğüm için “Anne ben Gül’le evlenmek istiyorum” dedim. Annem “Gül kim?” diye sordu. “Kitaptan bak” diye cevap verdim. Önce mahallede, sonra okulda Gül’ü aramaya başladım. Dünyanın en çirkini olsa bile Gül adlı bir kız olsun hemen aşık olup, evlenmeye karar vermiştim.

Oysa yazarın gülden kastettiği bambaşka...

- Aynı yıllarda Philippe Forest adlı bir yazar “Herkes sadece her şeyden sorumludur” demişti. O demese bugün ben diyecektim. Televizyondaki haberleri izleyip de “Bana ne” deme lüksümüz yok. Bağ kurduğumuz herkes ve her şeyden sorumlu olmalıyız.

Exupery’nin kitabını değil de senin yazdığın Küçük Prens’i anlatsana biraz...

- “Küçük Prens Bana Dedi ki” adlı bir gösteri hazırladım. İçimizdeki çocukla buluşalım diye kaleme aldığım, büyükler ve küçükler için bir felsefe metni bu aslında. Tam o sırada Borusan Filarmoni’yi tekrar yönetmem için teklif geldi. Ben de Rachel Portman’ın Küçük Prens Operası’ndan bazı bölümler, benim Küçük Prens metnim ve Exupery’nin sevdiği müzikleri bir araya getirdim. Sonunda da bu proje çıktı ortaya.

Küçük Prens’in müzikle ne alakası var?

- Manyak mısın oğlum sen?

Evet, öyle de derler biraz...

- Biraz mı? Neyse Exupery’nin annesi, babası, kız kardeşleri hepsi müzisyen. Kendisi de keman çalıyor. Bu gösteride tamamen Exupery’nin sevdiği, çaldığı eserleri yorumladım.

Haberin Devamı

SAÇMA SORULARINDAN DOLAYI BAYILACAĞIM

Dinleyenlerin içini baydın mı seçtiğin eserlerle?
- Bu saçma sorulardan dolayı birazdan ben bayılacağım. Aslında Exupery eğlenmeyi seven, meddah ruhlu, stand-up’çı bir adam. Savaş pilotu, kemancı ve dünyanın hâlâ en çok satan yazarlarından biri... Her klasik müzikle uğraşan insanda olduğu gibi onun da içinde muzip bir çocuk var. Bazı geceler adam eline kemanı alıp masanın üzerinde sabaha kadar şarkılar söylüyor.

Senin müzikle özel bir alakan var mı?
- Benim annem de keman çalardı.

Sen de Küçük Prens ruhu mu taşıyorsun yoksa?

- Haa evet. Bunu artık bu yaşta gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Ben Küçük Prens’i yapacağımı Twitter’da duyurduğumda adamın birinden “Yahu utanmıyor musun bu yaşında hâlâ çocuk masalları okumaya?” diye tweet geldi. Pek çok insan Küçük Prens’i çocuk masalı zannediyor ama Küçük Prens aslında bal gibi büyükler için bir felsefi metindir.

Nereye götürüyor bu felsefi metin bizi?

- Doğaldır ki aşka açılıyor kapı… Çocukken daha güzel aşık oluyorsun. Büyümeye başlayınca hesap kitap girdiği için devreye zihin de bozulmaya başlıyor. Küçük Prens o aşkın ilk saf hallerini anlatıyor.

Ben bir gelecek tasarımcısı ve zaman mühendisiyim

Haberin Devamı

BİR ALİ POYRAZOĞLU DAHA ÇIKMADI

Seni artık niye televizyonlarda göremiyoruz?
- Açıkçası şu dönemdeki dizi çarkının içinde olmak istemiyorum. Tiyatrom var, öğrencilerim var, okulum var, şirketlere verdiğim motivasyon, takım oyunu, marka değeri yaratma gibi derslerim var. Dizi ve televizyon için vaktim yok! Fakat internette her hafta 2 milyon kişi beni izliyor.

Ben niye o 2 milyon kişiden biri değilim?

- Bir firmanın sponsorluğuyla özel bir sitede yaşam, evlilik, aşk, ihtiyarlıkla yüzleşme gibi konularda 10’ar dakikalık programlar çekiyorum.

Artık Ali Poyrazoğlu’nun ihtiyarladığını düşünüyor musun?

- Asla ihtiyarlamam ben ama tabii ki yaş alıyorum. Spora iyice asıldım, her gün 1-1,5 saat yüzüyorum. Onun için performansım yerinde. Benim yaptığım işleri yapabilmen için kondisyonunun çok iyi olması lazım. Düşün 140 kişilik filarmoni orkestrasını yönetiyorum daha ne olsun!

Ünlüler orkestra yönetince bana sanki biraz numara yapıyorlarmış gibi geliyor...

- Kafan hep kötülüğe çalışıyor, yazık! Öyle çık, sopayı salla diye bir durum yok. Çok uzun bir süre çalışıyoruz bu iş için. Ayrıca hatırlatırım, ben konservatuar mezunuyum...

Valla Ali senden bir tane daha olsa memleket kurtulur...

- Bu konuda mütevazı olamayacağım, bir Ali Poyrazoğlu daha çıkmadı ama benim gibi yaptığı işleri seven ve Rönesans insanı olmayı becerebilen adam çıksa da hiç fena olmaz. Hatta 30 tane olsun da rekabet olsun. Konferanslarımın ana konusu Rönesans, yani yeniden doğuş.

Haberin Devamı

İLİŞKİLERDE SORUN ÖTEKİLEŞTİRMEYLE BAŞLIYOR

Ben bir gelecek tasarımcısı ve zaman mühendisiyim

Peki Türkiye’de Rönesans nasıl olmalı?
- Türkiye’yi dünyadan ayırarak bakmaya devam edersek hiçbir yere gelemeyiz. Tüm dünya gerek iş gerekse özel hayatta değişim, yenilenme peşinde. Bireysel ya da kurumsal koçluk yaptığım zaman bunu anlatıyorum. Dünya her yıl iş hayatında bir ortak akıl bulmak ve mutlu çalışmak için çeşitli başlıkların peşine takılıyor. Amaç, mutlu tüketiciler ve mutlu çalışanlar yaratabilmek... Global dünyada farklı kültürlerin bir araya gelebilmesi için ortak hız ve ticaret etiği yaratılması gerekir. Artık net bir biçimde biliyoruz ki, dünyada da ülkemizde de ‘öteki sensin’ kavramlarından geriye dönüş yok. Öteki sen, içindeki yüzleşmek istemediğin küçük benlikler aslında.

Nasıl yeneriz bu ötekileştirme ‘hastalığını’?
- Farklı düşünen, farklı kökenlerden ve dinlerden gelen, farklı cinsel tercihleri olan insanların birbirlerine saygı göstererek yaşama yöntemlerini keşfetmesi zorunluluğuyla karşı karşıyayız. Halbuki öteki dediğimiz şey de senin içinde. Ondan korktuğun, kendinle yüzleşmek istemediğin için ayrımcılık yapıyorsun. İlişkilerde sorunlar erkeğin kadını ötekileştirmesiyle başlıyor. Sonra kadın da erkeği ötekileştirme yoluna gidiyor, sorunlar büyüyor. Ardından da ayrılış ve kopuş gerçekleşiyor.

Aşkta, işte, her yerde ötekileştirme...

- ‘Yaratıcı yıkıcılık’ yöntemiyle bunun üstesinden gelebiliriz. Hayatı yeniden okuyabilmek için içimizdeki öbür benliklerle yüzleşmek zorundayız. Bir yapıdaki işe yarayacak parçaları tutup saklayıp, bir yandan onu sökerek başka yerde yeni bir yapı kurmak gerek. Bireylerin de, kurumların da kendini söküp yeniden inşa etmeleri gerekiyor. Ben bunların yöntemlerini, operasyonel faaliyetlerin nasıl yönetileceğini, zihinlerin bu çalışma metoduna nasıl geçeceğini anlatıyorum. Anlayacağın kurumlar için sinerji mühendisliği yapıyorum.

Tamam entelektüel bir adamsın da, böyle büyük kurumlara hangi hakla ders veriyorsun?

- Güzel bir soru… Bir kere ben üniversite hocasıyım. Ayrıca tiyatro patronu olarak Türkiye’nin en zor işlerinden birini yapıyorum. 350 bölümlük dizi çeken bir de şirketim var. Bu ülkenin gece hayatına çok şey kazandırmış Yeşil Kabare’yi kurmuş ve bunu ticari başarıya dönüştürmüş bir adamım. Onun dışında ilaç sektöründe yıllardır var olan biriyim.

Haberin Devamı


LABORATUVARDA ŞURUP VE HAP YAPARDIM

Eczacılık baba mesleği mi?

- Babamın yanında az çalışmadım … Hem bizim zamanımızda ilaçlar öyle şimdiki gibi hazır değildi. Öksürük şuruplarını, mide haplarını yıllarca laboratuvarda kendi eliyle yapmış bir adamım. Çünkü o zaman doktorlar reçeteyi yazar, eczacı da ilacı yapardı. Şimdi raftan alınıp veriliyor.

Marifetlerini saymaya parmak yetmez. Nedir peki senin hünerin?

- Deri değiştirmeyi bilmem ve çok beyinli olmam.

Eyvah eyvah, hem de millet bir beyinle başa çıkamıyorken

Ucuzlaşma yine! Çağımız iki-üç beyinli insanlar istiyor. Kendi işinin dışında başka disiplinlerde de bilgi sahibi olmak zorundasın. Dört-beş şapkası olan bir adamım. Mühendislerin, mimarların, işadamlarının, inşaatçıların kurdukları şeylere ruh katıyorum, bir anlamda gelecek tasarımı yapıyorum.

Kartvizitinde ‘gelecek tasarımcısı’ mı yazıyor?
Öyle deniyor bana. Atatürk, Türkiye’nin geleceğini planlayan gerçek bir gelecek tasarımcısıdır. Tabii ki bunu yaparken zaman içinde değişikler yapılması gerektiğinin de bilincinde olmuştur. “Benim söylediklerimi değişen zamanla birlikte yeniden yorumlamalısınız” demiştir. Atatürk’ü anlamanın çağdaş yaklaşımı budur. “Atam sen kalk da ben yatam” gülünçlüğünün dışında kalarak, dediklerini bugüne dönüştürerek, “Türkiye’nin yeni geleceğini nasıl inşa ederiz”in peşine takılmamız gerekir.

Ben bir gelecek tasarımcısı ve zaman mühendisiyim

GEREKTİĞİNDE ANTİPATİK OLMAYI GÖZE ALACAKSIN

İşkolik olduğun için mi yalnız kaldın?
- Yalnız olduğumu kim söyledi? Ben sadece yanımda taşımam sevgilimi o kadar...

Oyunlarında, kitaplarında aşkı pek çok şekilde tanımlıyorsun...

- Her zaman söylüyorum aşk, iki kişilik devrimci bir örgüttür.

İki yıldır ezberledik artık hepimiz bunu...

- Bu tekrarlanması gereken bir gerçek; aşk iki kişilik bir meydan okuma. Yaşamın sıradanlığına, sığlığına, sıkıcılığına, bize dayatılan kurallara, ‘şunu yap, onu yapma, bunu yapma, elalem ne der’e meydan okumadır!

Gelecek tasarımcısı bu tanıma bir güncelleme getirmedi mi?

- Aşk, Küçük Prens’le ilişki kurmaktır, karşındakini ehlileştirmektir. Onu vazgeçilmez bir varlık olarak yaşamının baş köşesine yerleştirmektir. Küçük Prens’in güle aşkı gibi, ona sorumluluk duymaktır.

Karşımda daha sakin, sözcüklerini seçerek konuşan bir Ali Poyrazoğlu görüyorum. Ne iş?

- Ben hep laflarını ölçüp biçip konuşan bir insanım. Zaman zaman polemiklere girmişsem, insanları eleştirecek cümleler seçmişsem onları bilerek ve isteyerek kullanmışımdır. Çünkü bazen insanların antipatik olmayı göze almaları gerektiğine inanıyorum. Bildiğin doğruyu korkmadan söyleyeceksin.

KAZANDIKLARIMI SONRADAN GÖRME BİR KIRO GİBİ HARCAYAMAM

Ben bir gelecek tasarımcısı ve zaman mühendisiyim

Çok mu hırslı bir adamsın?

- Asla… Sadece eğlence manyağıyım. Yaptığım işlerde çok eğleniyorum. “Senin sırrın nerede saklı?”, “Nasıl bu kadar çok çalışıyorsun?” diye soruyorlar. Ben bir zaman mühendisiyim, çok iyi plan program yapıp zamanı çok iyi kullanıyorum. Para almadan sırf eğlendiğim için yaptığım işler bile var.

Gözümle görsem inanmam, sen ve para almamak...

- En az dört-beş filmde bedava oynadım. Atıf Yılmaz bir keresinde “Çok açgözlüsün, bu kadar istenir mi? Ama sana ihtiyacım olduğu için oynatmak zorundayım” dedi. İstediğim parayı alıp ertesi gün sete negatiflerle gittim. Masanın üzerine koydum ve “Bu benim bu filme ve filmde oynayan arkadaşlara hediyem” dedim.

Yahu negatif alacağına nakit verseydin ya settekilere?

- Bilip bilmeden, aptal aptal konuşma... O zamanlar sinemada maliyetler çok yüksek. Beğenmediğin sahneyi yeniden çekmek pahalıya patlıyor. Yapımcı hemen makineyi gösterip “Bunun içinden tuvalet kağıdı mı geçiyor? Bir metre film kaç para haberin var mı?” diye kıyameti kopartıyor. Onun için ben de aldığım bütün parayı götürdüm ve dedim ki “Benim ve arkadaşlarımın bütün sahneleri iki-üç kere çekilsin. Buyrun sizlere hediyem.”

Bir de senin için cimri derler...
- Cimri değil, oldukça tutumlu bir adamım. Çok zor para kazanılan bir meslekte var olmaya çalıştığım için kazandıklarımı sonradan görme bir kıro gibi harcayamam. Parayı harcamak çok büyük emek, kültür ve insan sevgisi gerektirir. Ben de kazandığımı harcarım ama insan okutmayı, sanat eseri almayı, kendi işime ve tiyatroya harcamayı tercih ederim.

Bütün cimriler kendilerini tutumlu olarak tanımlar zaten...

- Ne istersen onu de! Ben parayı sokaktan toplamıyorum, havadan kazanmıyorum. Bire bir emek veriyorum. Kıro da değilim.

Zor bir hayat mı yaşadın Ali?

- Hayır, zorlukları bile eğlenceye dönüştürmeyi bildim. Londra’ya okumaya gittiğimde param yoktu. Bir otelde çalışmaya başladım. Erkenden kalkıp kahvaltı servisi yapıyordum, sonra kirlileri bulaşıkhaneye taşıyordum. Bunlar zor günlerdi ama Londra’da okuyordum ve çok şey öğreniyordum. Niye yapmayayım ki? Üstelik Londra’ya gittiğimde genç başladığım için üç tane başrol oynamıştım tiyatrolarda.

Broadway’de oynadığın oyun hakkında ileri geri konuşanlar var...

- Hepsine Allah selamet versin, it ürür kervan yürür. NY Times’ta çıkan haberi vereyim de gazeteye koy. Tiyatroda gizli bir şey olabilir mi? Üstelik çok şerefli, çok güzel bir projeydi.

“Ali Broadway’de oynayacak kadar İngilizce’yi nereden biliyormuş?” diyenler de var.
- (Gülüyor) İngilizce benim ikinci lisanım, tam 35 tane kitap çevirdim. İlk çevirim 17 yaşındayken basıldı.


KÜÇÜK PRENS, ASLINDA EXUPERY’NİN HİÇ DOĞMAYAN ÇOCUĞU

Ben bir gelecek tasarımcısı ve zaman mühendisiyim

Senin Küçük Prens’ini anlattın da, gerçek romanın nasıl doğduğunu biliyor musun?
- Exupery, “Zihnimden düştü birden bire beyaz kağıdın üzerine Küçük Prens” demiş. Sonra Küçük Prens’in resimlerini çizmeye başlamış ama ortada kitap falan yok... Her çizimde Küçük Prens başka bir kılıkta, başka bir yüzde... Exupery biraz da yaşadıkları ve kendi içinde bulunan çocukla yüzleşmek istediği için yazmış bu kitabı...

Küçük Prens, yazarın kendisi yani...
- Bekle, orası en güzel yeri. Adam, Güney Amerikalı Consuela adlı bir hatuna deliler gibi aşık... Ona “Sana benzeyen bir çocuğumuz olsa ne kadar mutlu olurum” diyor ama kadının çocuğu olmuyor. Exupery, yaptığı Küçük Prens çizimlerini arkadaşlarına dağıtmaya başlıyor. Ve Küçük Prens’i olmamış çocuğunun yerine koyuyor... Yani Consuelo yerine, o doğuruyor Küçük Prens’i... Hem de o dönemler zihinlerin en bozuk olduğu zamanlar...

Ne demek o?

- Dünyanın parçalara ayrıldığı o karanlık savaş yıllarında yazılır Küçük Prens… Fransa, Nazi Almanya’sının işgali altındadır. Exupery, savaş pilotu ve Amerika’da da çok tanınan bir yazardır. Amerika’yı Fransa’nın yanında II. Dünya Savaşı’na girmeye ikna etmek için Yeni Dünya’ya yollanır. Uzun süre orada kalır. Ailesinden haber alamadığı için ülkesine dönmek ister. Fransa’nın başına gelenlerden şikayetçidir. Bu yüzden çocuk masalı diye bakılan kitap, derin politik ve insani izler taşır.

Kitapta gezeni baobapların yani kötü bitkilerin sardığı anlatılır...

- Aynen öyle... Romanın yazıldığı dönemde baobaplar Hitler faşizmini temsil etmekteydi. Zamanında o kötü tohumlardan kurtulmadılar, “Bırakın konuşsunlar, propaganda yapsınlar. Demokraside her görüşe yer vardır, nasılsa onlara kimse oy vermez. İktidara gelemezler” dediler. Bu vurdumduymazlık yüzünden onlar iktidar olup gezegeni delik deşik ettiler. O kötü tohumlar sonunda birbirlerini yok edecekler ama o zaman da etrafta gül kalmayacak.

Siyasetten çok sıkıldık, bırak da bari pazar günü politika ve faşizm konuşmayalım. Exupery’nin gerçek hayat hikayesiyle devam etsek?
- Exupery şöhretinin doruğundayken, dostluklarını kullanarak yaşı uygun olmamasına rağmen 44’ünde Nazi’lerle savaşmak için cepheye gider. Görevi uçağıyla düşman hatlarının üzerinde dolaşıp stratejik bölgelerin fotoğraflarını çekmektir. Misyonunu birkaç kez başarıyla yerine getirir.

Ama...

- 31 Temmuz 1944 sabahı 08:45’te bir Amerikan uçağıyla yine havalanır. En geç öğlen üsse geri dönmesi gerekirken, gelmez. Düşman hatları üzerindeyken iki Alman uçağının çapraz ateşi sonucu düşer. “Elveda güzelim dünya ve merhaba kainat” diyerek Küçük Prens’ine kavuşur. Artık o Küçük Prens’iyle sonsuza kadar yaşayacaktır.

Küçük Prens’ine kavuşur ama Consuelo’dan ayrılır...
- Consuelo kocasının ölümünden sonra bir daha asla evlenmez. Fransa’nın en büyük kahramanının eşi olarak bir süre Paris’te adını ‘Küçük Prens’ koyduğu bir restoran işletir. Sonra Exupery’nin ünü tüm dünyaya yayılır. Fransa’da birçok okula, caddeye, binaya onun adı verilir. Şarkılar yapılır, Broadway müzikallerine konu olur, paraların üzerine bile çizimleri basılır. Hâlâ her yıl 1 milyonun üzerinde yeni baskı yapıyor kitap biliyor musun?

Sence Küçük Prens bizim hangi parçamızı tamamlıyor da hâlâ bu kadar okunuyor?

- Hepimiz için masumiyet çağrısı oluyor da ondan. Bhutan Prensi’nden Dalai Lama’ya, Pink Floyd’dan Beatles’a kadar akla gelebilecek her kesimden insanın hayatlarının en azından bir bölümünü etkilemiştir. Bu arada röportajı bitirmeden son bir tavsiyede bulunmak istiyorum.

Tabii ki...

- Exupery’nin düşen uçağının kalıntıları 2003’te Marsilya açıklarında denizin 75 metre altından çıkarılıp Paris La Bourget Havalimanı’ndaki havacılık müzesine konuldu. Yolunuz düşerse, alışverişten fırsat bulabilirseniz, gidin mutlaka ziyaret edin. Bu en çok içinizdeki çocuğa yapacağınız bir saygı duruşu olacaktır.

Yazarın Tüm Yazıları