Ata, Demet ve ben bir araya gelince gülmekten yerlere yattık. Oyunculuğu tabii ki tartışılmaz ama o anneliği, dostluğu ve kadınlığında da harika biri... Ben ona Türkiye’nin Meryl Streep’i dedikçe Belgin Doruk gibi kırılıp “Aman efendim” diye işi espriye vursa da o gerçekten pamuklara sarıp sarmalayıp, korumamız gereken bir yürek... Buyrun efendim işte karşınızda Demet Akbağ...
Fotoğraflar:Mustafa ÖZKÖK
* Sen nasıl bir kadınsın ya!
- Bunu kötü anlamda söylemediğini düşünüyorum (kahkahalar).
Muhtemelen benim manyak olduğumu düşündüğü için de bir daha görüşmedik, ta ki bu röportaja kadar... Bu adamı arkadaşım sanmamın asıl nedenini muhabbetimiz sırasında tekrar anladım. O kadar samimi, komik ve içten ki başka bir ihtimal düşünülemez bile... Ata’yla yeni filmi “Niyazi Gül Dörtnala”dan tutun da pavyona düşmesine kadar aklımıza gelen her şeyi konuştuk. Siz de buyrun bu bol kahkahalı muhabbetimize...
* Nedense ben senin hep ana kuzusu olduğunu düşünmüşümdür...
- Yok be abi benden olsa olsa ana koyunu olur (kahkahalar). Şaka bir yana bizi annem büyüttü. Aramızda sadece 18 yaş olduğu için ablam, hatta yakın arkadaşım gibi görüyorum onu...
* Çocukken de ‘tek başına dev kadro’ olarak mı geziyordun ortalıkta?
Ama bugün bir istisna yapıp, size hayatımdaki çok özel biriyle geçirdiğim şahane pazar gününü anlatacağım.
Şimdi dönelim olayın bir gece öncesine... Yine her cumartesi olduğu gibi bu hafta sonu da sabahın ilk ışıklarına kadar biraz muhabbet, biraz ticaret diyerek dolaştım durdum İstanbul gecelerinde... Ama itiraf ediyorum içimde pazar sabahı saat 10.00’da verdiğim randevuya geç kalma korkusu vardı. O yüzden de üç tane saat birden kurdum. Çünkü randevum, canımın parçası Revan’ımlaydı. Revan kim mi? Anlatayım...
Revan, benim biyolojik bağım bulunmayan ama biyolojik bağım olan birçok insandan daha fazla sevdiğim biricik kızım... O tam bir İkizler burcu, bu ay 13 yaşına basacak. 12 yıldır benimle... En güzel hatıralarımda, minicik yüreğinin sevgi dolu imzası var. Yedinci sınıfa gidiyor. Hem Arapça’yı hem de İngilizce’yi ana dili gibi konuşuyor.
O sinirle Arnavutköy’den Rumelihisarı’na kadar yürümüşüm. Küçük gezi kafilem kan ter içinde “Artık şurada bir çay molası verelim” deyince bizimkilerin bana yetişmek için nasıl helak olduğunu anladım.
Neyse, Boğaz’ın serin ve iyot kokulu havasındaki yüksek tempolu turumuzda biraz olsun atmayı başarmıştım sinirimi sonunda. Hep beraber Rumelihisarı’ndaki kafelerden birine konuşlandık.
İNSAN BAZEN GÖZÜNÜN ÖNÜNDEKİNİ GÖRMEZ
Hani derler ya bazen insan gözünün önündekini fark etmez diye; çayımdan ilk yudumu alırken hemen yanı başımızda bütün ihtişamıyla yükselen Perili Köşk’ü görünce işte o an bu duyguyu hissettim.
Önünden bin kere geçtiğim, Boğaz’ın en kendine has yapısını elbette biliyordum ama ilk defa bu 1 Mayıs günü uzun uzun seyretme fırsatı bulmuştum.
Vaziyeti çakan bizim kafilenin adı bende saklı, ayaklı tarih ansiklopedisi arkadaşım başladı anlatmaya...
* Kusura bakmayın Haldun Bey ama her şeyden önce Güler Hanım’ın her geçen gün daha da güzelleşmesiyle başlamak istiyorum...
- HD: Çok isabetli olur, sonrasında biz de rahat rahat konuşuruz (gülüyor).
- GY: Kıskanıyor da ondan böyle söylüyor (kahkahalar). Teşekkür ederim İzzetciğim, Allah vergisi ne yaparsın.
- HD: (İmalı) İnan ki doğal güzelliği, bir gram estetik yok.
- GY: Bak şimdi!
İçinizden “Zübük lafına aşinayız tamam ama bu zıbık da nereden çıktı” dediğinizi duyar gibiyim.
Anlatayım efendim...
Medyada hafta boyunca Kapalıçarşı’yla ilgili haberler çıktı. Çarşı’nın ünlü Sandal Bedesteni’ndeki 80 civarında esnafın tahliye edildiği, çalışanların buna direndiği ama dükkanlarının kapısına mühür vurulduğu yazılıp çizildi.
Çaresiz kalan esnaf mühürlü bedestenin önünde imza kampanyasına başlamış, sesleri çıktığınca haklarının yendiğini iddia ediyorlardı.
Hem esnafın derdini dinlemek hem de bedestenin yanındaki Tahtakale’ye uğrayıp döviz işinin pirlerine “Ne olacak bu doların hali” diye sormak için küçük gezi kafilemi alıp yanıma, düştüm İstanbul’un bu tarih kokan çarşısının yollarına...
CARİYE PAZARI NURUOSMANİYE’DE KURULURMUŞ
* Sanki anne karnından çıkıp doğrudan MFÖ’nün Fuat’ı olmuşsunuz gibi geliyor bana. Ama öncesini hiç bilmiyoruz...
- Haklısın, sanki anamın karnından 36 yaşında çıkmışım da MFÖ’yü kurup hemen “Ele Güne Karşı”yı yapmışım sanıyorlar (kahkahalar).
* O zaman izninle plağı başa saralım...
- Hay hay... Kalamış’ta dünyaya gözlerimi açtım. 1 Nisan doğumlu olduğum için aslında tam bir şaka çocuğuyum (gülüyor). Annem ev hanımıydı, babam da Türkiye’de fotoğraf denince akla gelen birkaç isimden Sami Güner... Grup kurulana kadar onun oğlu olarak tanınıyordum, MFÖ alıp başını gittikten sonra o benim babam olarak anılmaya başlandı. Doğal olarak da bu duruma çok bozuluyordu tabii (kahkahalar).
Kaç kişiye nasip olur notalara dökülen böylesine bir aşk hikayesinin yıllar boyunca dilden dile dolaşması... Keyifli ortamlarda sıkça söylenen bu şarkı, aslında Suat Bey ile Şadiye Hanım’ın hüzünlü aşkının öyküsüdür.
Kader zengin bir ailenin kızı olan Şadiye ile fakir genç Suat’ı bir yaz mevsiminde Ada’da buluşturur ve iki genç birbirini görür görmez aşık olur. Ama kızın babası bu beraberliğe karşı çıkar. Kışın gelmesiyle birlikte Şadiye ve ailesi Ada’dan ayrılır. Suat ise yaşadığı Ada’nın sahilinde Şadiye’nin ona geleceği günü beklemeye başlar.
MEKTUP GELİR AMA ARTIK ÇOK GEÇTİR
Bu arada iki genç birbirini görmese de mektuplaşmaya devam ederler. Fırtınalı bir akşam bu aşkın acısına daha fazla dayanamayan Suat, kendini Marmara’nın azgın sularına bırakır. Ertesi sabah hava düzelir; fırtına nedeniyle geciken tekneden Suat’a bir mektup çıkar. Şadiye “Suat, babamı nihayet izdivacımıza ikna ettim, gelip beni ailemden isteyebilirsiniz” yazmıştır. Ama artık çok geçtir...