Herkesin aşk için inanılmaz çaba harcadığı ama yine de yalnızlıktan kurtulamadığı bir çağdayız. Bir bulaşıcı hastalığa dönen ve geçmeyeceğe benzeyen mutsuzluğumuzun gerçek sebebi sence nedir?
- Mutlu olmak için herkesin çaba harcadığından ben de eminim ama çabadan çabaya fark var. Mesela dingin ve farkındalıklı bir çaba suda rahatça yüzmeni sağlarken; farkındalıksız olan boğulmana neden olabilir. Ne tuhaftır ki, aşk içinde doğup yaşayan ve ölenlerin çoğu aşkta kalmayı başaramayıp burada boğulanlardır.
Ne demek yani şimdi bu, sen suda boğulan balık gördün mü ki hiç?
- Haklısın insanlar aşka doğarlar ama öfke içinde de boğulurlar. Bu yüzden başkalarının çaresizlik olarak baktığı yerde, ben çareyi görmeye ve insanlara da bunu göstermeye çalışırım. Unutma çırağın tırtıl dediğine, usta kelebek der. Biz İnsanagüven’de ustalık yolundaki çıraklar topluluğuyuz. En başta da aşkta kendimizi nasıl ifade etmemiz gerektiğini öğreniyoruz.
Niye, aşkın kendine özel başka bir dili mi var?
- Bu kadar insanın yaşayıp, çoğu başarısızlıkla sonuçlandığına göre kesin başka bir dili var. En basitinden insanların sandığı gibi bağırarak konuşmak aslında bir ifade şekli değildir. Keşke her şeyi açık açık anlatılabilsek...
Ama oturup biraz konuşunca görüyorsunuz ki bundan çok daha fazlası. Sufi’lerden dersler almış, Aborjinler’le günler geceler geçirmiş, Nepal’e kadar gitmiş. “İçindeki şifacıyı” 12 yaşında keşfetmiş. Elleriyle vücutlara, sözleriyle kalplere dokunarak şifa dağıtıyor. Üstelik bunu aslında hepimizin yapabileceğini iddia ediyor. Aşkın gerçek, geriye kalan her şeyinse illüzyon olduğunu ve zamanı geldiğinde aşkın tüm dünyayı istila edeceğini iddia ediyor. Metin Hara, mutsuzluk-umutsuzluk-yalnızlık üçgeninde kıvranan modern çağ insanına, yürek ısıtan şeyler anlatıyor. Ben keyifle dinledim, size de tavsiye ederim...
* Harry Potter gibi çocuksun maşallah, elinde bir tek sihirli değneğin eksik...
- Star Wars’taki Jedi’leri andırdığımı bile söyleyenler oldu ama Harry Potter’ı ilk kez senden duyuyorum (kahkahalar). Biraz çocuksu olduğum için genelde beni Küçük Prens ve Peter Pan’a benzetirler. Neyse ki adımın önüne gelen sıfatları çok da umursayan bir tip değilim. Bir tek “şifacı” kelimesinden uzak durmaya gayret ediyorum, çünkü Türkiye’de o sözcük bambaşka şeyler çağrıştırıyor.
* Harry Potter’ı bile kabul ediyorsun da şifacı olmak mı zoruna gidiyor?
* Kişisel dönüşüm, mutluluk ve aşk hakkında bu kadar afili cümleleri olan bir adam aşkta nasıl sınıfta kalabiliyor?
- Rahat ol, merak etme bu eleştiriyi ilk kez senden duymuyorum (gülüyor). “Adam ilişkiler hakkında o kadar ahkâm kesiyor ama iki kez evlenip boşanmış” diyenler var. İlişkiyi sürdürmek için karşımdaki insanın dostluğunu kaybetmenin doğru olmadığına inananlardanım.
* “Severek ayrılalım, aşka hasret kalalım” mı diyorsun?
- Evet, çünkü ben ayrılığı, dostluğun sonu olarak görmüyorum. İki eşimle de hâlâ görüşüyorum ve bu durum çocuğum olmamasına rağmen de değişmeyecek.
* Neden onlara hiç “Senden çocuğum olsun istiyorum, gözleri senin gibi baksın” demedin peki?
- Zaten bu şekilde söylesem hiç olmazdı! Şaka bir yana, şu anda beraber olduğum insandan çocuk sahibi olmayı tabii ki çok isterim ama daha önce kendimi buna hazır hissetmemiştim. Belki eskiden beraber olduğum kadınlar şimdi bana kızacaklar ama biteceğini bildiğim ilişkilerden çocuk sahibi olmak istemedim.
* İstersen önce gel “Bir gün bir Alman, bir Fransız, bir Türk” diye başlayan fıkraları andıran şecerenden başlayalım...
- (Kahkahalar) Bak hiç böyle düşünmemiştim. Hakikaten de durumun özeti bu! Annem Rum, babam Ermeni, anneannem İtalyan, babaannem Musevi, dedem ise Rus... Kuzenlerimin de bir ara ülkü ocakları başkanlığı yaptığını düşünürsek, sanırım gerçekten de biraz “little little in the middle”ız (gülüyor). Allah ne verdiyse, hepsinden var bizde...
* Peki bu mini mini “Birleşmiş Milletler karargahı” nereye konuşlanmıştı?
- Ben tam bir Beyoğlu çocuğuyum. Cihangir Caddesi’nin sonundaki otelin karşısındaki evde dünyaya geldim. Ama semtin şimdiki gibi bir imajının olmadığı zamanlardan bahsediyorum. Yoksul sayılabilecek bir aileydik. Komşularımız kapı önünde toplanır, çaydanlıkla çay indirir, çocuklar top peşinde koştururdu.
* Hocam şu nefs dediğimiz şey biraz egoyu andırıyor değil mi?
- Nefsin birinci derecesine ego denir. Tekamül edince de çok nefis bir şey olur (gülüyor). Nefs bu aleme tekamül etmeye gelmiştir ve dişiliği temsil eder. Akıl da bu aleme nefsi tekamül ettirmek için gelmiştir ve erkeği temsil eder. Nefsin hakikati ruhtur, aklın hakikati de külli akıldır. Mevlana nefsin ego hali için ne der bilir misin? “Koruk üzüme benzer, ağzına alınca çıkarıp atarsın!” Çok güzel
değil mi?
* Gerçekten de öyleymiş. Peki bu durumda her insanın hem dişi, hem de erkek yanı mı var?- Tabii ki cinsellik anlamında değil ama Kuran’ı Kerim’de anladığımız manada herkesin içinde dişilik ve erkeklik var. Dişidir çünkü nefsi hakimdir; egoludur, öfkeli, sinirli ve kızgındır. Erkeklikte ise cüzi akıl yani cehalet galiptir. Bu ikisinin tekamül etmesi gerekir. Adem der ki “Ben nefsime zulüm ettim.” Zulüm bir şeyi yerli yerine koymamak demektir. Nefse her istediğini verirsen nefse zulmetmiş olursun.
* O yüzden mi her geçen gün daha fazla şeye sahip olmamıza rağmen daha da mutsuz ve umutsuzuz?
- Ne güzel söyledin oğlum! Hatırlar mısın, 2000 yılına girerken “Büyük bir değişim olacak”, “Kıyamet kopacak” gibi şeyler konuşuluyordu. Aslında bütün bu cümlelerde bir iç mana var. Fiziksel olarak da ispatlandığı gibi dünyada muazzam bir hız artışı görülüyor. Hız artınca da merkezkaç ve merkezcil kuvvetler ortaya çıkar. İman merkezcildir ve seni tutup umutsuzluğunu engeller. Ama herhangi bir şeye inanmıyorsan merkezkaç ile dışarıya atılırsın. Çünkü umutsuz insan yaşayamaz. Dünyada olsa bile aslında cehennemin içindedir.
* Milletçe yaka silktiğimiz bu pazartesi sendromundan size göre bir kurtulma yolu var mı hocam?- Ah güzel oğlum ah! Biz nasıl off diyebiliriz, nasıl şikayet edebiliriz? Kaçımız sabah kalktığında “Gözüm görüyor, aklım başımda, midem sağlıklı, zevkle kahvaltı edeceğim” diye şükrediyor? Suratlar on karış asık uyanıyoruz çoğumuz. Oysa Peygamber’in en kıymetli günüdür o. Doğumu, miraca çıkışı, peygamber oluşu, göçü, vefatı... Aklına hangi hadise gelirse hepsi pazartesi olmuştur. En doğrusu “Allah’ım bu pazartesini bana Peygamber’imizinki gibi idraklı kıl” diye dua ederek güne başlamaktır.
* Hz. Muhammed’i diğer peygamberlerden ayıran en önemli özellik nedir?- Tevhid! Geçenlerde Harvard’da okuyan bir öğrencim geldi. “Okulda bir Musevi, bir Hıristiyan, bir de ben varken; ‘Senin Yahudan, Onun God’ı ve Allah bir. Hepimiz aynı Allah’a tapıyoruz dedim. Allah tek gaye. Ama söylediklerim Musevi’yi şaşırttı” dedi. “Ay yapma Allah aşkına İslam gerçekten bu kadar harika bir şey mi?” demiş. Aslında Musevilik ve İsevilik, İslam’ın derecesidir. Ama ancak Tevhid anlayışı geldiği zaman tapılacak yerin din değil, Allah olduğu anlaşılır ve onun tecellisi baktığın her yerde görünür. Din Allah’a götüren yoldur sadece.
MUSEVİ CENAZESİNDE AYAĞA KALKAN PEYGAMBER* Kısaca önce bütün yolların varacağı yerin aynı olduğunu mu idrak etmeliyiz? Tüm kapılar aynı makamı mı açılıyor?- Aynen öyle... Bu şekilde de her varlıkta onun isim ve sıfatlarını görebiliriz. İbnü’l- Arabi Hazretleri diyor ki; “Bir elbiseyle birinin kalbini kırmışsan, aynı elbiseyle birinin gönlünü al ki, elbise temizlensin.” Hocam Kenan Rifai Hazretleri de “Bak gözlük de Allah’ı tesbih ediyor. Onun için yerini özler” deyip her gece gözlüğünü aynı yere koyarmış. Bir gün Peygamberimizin önünden bir cenaze geçiyormuş. Hemen ayağa kalkmış. Yanındakiler “Musevi efendim, oturun” demişler. Onun cevabı da “İnsan değil mi?” olmuş. Tevhid her şeyde sevdiğini, Allah’ı görmek... İşte bu kadar muhteşem bir ahlakı vardı...
Bizi her zamanki güler yüzlü tavrı ve herkesi kendisine hayran bırakan müthiş zarif, tevazulu haliyle karşıladı. Cemalnur Hoca yeni kitabı “Namaz”ın raflarda yerini almasının mutluluğunu yaşıyordu. Ben sordum, hoca da sağ olsun kırmadı, yorulmadı, hepsini birer birer yanıtladı. Sohbetimize oğlu Kerim Güç de katıldı. Bana da ancak üç günde toparlayabileceğim harika bir tasavvuf sohbetini sizlerle paylaşmak kaldı. Cümleten hayırlı Ramazanlar...
* İslam’ın beş şartından biri olan oruç farizasını yerine getirdiğimiz, 11 ayın sultanı Ramazan’dayız...
- Ne mutlu bize oğlum! Ramazan, Allah’ın lütfuyla bütün ayların üzerinde şifa ve rahmet veren aydır. O kelimedeki her harfin bile ayrı bir manası vardır. R harfiyle başlar mesela, bu rahmet demektir. Allah’ın nurunun üzerimize yağacağı anlamına gelen N harfiyle de biter. Aslında Allah’ın üstün kıldığı ve biz kullarına fırsat olarak tanıdığı bir aydır Ramazan...
* İçimizdeki adına nefs denilen ve sürekli başımıza belaya sokan hain şeyle savaşma fırsatından mı bahsediyorsunuz?
Açıkçası bunalmıştım. Benim küçük gezi kafilemi de alıp yanıma, vurdum İstanbul sokaklarına. Ekibin ayaklı tarih ansiklopedisi bu defa bizi Aksaray’dan Laleli’ye doğru yürütüyordu. Tam tarihi Laleli Camii’nin önüne gelince de yavaşladı. Belli ki bir bildiği vardı. Başladı anlatmaya...
“Bu güzelim camiyi Sultan III. Mustafa yaptırmış. İnşaat devam ederken de buralarda göğsüne lale takıp dolaştığı için Laleli Baba diye nam salan bir alimin yaşadığını, duasının kuvvetli, sözlerinin hikmetli, tavsiyelerinin faziletli olduğunu duymuş.
Bu mübarek zatla görüşmek, sözünden, sohbetinden, feyzinden istifa etmek istemiş.
İnşaatı denetlemeye geldiği günlerden birinde, Laleli Baba’yı avluya davet ettirmiş. Sultanın buyruğu kendisine ulaştırılınca, hemen davete icabet etmiş. Uzun uzun sohbet etmişler. Padişah, Laleli Baba’nın sohbetinden öylesine memnun kalmış ki, içinde onunla sık sık görüşme arzusu uyanmış.
Camiden ayrılacağı sırada, Laleli Baba’ya son bir soru sormuş: ‘Efendi Hazretleri, bu dünyada en güzel şey nedir?’
Laleli Baba cevap vermiş; ‘Bu dünyadaki en güzel şey, yiyip içtikten sonra sıkıntısız bir şekilde def-i hacetini yapabilmektir sultanım...’ Bu cevaptan hoşlanmayan III. Mustafa, onun gibi cümleleriyle herkesi etkileyen bir zata bu sözleri yakıştıramamış. Kızgın bir halde üstada veda edip, maiyetiyle birlikte saraya dönmüş. ‘Şu densizin söylediğine bakın, hayatta bu kadar önemli şey varken hacete gitmek de neyin nesi’ diyerek Laleli Baba’nın bir daha meclise çağırılmaması için de emir vermiş.
Gel gör ki bu ziyaretin ertesi günü şiddetli bir kabızlığa yakalanmış. Sarayın hekimbaşıları seferber olmuş. Osmanlı tıbbının bilinen bütün ilaç ve yöntemleri uygulanmış ama ne fayda... Sultan kan ter içinde kıvranmakta, kendini yerden yere atmaktaymış.