Öylesine derin ki Fikret’in yalnızlığı, bu boşluğu hayatına giren bir “üç harfli” doğaüstü varlık ile doldurmaya çalışıyor. Bu çok ilginç ve aslında hepimizi yakından ilgilendiren romanın yazılış öyküsünü, yazarı psikiyatrist Haşmet Işıklı’yla konuştum. Romandaki aşk, ölüm ve cinsellik temaları tamamen gerçek ama korkmayın bu “üç harfliler” bildiğiniz “üç harflilerden” değiller...
Bir hekim olarak, bir psikiyatristin aşk, ölüm ve cinsellikle harmanlanmış fantastik hikayesini yazmak nereden çıktı?
- Doğrusunu istersen kitap yazmak yıllardır aklımdaydı. Belki de bunca yıldır gördüğüm hastalar, tanık olduğum acılar, bitmeyen sıkıntılar sürüklemiştir beni yazmaya...
Sahi bugüne kadar kaç kişi geçmiştir “rahatça arkaya yaslanabilecek” o hasta koltuğundan?
- Sanırım 10 binin üzerindedir. “Abbas” tecrübelerimden süzülen bir kişisel gelişim kitabı aslında... Çevremden gelen yoğun baskı da eklenince değişik bir tarz olmasını istedim. Kişisel gelişim kitapları genelleme içerdiği için insanlara zor olan şeylerin aslında basit olduğunu söylüyor. Bu da sonuçta insanların kendilerine olan inançlarını azaltıp güvensizliklerini ortaya çıkarıyor.
Nasıl yani, gelişelim diye aldığımız kitaplar bizi farkında olmadan bunalıma mı sürüklüyor?
Bütün bunların yanında ne sorduysam hepsine takır takır cevap verdi. Bu tarz röportaj yapmayı çok sevmememe rağmen, bittiğinde keyifli bir söyleşi ortaya çıktı. Buyrun efendim, karşınızda Defne Samyeli...
* Malatyalı Samyeli Ailesi’nin dünyalar güzeli kızı Defne, hikayesini anlatmaya nereden başlar acaba...
- Bu masalsı girişini bozduğum için özür dilerim ama Malatyalı olduğumu nereden çıkardın (gülüyor)?
* Valla Vikipedia’nın yalancısıyım... - Viki’de hakkımda yazılanların neredeyse hepsi yanlış. Onlara göre sadece Malatyalı değil; aynı zamanda da Balık burcuyum (gülüyor). Kendilerine mail gönderip düzeltme yapmalarını istememe rağmen ne yazık ki hiç cevap alamadım. Katıldığım panel ve oturumlarda da bu bilgilerle anons ediliyorum. Ama bahsettikleri kişi maalesef ki ben değilim. Sanırım hayatını anlatmayı sevmeyenler için internette kurgu yaşam hikayesi hazırlayan özel bir grup var (kahkahalar).
Hocam bildiğiniz gibi Anayasa Mahkemesi resmiden önce kıyılan dini nikâha uygulanan 2 aydan 6 aya kadar hapis cezasını iptal etti. Bu konuda ne diyorsunuz?
- Öncelikle imam nikâhı değil dini nikâh demek lazım. Bu ifadeyle imamlara da büyük saygısızlık yapılıyor. Nikâhın kelime anlamı akit, sözleşme ve anlaşmadır. Ve bu anlaşmanın, kadınla erkeğin hukuksal haklarının korunması açısından Allah’ın emrettiği usule uygun olup, istismar edilmemesi gerekir. Bu yüzden de bana göre resmi nikâh şarttır. Çünkü maalesef imam nikâhlarında kadınların yüzde 99’u mağdur duruma düşmektedir. Zaten imam nikâhı diye bir nikâh aslında yoktur.
Nasıl yani, bildik bileli yapılan ne o zaman?- Benim bildiğim resmi nikâhın ardından “evlilik hayırlı olsun” diye duası yapılır. Peygamber Efendimiz zamanında da bunun dışında bir uygulama mevcut değildi. Nikâhla yapılan akitte erkeğin şartı icaptır, kadının da mehir hakkı vardır.
TAM 25 YIL İMAMLIK YAPTIM, RESMİ OLMAYAN HİÇBİR NİKÂH KIYMADIMDaha açık bir şekilde anlatsanız...
Ama maalesef ki başımızda nöbet tutan menajeri için aynı şeyi söylemem imkansız... Eski Doğu Alman kadın güllecilerini andıran Michelle, söyleşinin sonunda fotoğraf çektirmemize bile izin vermedi. Allah’tan Hugh devreye girip pozitif enerjisiyle ortamı yumuşattı da, askerlik hatırası gibi olsa da bir kare fotoğraf çektirebilirdik. Ben de arkandan kulaklarını az çınlatmadım Michelle!
* Annenin karnından “Hollywood celebrity”si olarak doğmadın elbette. Şöhret olmadan önceki Hugh neler yapıyordu?
- Maalesef ünlü olarak dünyaya gelmedim (kahkahalar). Profesyonel ilk aktörlük işimi 26 yaşımda aldım. Ondan önce garsonluk yaptım, palyaço kıyafetleri giyip çocuk partilerine gittim, benzin istasyonlarında pompacı olarak çalıştım. Geriye dönüp baktığımda “iyi ki de bunları yapmışım” diyorum, çünkü aktörlük için hepsinden yararlanıyorum.
* Benzin istasyonunda pompacı olduğunu gören kadınlar “Depoyu fulle!” mi diyordu?
- Şimdi olsa belki derlerdi ama ne yazık ki geçmişte hiç de öyle düşünmüyorlardı (kahkahalar). Bazen bana “Dünyanın en seksi erkeği olmak nasıl bir duygu?” diye soruyorlar. Ben de “Eğer öyle olsaydı benzincideki hayatım çok farklı olurdu” diye cevap veriyorum. İnan ki eskiden kimse bana o gözle bakmıyordu. Üzerimdeki bu güzel bakışların bir pazarlama stratejisi olduğunun ve popülerliğimle gerçeküstü bir algı yaratıldığının farkındayım. Aa bu arada şunu da söyleyeyim, üniversitede gazetecilik eğitimi aldım.
* Buradan bakınca karşımda şakalı, esprili, cümbüşü bol bir adam görüyorum. Bu mizacınız çocukluktan mı yadigar?
- Erdal: Tam üstüne bastın! Hem Bursa hem de Balıkesir kökenli bir aileden geliyorum. Teyzeli, halalı, amcalı, babaanneli kalabalık içinde, mutlu bir çocukluk geçirdim.
* “Lale Devri çocuğuyum” diyorsunuz yani?
- Erdal: Hem de ne devir! Efendim bendeniz, Talat ve Şükriye Özyağcılar’ın üzerine titredikleri iki numaraları olarak Bursa’da doğmuşum. Benden evvel Mustafa adında gürbüz bir ağabeyim varmış. 10 aylıkken fazla yemek yedirdikleri için çatlayarak ölmüş. Aynısı benim de başıma gelmesin diye o kadar az beslemişler ki, zayıflıktan konuşmaya bile mecalim yokmuş. O yıllardan iki kocaman kepçe kulak arasında küçücük surat fotoğraflarım hâlâ durur...
Hem Osmanlı Hanedan Ailesi’nden duyup dinlediklerini, hem de bizzat tanık olduklarını anlattı. Açıkçası yaptığım en zorlu söyleşilerden biriydi çünkü söylediği her kelimenin kendi duygu dünyasını en doğru şekilde yansıtması için müthiş titizdi. Üstelik o Türkçe bilmiyordu, ben de Fransızca. Sohbetimizi, Fransızca’yı ve tarihi iyi bilen bir arkadaşım tercüme etti. 2 Haziran’da tekrar buluşup kaldığımız yerden devam etmek üzere sözleşip ayrıldık. Sürç-ü lisan ettiysek, affola...
Hepimiz prenses masalları dinleyerek büyüdük. Gerçekten de bir prensesin hayatı masallardaki gibi mi yoksa yıllarca kandırıldık mı?
- Size çok güzel ama çok da doğru olmayan hikayeler anlatmışlar. Ben sizin tahmin ettiğiniz prenseslerden biri olmadığıma eminim. Yani ortalıkta kafamda bir taçla gezinmiyorum.
O zaman gelin bari biraz da “büyüklere masallar” anlatalım. Gerçek bir prensesin “Saraydan Sürgüne” hayatını dinleyerek başlayalım...
- Memnuniyetle... Hikayem Osmanlı döneminin sonsuza kadar tarihe gömüleceği yıllarda büyük dedem V. Murad’ın, Sultan Abdülhamit tarafından Çırağan Sarayı’na hapsedilmesiyle başlıyor. 3 Mart 1924’te, 600 yıldan uzun süren bir hükümdarlık sonrası Osmanlı Hanedanlığı 48 saat içinde sınır dışı ediliyor. Ve bize sadece iki seçenek sunuluyor...
Dönüşü olmayan iki yol, değil mi?
- Aynen öyle. Anneannem Hatice Sultan ile o yıllarda henüz 8 yaşında olan annem Selma’nın gönderildiği bu dönüşü olmayan yolculukla, daha doğmadan benim de kaderim çiziliyor. Bu sırada gardaki bir tren ile rıhtımdaki bir vapur, aileyi Avrupa ve Ortadoğu ülkelerine götürmek üzere bekliyor. Anneannem halkın bizi çok sevdiğine ve geri çağıracağına inandığı için Türkiye’ye döneceğini düşünerek, uzaklara gitmeyi istemeyip Lübnan’ı tercih ediyor.
Adeta büyülenmiş gibi o muazzam musikiye kaptırıyorlar kendilerini ve efsanesi kısa sürede bütün şehre, şehir ne kelime tüm ülkeye yayılan Deniz Kızı’nın hikayesini anlatıyorlardı dilden dile...
GEL EY DENİZİN NAZLI KIZI NUŞ-İ ŞARAB ET
Oysa işin gerçeği bambaşkaydı. Evet, gece babasıyla birlikte sandalda şarkılar söyleyen güzeller güzeli bir kız vardı. Kimi zaman da yalnız açılırdı Boğaz’ın sularına ve o duru sesiyle söylediği şarkılarla herkesi kendisine hayran bırakırdı.
Hatta zamanın en ünlü bestekarlarından Aleko Bacanos bu denizden gelen sesten öylesine etkilenmişti ki, o meşhur eserini kaleme almıştı:
Gel ey denizin nazlı kızı nuş-i şarab et
Ülke komple seçim atmosferine kilitlenmiş durumda; millet siyasetle yatıp politikayla kalkıyor. Biz yine her zaman yapmaya çalıştığımız gibi işin ehline gidelim dedik. Ve Boğaziçi Üniversitesi’nden “efsane” hocam Üstün Ergüder’le bir araya gelip “Yükseköğretimin Fırtınalı Sularında” gezindik. Ortaya gerçekten de çok ilginç bir panorama çıktı. Çünkü sohbetimizin konu başlıkları arasında, Üstün Hoca’nın öğrencisi, şimdiki Başbakanımız Ahmet Davutoğlu da vardı.
* Elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemememi mazur görün hocam. Yıllar sonra soru soran tarafta olmak biraz tuhaf...
- Umarım geçmişteki sınavların intikamını almazsın şimdi benden (gülüyor).
* Estağfurullah hiç olur mu öyle şey... Hemen en merak ettiğim konularla başlamak istiyorum müsaadenizle. Bu okulun diğerlerinden farkı nedir ki, bir efsane haline geldi?