Amerika’da ilk defa kendi çamaşırını yıkadı, yemeğini yaptı, yalnız kaldığı kimi geceler sabahlara kadar ağladı. Babasının tedavi sürecinde hep en yakınındaydı. Şimdilerde, o çok konuşulan kalın kaşlarını düzelttirdi ve yeni çıkardığı maxi single’ı “Kaç Kere” ile tozu dumana katıyor. Ama aslına bakarsanız bir tarafıyla hâlâ tam bir ana kuzusu... İşte karşınızda İdo Tatlıses ve öyküsü...
* Seni hâlâ İstanbul Deniz Otobüsleri’yle karıştıranlar var; bilmeyenler için adının hikayesini anlatarak başlasana... - İdo, İbrahim’le Derya’nın oğlu demek. Ama nüfus kağıdımda adım İbrahim Tatlıses olarak geçiyor.
* Bu şöhretli ‘isim benzerliği’, resmi işlemlerde sorun yaratmıyor mu?
- Yaratmaz olur mu abi! Özellikle telefonda bir işi halletmeye çalıştığımda “Ben İbrahim Tatlıses” deyince, inanmayıp yüzüme kapatıyorlar. Ama “Bu durumdan şikayetçi misin?” dersen, hiç değilim. Bin kere daha dünyaya gelsem yine onların çocuğu olmak isterim.
* Peki bir daha dünyaya gelsen anne ve babanın yine ünlü insanlar olmasını ister miydin?
Bu yüzden “İzinli bir deli” ile aynı yıl içinde üçüncü kez röportaj yaptım. O hepimizi kahkahaya boğan bir “Güldürücü Amca”, birikimiyle Türk Tiyatrosu’na yön veren bir “Soytarı”... Yaşarken kendi cenazesinde Sezen Aksu’nun gözyaşlarını, Müjdat Gezen’in esprilerini düşünen bir “Hayalperest”... Şimdilerde “Küçük Prens”ten uyarladığı yeni oyunu “Küçük Prens Bana Dedi ki”yle karşımıza çıkmaya hazırlanıyor. İşte yaşamın gülen yüzü Ali Poyrazoğlu’yla her telden çaldığımız muhabbetimiz.
* Sende şeytan tüyü mü var ki yılda üç kere röportaj yapmak için kapını aşındırıyorum?
- Valla artık onu bana değil de kendine soracaksın (gülüyor). Ama sanırım beni soytarı, palyaço ve birazcık da izinli deli olduğum için seviyorsun.
* Ali Poyrazoğlu kendini böyle mi tanımlıyor?
Yakından tanıyanlar bilir, spotların altındaki neşeli görüntüsünün ötesinde, gerçek bir kötü gün dostudur. Gönül hanesine dahil ettikleri, en sıkıntılı anlarında Gülben’i her zaman yanlarında bulur.Kendi hayatı da çalkantılar içinde geçmiş bir isimdir. Kolay mı bunca sene kulvarında hep en tepede kalabilmek? Kim bilir bilinen, bilinmeyen kaç fırtınaya göğüs germiştir.
Biz onun hep gülen yüzünü gördük ekran önünde ama perde arkasında elbette nice acılar gizlidir...
Velhasıl güçlü kadındır. Şimdi durup dururken bunca Gülben methiyesi de nereden çıktı İzzet diye sorduğunuzu duyar gibiyim. O yüzden lafı dolandırmadan anlatıyorum...
Geçen hafta Bebek’teki kuaför çıkışında muhabirlerin sorularını yanıtlarken, gazetecilerin dikkatini Gülben’in elindeki bir dosya çekti; sordular ama ser verdi, sır vermedi. O ‘top secret’ dosyanın içeriğiyle ilgili bütün ısrarlara rağmen tek kelime etmedi.
Yeteneklerini önce çok çalışmayla, ardından da bol miktarda yırtıklık ve biraz da çatlaklıkla pişirdiler. Çok da iyi ettiler. İki-üç ismin etrafında dönen komediye yepyeni bir tarz ve farklı bir renk getirdiler. Diziden talk show’a, skeçlerden jüri üyeliğine kadar televizyonun her alanına yayıldılar... Bursa’dan İstanbul’a, oradan da tüm ülkeye kendilerini “3 Adam” olarak kabul ettirdiler.Hanımefendiler, beyefendiler, işte karşınızda; Oğuzhan Koç, İbrahim Büyükak ve Eser Yenenler...
Sürekli bir aradasınız, zaman zaman kendinizi üç parçadan oluşan tek canlı olarak gördüğünüz oluyor mu?
- Eser: Abi inan biz bile bazen üçümüzü tek kişi sanıyoruz.
- Oğuz: Mesela ekibin ağzı İbrahim, bir dakika susmaz.
- İbrahim: Şarkılarıyla gönül telimizi titrettiği için Oğuzhan da kalbimiz...
- Eser: Ee bu durumda ben de beyin oluyorum
Geçtiğimiz haftalarda yurtdışından bir grup arkadaşım geldi. Onlar gidelim diye ısrar edince, hep beraber düştük yola.
Mimari olarak da, içinde sergilenen birbirinden kıymetli eserler açısından da gerçekten muhteşem bir yapı. Ama benim aklım Topkapı Sarayı adını duyduğum andan itibaren Kaşıkçı Elması’ndaydı. Efsanelere, söylencelere konu olan o büyülü taşta...
Efsanelere zihnimizde ve gönlümüzde bıraktığı lezzeti katan bölüm, perde arkasındaki hikâye örgüsüdür.
Bu kimi zaman bir mekânın duvarlarına sinmiş gözyaşları, kimi yerde hazin bir aile dramı, bir başka sararmış tozlu sayfada ise yarım kalmış bir aşk öyküsü olarak çıkar karşımıza.
Her hikâye geçmişten bir macerayı zaman tünelinden süzüp getirir, karıştırır hayatımıza. İyi de eder...
Çünkü hayat efsaneler, söylenceler ve hikâyelerle gerçeklerden çok daha güzel...
Bugün size anlatacağım hikâye aslına bakarsanız bilindik bir efsane.
Nerede o eski çirkin, yaşlı kız; nerede bu karşımdaki güzel, alımlı kadın... Vallahi her anlamda hoş geldin...
- Hoş bulduk, hoş bulduk, Benjamin Button gibiyim vallahi, yaşlandıkça güzelleşiyorum. Ama lütfen “Maşallah” deyip, tahtaya vurunuz (kahkahalar).
Bu “evrim” sende özgüven patlaması yaşatmadı mı?
- Hem de nasıl! 30 kilo verdim ayol, kolay mı? Dünyaya yeniden gelmiş gibiyim. Eski fotoğraflarımda gördüğüm kadını artık inan ki ben bile tanıyamıyorum. Ama tabii ki geçmişimden utanmıyorum, öyle bir anlam çıkmasın.
Ee madem utanmıyorsun biraz da o günlere dönelim... Menaşiler’in hikayesi İsrail’de mi başlıyor?
- En başa sararsak 600 sene önceye gitmemiz gerekir. O tarihlerde dedelerim, İspanya’dan sürülüp burayı yurt belliyorlar. Bu yüzden her fırsatta “Ben Türk’üm” diyorum çünkü köklerim gerçekten de bu ülkede.
O kadar geri sararsak “Tarihin Arka Odası”na döneriz. Annenle babana gelelim istersen...
Bu cümleleri okur okumaz, aklınıza yaz öncesi alternatif zayıflama programları ya da bikini diyetlerini anlatan bir yazı geldiyse, baştan uyarayım yanlış adrestesiniz.
Zaten böyle “ütopik” bir konu ne bana ne de cüsseme yakışırdı, değil mi!
Yediklerimizin hayatımıza etkilerini anlatanlar, geçtiğimiz hafta Türkçe baskısı piyasaya çıkan “Diktatörlerin Akşam Yemeği” adlı kitabın yazarları Victoria Clark ve Melissa Scott... Kitap, isminden de anlaşılacağı gibi “farklı psikolojilerdeki” liderlerin tuhaf yemek alışkanlıklarını anlatıyor. Bu yüzden biraz da hikayeleri olan ve eğlenceli bir “kötü yemek rehberi” özelliğini taşıyor. Kahramanları ise genellikle darbeyle iktidara gelen diktatörler... Ortak noktaları da yaşlandıkça yediklerinin saflığına kafayı takıp, zehirlenme kabuslarıyla kıvranmaları...
Onların yaşam öykülerinin arasına saklanan “favori mönülerini” incelerken ister istemez bir canavar ile insan arasındaki çizginin ne kadar ince olabileceği sorusu geliyor akıllara...
Bir anda “Yetenek Avcısı” olarak çıktınız karşımıza. Yetenekleri ‘avlayabileceğinizi’ nasıl anladınız?
- Öncelikle şunu söyleyeyim, bir anda olmadı. Ben Hollanda doğumlu, Avrupa’daki üçüncü kuşak Türk çocuğuyum. Eğitimimi Marnix Akademi Pedagojik Bilimler Bölümü’nde tamamlayıp ‘Öz Yetenekler ve Eğitim Uzmanı’ oldum.
Yani “Elimde kapı gibi diplomam var” diyorsunuz...
- (Gülüyor) Ardından da çoklu zeka, yetenek analizi ve farklı ülkelerin eğitim sistemleri üzerinde çalıştım. Kesin dönüş yapınca Hollanda’da kurduğum My Core Talents şirketimi, Türkiye’de Yetenek Avcısı markası adı altında değiştirerek yoluma devam ettim.
Şirketin adını anladım da tam olarak ne yapıyorsunuz biraz da ondan bahsetseniz...
- Türkiye’de olmayan bir yetenek analizinin uygulayıcısıyım. Birebir mülakatlarla kişinin genlerinde doğuştan sahip olduğu ‘Öz Yetenek’lerini ortaya çıkarıp, hangi alanda başarılı olabileceğini raporluyoruz. Aslında bu birçok değerlendirmenin karması... Öğrenme modelinden zeka yapısına hatta karakterine kadar elde edilen verileri harmanlayıp “Bu çocuğa nasıl yol gösterirsek bütün potansiyelini ortaya çıkarabilir” diye bakıyoruz.
Sadece çocuklara mı yapılabiliyor?